Muharrem Soyek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muharrem Soyek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2021 Salı

Felsefe Fenerim 3

“Bilgilenmek, özgürlüğün egemenliği ve bilincin kıvancıdır. Bilgi güçtür; bilinçse kendini bilinceye dek sadece tanrı vergisidir; yani, sadece ilahi iradenin izni kadardır… İnsanı ta doğuş tıynetinden evrensel yazgıya bağlayan bilinç her tanrının kıvancı olsa da aynı zamanda en kahrolası uygarlık lanetidir; çünkü uygarlık, kendisini Tanrı’nın biricik kutsal çocuğu sanan ve buna yaslanarak tüm evrene efendilik taslayan insanların egolarını parlatan tasarımlar üzerine kuruludur…

Bilincin tanrısal gücünden söz ediyorum. Ancak kendini bilmiş insan bilincidir, irdelediği ve kullandığı bilgiyle hem varlığı bilinene hem henüz bilinmeyene saygıyla, hayatın akışını doğuştan gelen yazgısal bilincin keyfine teslim etmeyecek olan… İşte bu olan da insanlığın kıvancı olur…

Bilincin kendini bilmesiyle, yani insanın kendinden sorumlu iradeyle tasarladığı yaşantıyı özgürleştirdiği oranda, tanrı çıktısı bilinçlerin cennet sözleri de umut olmaktan çıkıp, dünya gerçeğimiz olacaktır. Ve tabi ki tüketim cennetine öykünen modernite kölesi bilinçleri kutsayan uygarlığın da gerçekte taklit tanrıların sömürü düzeneği olduğu anlaşılacaktır...” Muharrem Soyek; Felsefe Fenerim 3, alıntı

 

19 Nisan 2021 Pazartesi

23 Nisan

 

“Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet ve makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır; o da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.” M. Kemal Atatürk

23 Nisan’ın Ulusal Egemenlik Günü adıyla çocuklara armağan edilmesi Türkiye’nin mutlu geleceğini arzulayan ilk TBMM milletvekillerinin ortak vasiyetiydi sanki. Türkiye’yi çağdaşlığa ilerletecek görüş ve önerilerini çocuklarının ve torunlarının sahiplenmesini istemişler gibi… Atatürk de bunu onaylarcasına şöyle demektedir:

"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz."

Bugün 23 Nisan! Mutlu olun ey büyümüşler! Çok çocuk var sizi kucaklayıp taşıyacak! Bugün sadece Türkiye’nin değil, dünyanın geleceği de çocukların sırtına bindirilmiştir. Büyüklerin bu günü çocukları onurlandıran bir umut kutlamasına çevirmesi aslında kendilerinin henüz insanlık yeterliği kadar uygarlaşamadıklarının  bir itirafıdır.

Çocuklar büyüklerin hayallerinden sorumlu tutulamazlar. Çocuklar tıpkı toprağını ve havasını seven ağaçlar gibi özgür büyümeliler. Çocukları daha bugün geleceğin büyümüşlük sorumlusu yapmak onların çocukluğunu çalmaktır; haramdır. Bırakalım çocuklar büyümeyi özleyecek kadar doya doya çocuk olabilsinler. Geleceği kurtarmak onların değil, biz büyüklerin sorumluluğudur. Çocuğumuzun şimdi ve gelecekteki yaşam değeri, biz büyüklerin tüm çocukların geleceğine olumlu katkı yapan arzu ve çabamızın değeriyle yükselecektir.

*

Bu yanan dünyada yan gel Osman yatanlar

Sevinin ey kocamanlar sevinin!

Çocuklardan önce öleceksiniz

Hadi gene iyisiniz…

23 Nisan, çocuk doğası gereği çocuklara zaten kutlu ve mutlu bir bayram olur. Ben asıl, çocuklara güzel bir dünya bırakmak için emek veren büyüklere "Yirmi Üç Nisan kutlu olsun" demek istiyorum… Çocuklarını sağlıklı büyütüp bilgiyle düşünmeyi öğretemeyen uluslar, temeli çürük binalar gibi çabuk yıkılırlar. Özgür bilinç edindirip düşündürmeyi kendine onur misyonu yapmayan bir eğitime ve toplumsal görgü zoruna tutulan çocuklardan geleceğe umut bağlamaya utanan büyüklerin çoğalması dileğimle... YİRMİ ÜÇ NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI kutlu ve umutlu olsun!

Muharrem Soyek 

18 Nisan 2021 Pazar

Bir Mayıs

Bizdeki işçi kesimi emeklerinin karşılık haklarını örgütlü mücadele ile elde etmemiştir. TC devlet erkinin daha çok yurt dışındaki örneklerine bakarak yaptığı iş kurma ve işçi çalıştırma hukukuna bağlı kalarak, haklarını tepeden bir sunumla elde etmiştir. Gerçekte kendi varlığını oluşturmuş bir Türkiye işçi sınıfı da yoktur.

          

1800'lü yıllarda sanayileşmeye başlayan ülkelerde emekçiler sermaye karşısında haklarını alma ve koruma mücadelesine başlamışken, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde işçi ve diğer emekçiler gerçek anlamda böyle bir mücadeleye girmiş görünmezler. Böyle bir mücadele gereği, toplum tarihinin sınıfsal insan özellikleri ve ekonomik sistematiği bakımından da oluşmamıştı zaten. Bizde işçi ve emekçi olma bilinci, ilerleyen sanayi ile daha yeni oluşmaktadır. SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) 1946’da İşçi Sigortaları adıyla kurulmuştur. İşçi kesimi bu kuruluşun kendi gelecekleri için ne kadar önemli olduğunun farkında bile değildi. Öyle ki o günleri anımsayan emekli bir Beykoz Deri Kundura Fabrikası işçisinden dinlediğime göre, işçiler bu sigortanın aylıklarından kesinti için bir bahane sayılacağı gerekçesiyle sigortalı olmak istememişler; hatta işi yavaşlatma eylemi başlatmışlar. Fabrika müdürü hepsini yemekhaneye toplayıp huzurlarında kendilerinden kesinti yapılmayacağına yemin vermiş de anca ikna olmuşlar.


Ben Türkiye'deki emekçi sınıfın emeğin insanlık ilerlemesindeki değerini yüceltici yeterli eylem ve tasarımlar üretemedikleri kanısındayım. Gene de 1 Mayıs'ın resmen bir emekçi bayramı ilan edilmesi sevindirici bir uzlaşıdır. Peki nereden gelmektedir 1 Mayıs geleneği?


“İlk 1 Mayıs düşüncesi 1856 yılında Avustralyalı işçilerden ortaya çıktı. Avustralyalı işçiler 8 saatlik işgünü talebiyle toplantılar, eğlenceler ve gösteriler düzenlediler. 1866 yılında Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) dünya işçilerine 8 saatlik işgünü için mücadele çağrısı yaptı.


1886 yılının 1 Mayıs’ında Amerika’nın her yerinde işçiler grevler, mitingler ve eylemler düzenlediler. 8 saatlik işgünü talebinde bulundular. Chicago’da 200 bin işçi iş bıraktı. Siyah ve beyaz tenli işçiler 8 saatlik işgünü için birleştiler. Gösteri, yasa dışı olduğu gerekçesiyle bombayla dağıtılmaya çalışıldı. Çok ölen oldu. Ardından 4 işçi önderi idama götürüldü. Binlerce işçi işten atıldı; binlercesi de kara listelere alındı. Uluslararası İşçi Kongresi (II. Enternasyonal) 1889 yılında Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ı o kara güne ithafla işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü ilan etti.

 

Bize gelince… “1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde, 1905 yılında İzmir’de kutlandı. İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlaması 1910’da yapıldı. 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak “İşçi Bayramı” ilan edildi. 1924`te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı. 1935 yılında “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” düzenlemesiyle 1 Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ücretsiz tatil günü ilan edildi. 1981’de kendini TBMM yerine koyan askeri darbenin Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs’ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı. 2008 Nisan’ında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edildi. 2009 Nisan’ında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1 Mayıs günü resmi bayram kabul edildi.”


1 Mayıs her ne kadar işçilerin direniş bayramı olarak ortaya çıkmış olsa da bence bugünün ruhuna en yaraşır olan adlandırma, “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” olmalıdır.

*Ne güzel gündür bu gelen gün

Bin Bir Mayıs oldum ben

Sağımdan solumdan

Her yanım mahşer sadece insan…

 *Muharrem Soyek

 

17 Mart 2021 Çarşamba

Andımız Ve Milliyetçilik

Öğrencilere her sabah tekrar ettirdiğimiz “Andımız” başlıklı bir metin vardı. 1933’ten 2013 yılına kadar okuna geldi. 1972 ve 1997 yıllarında üstünde bazı ekleme ve düzeltmeler yapıldı. Ancak “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” başlangıç sözü ve “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyen bitiş sözü her zaman aynısı korunmuştur. Kaldırılırsa sanki Türk olduğumuzu unutup mutsuz olacakmışız korkumuzla tabulaşmaya başlayan andımız, 2013 yılında uygulamadan kaldırıldı.

İnsan, olduğu ya da olması gereken bir şeyi kendine her gün hem de devlet zoruyla hatırlatıyorsa ben orada bir sorun olduğundan kuşkulanırım. Türk’e yasa zoruyla ant içirerek Türk olduğunu hatırlatmak onu daha iyi bir Türk yapıyorsa bunu sadece okullarda değil, her fırsatta ve her yerde andımızı okumalıyız. Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişindeki gururu hak etmek keşke bu denli kolay olaydı...

Gene de andımızın kaldırılması gerekmezdi hani. “Türk’üm” demeye ırkçılık yüklemek zorlama bir zihinsel algıdır. Çünkü, T.C. vatandaşı herkese zaten Türk denir. Sanırım andın bitiş dizesi biraz sorunlu: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” Burada, doğrudan Türk ırkına feda olma arzusu seziliyor. Bence bu dize, “Varlığım vatana millete armağan olsun!” ya da “Varlığım Türk Milleti’ne armağan olsun!” diye düzenlenip okullarda İstiklal Marşı’nın peşinden okutulursa milli yüreği güçlendiren yerinde bir üst kimlik bilinci oluşturacağı kanısındayım.

Türklük’ dendiğinde elbette sözün köken anlamı gereği sadece Türk ırkından olma durumu anlaşılır. Oysa, ‘Türk Milleti’ dendiğinde kavram farklılaşır. Türklük dediğimde, Azeri Türkü’de anlam içine girer. Türk Milleti dediğimdeyse anlamın tüm içeriğini sadece T.C. yurttaşları doldurur. ‘Türk varlığı’ deyişi tam da bu yüzden ırkçı niyete yakıştırılabilir. Türk varlığı … Türklük … Türk soyu … deyişleri ‘Türk Irkı’ manasına hemen hemen özdeş vurgu yaparlar.

Milliyetçilik, vatan toprağını onun üstünde yaşayan insanların huzuru ve refahı için koruyup kollama ve ihya etme görevi ve ahlâk yiğitliğidir. Bu soylu görevi yaparken, eğer milliyetçi anlayış hizmet sunacağı insanları soya-sopa ve hatta herhangi bir yaşam biçimine göre seçmeye başlarsa, böylesi milliyetçilik, demokrasi adına haklı olarak ırkçılıkla ayıplanacaktır.

Başkanları Bush’un Irak işgalini protesto eden Amerikalıların taşıdığı bir pankart üzerinde, (2006): “Hangi bayrak masum insanların ölümüne neden olan günahı örtecek kadar büyük olabilir?” diye yazmaktaydı. Evet, hangi insan ırkı diğerlerinden daha üstün olacak kadar büyük olabilir ki?

 (Muharrem Soyek)

1 Ocak 2021 Cuma

Yılbaşı Hindisi

 

Milyonlarca ağaç ve hindi yılbaşı kutlaması için kesilmektedir. Ve milyonlarca hayvan da Kurban Bayramı kutlaması için kesilmektedir. İşin en mantıksız duygusal çarpışması da bu ikilemde kapışmaktadır. Yılbaşı kutlaması yapanların çoğu kurban kesimine, kurban kesenlerin çoğu da yılbaşı kutlamasına karşıdırlar. Gerçi hindiler ve kurbanlıklar doğal değiller; ağaçlar da zaten sanayi tipi özel yetiştirme fidanları; ormandan kesmek yasak. Bu kutlamalar doğaya doğrudan hasar vermiyor amma gene de insanın vicdanını burup canını sıkıyor... Hani bu kadar emek ve kaynak daha insancıl işlere, örneğin açlıktan kırılan insanlara yönlendirilse, bayramlar daha kutlu ve yeni yıllar daha mutlu olmaz mıydı? BM der ki, dünyada her 5-10 saniyede bir çocuk açlıktan ölmektedir… Muharrem Soyek

3 Aralık 2020 Perşembe

Dünya Engelliler Günü

Bu özel gün (Aralık 3) engellilerin başarılarını sergileyip onlara övgüler düzerek geçiştirme günü değildir. Hayatın geçici yansımasında bir üstünlük anıtı gibi kibirlenmenin aşağılık bir insanlık ayıbı olduğunu bazı engelsizlere hatırlatma fırsatıdır.

*Engele Takılma

Şükretme bahtına engelsiz geçince 

Sakın acıma engelliyi görünce 

Ne engelsiz var engelliden beter

Sen engelliye engel olma yeter.

Hangimiz engelsiz olandır?

İnsanın engeli gene insandır

Haydin! El ele gönül gönüle

Varalım tüm engelleri yıkmaya

Ta ki insandan engelsiz kalana… 

(M. Soyek şiiri)

*Akraba evlilikleri, gebelik öncesi tedbirsizlikler, aşıların zamanında yapılmaması ve kazalar; insanı engelli eden başlıca nedenlerdir. Birçok engelli değil mi ki birçok engelsiz başkalarının kusurlarından dolayı engelli olmuştur… İşte bu yüzden engelli insanlarımıza eğitim ve iş olanakları sağlamak, yaşam ortamlarını engelliye uyarlı düzenlemek, engelli ve engelsiz hepimizin en toplumsal varoluş borcu olmuştur.

En onulmaz iki insan engeli bilirim: Biri, sevgi sofrasına tüküren gönül; diğeri, engelliyi toplumun sırtında yük sayan beyindir. Sevginin ikramını hor göreni, engelli insanlarımızla alay edeni ve onları işe yaramaz sayanı ayıplamak, insan olmanın başat onuru yapılmadan biz bu iki engelimizi zor aşarız. Eh, aşamayınca kim diyebilir ki “insan oldum da öldüm!”

Engelli insanlara özel tasarlanmış hizmetleri işgal etmeyelim ve yeterli olması için yardımcı olalım. Bir gün aynı engelli durumun bizim de başımıza gelebileceğini unutmayalım. Hepimiz birer engelli adayı sayılırız; ya kaderden ya insandan... Aslında engelliye hürmet ve saygı, kendimiz için yaptığımız en sağlam ve bedava sigortadır. Bir gün bizi de engelli yapacak olası bir yaşam gerçekliğini görmezden gelmek, çürük binada deprem duasıyla oturmak kadar budala bir avuntudur…

Engelli yoktur, engelleyen engelsiz vardır…

*Muharrem Soyek


17 Mayıs 2019 Cuma

Zorunlu Eğitim tek tip olmalı


Adı bunun zorunlu eğitimse tek tip okul aracılığıyla verilmelidir. Eğitimde tümü kapsayan fırsat eşitliği ancak böyle sağlanır. Okul tek tip amma eğitim tek tip olmak zorunda değil. Sadece temel bilimler ile Türkçe ve artık dünya dili olmuş İngilizce zorunlu ve tek tip ders yapılmalıdır. Bu zorunlu dersler okul başarı notunda yüzde 50 ağırlıkta tutulmalıdır. Gerisi zaten seçmece; çeşit çeşit dersler içinden seç seçebildiğin kadar. Seçim adedinde sadece bir alt sınır belirlenir. Seçmeli dersler yüzde 25 not ağırlığı. Kalan yüzde 25 ise sosyal etkinlik katılımlarıyla tamamlanır. Amaç öğrenciyi düşündürmek ve kendisini tanımasına yardımcı olmaktır. Gerisi öğrencinin seçeceği özel ya da kamusal mesleki yüksek öğretim kurumlarınca tamamlanır. Tekniker düzeyindeki meslekler 3 yıllık, akademik düzeydeki meslekler de 6 yıllık oldu mu insan yeteneğine kalite gelir. Meslek okullarının son yılı mutlaka zorunlu çıraklık çalışmasıyla bitirilmelidir.

Zorunlu eğitime 12 yıl yeter, (2+10)... 4 yaşında başlar 16 yaşında biter. Zorunlu eğitimde sınıf değil ders geçmece olmalıdır. Geçilmeyen dersler dışarıdan tamamlanmalıdır. Böylece sınıfın öğrenci sayısı sabit tutulabilir. Elbette özel yetenekli ve özel engelli çocuklar için özelleştirilmiş eğitim veren okullar olacaktır. Bir tek onlar ayrıcalıklıdır.

Çocuklar büyüklerin hayal mimarları değillerdir. Onlar zorunlu eğitimle edindikleri düşünen bilinçleriyle kendi hayallerini kurgulamaya ehil duruma getirilmiyorsa eğitim misyonu bence çocukların değil büyüklerin çıkar hesabına hizmet ediyordur. Özellikle zorunlu eğitim, düşündürmeyi ve öğrencinin kendini bilmesini sağlayıcı sadelik içeren yol yöntemle insan yetiştirmeye odaklı yapılandırılmalıdır.

Şu anki uygulama insandan çok, çeşitlendirilmiş üretim gücü yetiştirmeye heveslidir. Çocuğa daha lisede 13-14 yaşında kendi seçimi bile olamayan mesleki üretim görevi yüklemek bana vicdanlı gelmiyor. Yani, şimdiki lise öncesi eğitim çocuğa mesleğini hevesle seçebilecek ne yetenek ne düşünen bilinç ne de arzulu bir özgüven vermektedir. Hani bunlar sağlansa çeşit çeşit lise olsun denebilir. Benim sistemde lise düzeyi sadece yüksek eğitim kurumuna kaydırılıyor, hepsi bu. Zorunlu eğitimse çocuğu bilinçli istekle seçim yapabilmeye hazırlayacak nitelikte olacaktır. Bu nitelikten dolayıdır ki, okul tek tip ancak öğrenci asla tek tip olamıyor.

Mesele çok saatli sıkı eğitim ya da az saatli esnek ve özgür eğitim sistematiği de değildir. Mesele doğrudan geleceğe insan yetiştirme amacına uyarlıktır. Amacımız neyse eğitim de ona hizmet edici kurgulanır. Benim eğitimsel amacım, öğrenciye bilgi yüklemek değil; bilgiyi kullanma becerisi yapan düşünmeyi öğretmektir. Sizin amacınız, öğrenciyi en fazla maddi kazanım sağlayıcı bilgiyle donatmaksa bugünkü eğitim sistemi tam da bu amaca uygundur.

Öğrenci vicdanlı bir bilinçle düşünmeyi öğrenmişse gerisini getirir. Aradığı bilgi insanlık tarihi arşivinde mevcuttur. Kalanı da kendi hayal gücüne takılı düşünme eylemiyle tamamlar. Ve kendisi baktı ki yeni bilgiler üretmiştir, onları da arşive ekleme özgürlüğünden endişe etmeyeceği ortamı biz sağlayalım yeter. Son dediğim, sadece demokrasinin laik hukuk devleti güvencesinde sağlanabilir.

Bunlar sadece ilkesel ana hatlar; ayrıntılar ayrıca uzman görüşleriyle ele alınmalıdır. Ancak temeldeki kusuru görmeden yapılacak en gösterişli reform bile işe yaramaz. Eğitimdeki temel kusur, eğitimin birincil hedef amacının öğrenciyi maddi kazanım becerisiyle donatmak olmasıdır. Oysa temel ve öncelikli amaç, öğrenciye özlenen insan karakterini oturtmaktır. O da elbette vicdanlı ve sanatsal estetiği yüksek bir yaşam biçimi sağlamaya yönelik düşündürücü eğitimle olur.

Eğitimde paranın gücüne bağlı fırsat eşitliği çeşitlilik yapılmıştır. Bu büyük bir adalet kusurudur. Zorunlu eğitim tam parasızken, alt ve üst düzey meslek eğitimi veren üniversal eğitimse paralı olmalıdır. Sadece, her madden yetersiz öğrenciye devlet tam burs vermelidir. Burs geri ödemeli olacaktır; ancak, ödeme uzun vadede ve sadece çalışır vaziyette olunduğu zamanlarda yapılır olmalıdır.

Darüşşafaka gibi bağışlarla parasız eğitim sunan liseler de artık kapılarını maddi yetersizliği olan herkese açan yüksek eğitim kurumlarına dönüşürler. Ya da MEB düzeniyle 12 yıl kesintisiz ve parasız eğitim verirler.

“Okumayı ve yazmayı öğrenmenin ne faydası var ki, düşünmeyi başkalarına bıraktıktan sonra!” Ernst R. Hauschkam

* “Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder.” Atatürk ) (Eğitim, olmazsa olmaz; ancak, bilimsel düşünmeyi öğretemiyorsa felaket olur)

Açık kapılardan açık fikir meydanlarına çıkılsın. Özünde yüksek sermayeye hizmetçi yetiştirmek üzere kurgulanmış bir eğitim sistemi üstünde yapılacak tüm iyi niyetli iyileştirme gayreti boşunadır. Kökten değişim zorunludur. Şu dünya servetinin yüzde 80’den bile fazlası dünya nüfusunun yüzde BİRİ elinde toplanmışsa, eğitim bu gerçekliğin baş mimarıdır. Sadece bizde değil, dünyada böyledir. Eğitim, farkında olsun olmasın gerçekte bu yüksek sermaye azınlığının çıkarlarına hizmet etmektedir. Değil mi ki insan sözde uygarlık adına daha çok maddi sahiplik için eğitimi önemsemek zorunda tutulmaktadır, bu böyledir. Değil mi ki anne babalar çocukları daha yüksek maddi statü kazansın diye özel okulların külfetine bir ömür harcamaktadırlar, bu böyledir. Böyledir çünkü her tüketim ve sahiplik zenginliğine azmeden başarı yolu mutlaka yüksek sermaye azınlığına ondalık bırakılan kapılardan geçer.

Zorunlu eğitim bu nedenle öğrenciyi anamalcı kurumlara eleman yetiştirme görevinden alınıp, sadece vicdanlı bilinçle düşünen insan yetiştirme üzerine kurgulanmalıdır. Meslek işi, kişinin fırsat eşitliğiyle seçeceği ve seçileceği meslek yüksek eğitim kurumlarınca, yani üniversitelerde verilmelidir. Zorunlu eğitimde fırsat eşitliği olmaz; çünkü zorunlu olan hiçbir şey fırsat koşulu belirlemez; kim olursa olsun fırsat kapısına toslamadan zorunlu olarak zorunlu eğitimden geçirilir.

Muharrem Soyek

23 Mart 2019 Cumartesi

CENNETİN KRALLIĞI



Hz. İsa tarafından havarisi Thomas'a bizzat yazdırdığı rivayet edilen Thomas İncil'i 1945 yılında Yukarı Mısır'da Nag Hammadi bölgesinde köylüler tarafından antik mezarlık olan bir kaya oyuğunda bakır levhaya sarılı 12 el yazması hâlinde bir testinin içinde bulunmuştur. Hz. İsa zamanında konuşulan Aramaic dilinde yazılı bu belgeler Vatikan tarafından İncil aslı olarak kabul görmedi.

Ben işin din bilim tarafını ilâhiyatçılara bırakıyorum elbette. Ancak söz konusu yazıttan bir çeviri alıntısını düşünce küpesi yaptım. Çevirinin ne denli aslına uygun olduğu ve hatta uydurma olabileceği kuşkusu küpenin değerini düşürmez. Buluntu Thomas İncili'nden dünyalık felsefeme uyarladığım iki söz incisi:

1-* “Bütünü algılayan kimse kendisinden mahrum ise, bütünden de mahrumdur” Ben bu özdeyişten bir erdemlik algısı kaptım: ‘benlik bilincini, yani kendini bilmeyi her şeyin üstünde özgürlük tacı yapamayan kimse her şeyi bilse de asla bütüne eremez’, dedim.

2-* “Arayınız bulacaksınız. İkiyi bir yapınca insanoğlu olursunuz ve eğer derseniz: ‘uzaklaş ey dağ!’, dağ uzaklaşacaktır”. (Birbirimize yakınlaşmayı istemeliyiz. Tabi ki yaklaş ey dağ" diyince dağ yaklaşmaz, fakat bizi dağa ulaştırıp da tırmandıracak yol zihnimizde görünür olur. Bence bu yaklaşım yolu, ‘aklın yolu birdir’ özdeyişindeki akıl birliği manasına çıkan "ikiyi bir yap" öğüdüyle burada gösterilmiş oluyor. İkiyi bir yapabilen, yani çok olanı birlikte paylaşabilen kişi insan olmanın en zorlu dağını da aşmış olur.)

Halil Cibran şöyle der: "Gerçek bilge sizi kendi bilgelik evine davet etmez; sadece evinin eşiğine kadar size rehberlik eder" Çünkü eşikten içeri mana herkesin kendi benliğidir…

Hz. İsa’nın da söylediği şudur: “Arayınız bulacaksınız! Gerçeğin kralını arayacaksın ve gerçek olmakla kurtulacaksın. Cennetin krallığı içindedir…” Öyleyse ben derim ki, cehennem de kendine kral olamayanın korkusudur.

İnfaz tepesine kadar İsa'nın sırtında taşıdığı çarmıhın üstümüzdeki günahı İsa'yı göğe çıkartmakla bağışlanmış değildir; merhametli vicdan adaletini bilincine mühürlemedikçe hiçbir insan çarmıhın günahından arınmayacaktır...
Muharrem Soyek
***

23 Şubat 2019 Cumartesi

Ölüm Hakkı

Ölüm arzusu, hayatın bir sonraki anına geçme umuduna rest çekmektir. Eğer bu bilinçli bir arzuysa saygı duyulmalıdır. Kendini yok etme hakkı, (ötenazi) yasalarla korumaya alınmalıdır. Koşulları belirlenmeli ve hakkını kullanmak isteyene yardımcı olunmalıdır. Ötenazi intihar gibi bir kendinden, yani yaşamdan kaçış değildir. Ölüme bilinçli bir teslimiyettir. İnsanın aklı başında olduğu hâlde sağlık nedeniyle hiçbir zaman özgür varlığıyla yaşamını sürdüremeyeceği bilgisini netleştiren iradesiyle alabileceği intihar kararı da diyebiliriz buna. Ölüm hakkı, engelli olmanın ruhsal çöküntüsüne çare yapılamaz. Bedensel engelden ileri, beynini bile kullanamadan yaşamaya karşı hayattan cesur bir vazgeçiştir. 

İnsan bitki gibi yaşamak istemez; öleceksek de sürünmeden ölelim. Bitkisel yaşama geçme ertesinde veya yaşarken işkence gibi acılara katlanmak zorunda olduğunda insanın aklı başındayken yaptığı seçimiyle kullanılabilir bir hak yapılmalıdır.

Muharrem Soyek 

2 Ocak 2019 Çarşamba

Halka Hizmet


“Halka hizmet, Hak’ka hizmet!” değil de “Hak’ka hizmet, halka hizmet!” demek mi gerekiyor?

Mana yapıcı bakış açısı aynı olsa da bakışın odak noktasından dolayı mana eyleminin öncelik hedefi farklılaşıyor. Gene de nereden baksak tek parça. Halka hizmet Hak'kın yaratım övüncü olan insanı yüceltici olmasıyla Hak'ka hizmet sayılır. Hak'ka hizmetse daha geniş bir alanı kapsayarak içinde insanın da bulunduğu varoluş ortamını iyileştirme eylemidir. İnancın iman gerçekliğindeyse Hak'kın insan işi hizmete ihtiyacı olduğu düşünülemez. Bu sadece insanın kendini Hak'ka yakınlaştırma eylemiyle Hak'kın rızasını kazanma işidir. İşte bu Hak rızasını en üst düzeyde kazanma işi halka hizmetle oluşur ki tasavvuf görüsünde Hak rızası için yapılan her şey gibi o da Hak'ka hizmet sayılır. Vurgulanmak istenen şey, Halk'a hizmetin Hak rızasını yüksek derecede alacak bir iş olduğudur. "Hak'ka hizmet halka hizmettir!" deyişi aynı kapıya çıksa da çok daha geniş bir hizmet alanı açarak halka hizmetin Hak rızasındaki öncelikli yerini vurgulamıyor.


Gerçekte kimse doğrudan halka hizmet için var olmaz; herkesin hizmeti aslında kendinedir. Özdeyişin kursağında bu mana saklıdır. İşin aslı, halka hizmet ile Hak nezdinde muteber olmaktır. Halka hizmet sadece halkın örgütlü ve kurumsal demokrasi bilinciyle devletten hak ve hukuk eşitliğinde hizmet almayı kendine hak yapmasıyla olasıdır.

Muharrem Soyek

8 Kasım 2018 Perşembe

Organ Bağışı


Bireyleri sağlıksız bir toplumun uygarlık düzeyi ne olursa olsun, mutlu yaşam hayali Cennet’e ertelenmiş bir inançtan ibaret kalır. Bu yüzden sözü uzatmadan konuya dalacağım.

Sağlığında aksini istemediyse 21 yaş ve üstü her ölenin organları mirasçılarının izni alınmadan bir başkasına takılabilmeli. Ne de olsa; Tanrı leşleri değil, ruhları sorguya çekiyor. Bence, insanın tıbben beden dokunulmazlığı bedenin canlı oluşundaki irade hükmüyle koşulludur. Ölünün aklı başında iradesi yoktur. Ancak ve ancak kişinin aklı başındaki iradesiyle sunacağı beyanla ölümünden sonra organlarının alınmasına insani engel oluşturulmalı.

Aslında dinsel bakışa göre de diyebilirim ki organlarımız bizim değil Tanrı’nın malıdır. İtiraz bizden değil Tanrı’dan gelmeliydi. Hangi tanrı nimetlerinin iyilik için kullanılmasını istemez ki? Bu gerçek üzere yorumlayınca, ölümden sonra işe yaramaz organımızla Tanrı’nın kullarından birine şifa olunması, nice günahların affına neden olacak büyük sevap olmaz mı? Gene de ahrete organlarıyla birlikte göç etmek isteyen her kimse, 18 yaş üstü herhangi bir zamanda nüfusa uğrayıp kimlik hanesine “organlı gömü” notu düşürtebilir. Mirasçıları razı olsalar bile bu kişilerin organları alınamaz; kişinin yaşarkenki iradi seçimine saygının gereği bu istek mirasçılarını da bağlar. Ancak henüz organlı gömü beyanı yapmamış 18 yaştan büyük 21 yaş altı ve her 18 yaş altı ölülerden mirasçı iradesiyle organ alımı yapılabilir. 18-21 yaş aralığındaki herkese organ bağışı hukukuyla ilgili yılda en az iki kez bilgilendirme mektubu gönderilir. Bilgilenmelerine rağmen, organlı gömü beyanı yapmamış tüm 21 yaş üstü insanlar, öldüklerinde hukuken organ bağışı yapmış irade sayılırlar. Elbette 21 yaşından sonraki herhangi bir yaşında kişi fikrini değiştirip “organlı gömü” seçimi yapabilir.

Kan bağışı da toplumsal bir insani paylaşım görevi yapılmalıdır. 18-60 yaş aralığındaki kan vermek istemediğini beyan etmemiş olan sağlıklı herkesten yılda bir kez ve ihtiyaç hâlindeyse özel davetle aynı yıl ikinci kez kan alınabilmelidir. Kan alımı, davetiye ile yapılmalıdır. Davette, kan vermeye gelemeyenin özür bildirmesi için e-posta ve telefonlar da yer almalıdır. Kan vermek sağlıklı bedene hiçbir zarar vermediği için bence bu işlem kişinin beden dokunulmazlığı ilkesini bozmaz. Tıpkı aşı olmak gibi, kan vermek de toplum sağlığını koruma yöntemidir. Yani, kan vermek bireyin toplumsal varlığının gereği insani hizmet görevi yapılmalıdır. Sağlıklı olduğu hâlde beyanla kan vermek istemediğini bildirenden gerekirse kan vergisi alınmalıdır. Bir gün gelir sentetik kan yaparız da bu tartışma da gereksiz kalır inşallah!

Muharrem Soyek

30 Eylül 2018 Pazar

Kendini Kandırmaca

                 foto: Bilkan Uçkan


"İnsanın en büyük zaafı kendisini bizzat kendi tarafından kandırabilmesidir. Bu yalan meşrulaştırılır ve zamanla gerçeğe dönüşür." ( Freud )

Bence bu zaaf, bilincin haddini bilecek kadar kendini bilir olmayışından kaynaklanıyor. Genel doğruluk yapan bir insan zaafı sayamam. Eğitim-öğretim ve görenek, bilgilendirmekten öte bilgi yapan düşünmeyi sağlasa ve ayrıca var-oluş başarısı da bilgiyi kullanma ahlâkıyle değerlendirmeye bağlansa insan bilinci kendini kandırma zaafına karşı oldukça güçlendirilmiş olur.

Bana göre insan bilinci iki biçimde haddini bilme olgusu yapar. İlk olarak dış gerçekliğe karşı haddini bilmesi vardır. İkinci olarak da insanın içsel duyum ve algı gerçekliğine, yani bilincin kendinden oluşturduğu kavramların gerçekliğine karşı haddini bilir olması vardır.

İlkindeki haddini bilmişlikte, yani dış gerçekliğe karşı yeteri kadar bilgiyle bilimsel çözümleme yapabilir âlimlikte değilse ileri sürdüğü savların kesin doğruluk iddiasında olmaz. Bilgilenip de bilgiyi sınamadan doğruluk iddiasında olan bilinçse kendini kandırma zaafına tutulmuştur.

İkinci durum haddini bilir olmada bilinç kendi üretimi kavramların doğruluk bilgisini dış yaşam ortamında deneyleyip sınamadan kesin gerçeklik doğrusu saymaz. İkinci durumluk bilincin haddini bilmezliğiyse, yani kendi üretimi bilgi kavramlarını kendi dışında sınamadan kesin gerçeklik doğrusu sayması da bence bilincin haddini iyice aşarak kendini kandırmasıdır.

Bir insan kendini ancak gene kendi bilinciyle kandırabilir. İnsanın kandırılması da dışarıdan sunulan yalanı gerçek sandıran bilinçsel algısıyla oluşur; ancak bu durum kendini kandırma değil de kandırılma eylemini oluşturur. Şimdi ben buradaki görüşlerimin doğruluğunda ısrarcı bir inatla karşı görüşleri reddetsem ve bilincimin ürettiği mana kavramlarını mutlak doğru saysam kendimi kendi bilincimle kandırmış olmaz mıyım?

"Düşünmeyi öğrenmiş insan hiçbir şeye gözü (aklı) yumulu kanmaz." Tolstoy... Şimdi, Tolstoy'un özdeyişini doğru sayarsak Freud’un görüşünden herkesin her zaman kendini kandıran zaafla var olduğu tespiti yapılamaz. Gene de herkesin bir zaaf anı olmuştur ve bilincinin gerçeklik yanılsamasıyla kendini kandırmıştır. Bakın işte bu tespitim her insan için geçerli doğruluktadır. Her kim, "ben hiçbir zaman kendimi kandırmadım" dediği an kendini kandırmıştır bile...

Muharrem Soyek
***

10 Eylül 2018 Pazartesi

Aşkın Cinsiyet Değeri


* Bir erkeğin aşkı belli bir tatmin döneminden sonra hissedilebilir derecede azalır; başka kadınlar onu sahip olduğu kadından daha fazla çekmeye başlar.  Hâlbuki bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun nedeni, doğanın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek, kolaylıkla bir yılda yüzden fazla kadına çocuk yaptırabilir; oysa kadın ne kadar fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda bir kez doğum yapabilir. Yani, kadının cinsel güdüyle çok erkekle çiftleşmesinde doğal var-oluş amacına uygunluk yoktur. Bu sebepten dolayı, bir kadın her zaman tek bir erkeğe bağlı kalır. Zira doğa onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan bir erkeğe bağlanmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat olgusu kadın için doğal bir durumken, erkek için doğal değildir.
- Schopenhauer

(Cinsel güdüyle kadının seçkin bir erkekle yetindiği ancak erkeğin birçok kadınla olmayı arzuladığı doğal var-oluş nedenseline bağlanabilir. Ancak, kadının evlilik sadakatini doğal bir durum saymak hatalı bir yaklaşım yapar. Her şeyden önce kadının evlilik bağına daha sadık kaldığı kuşkulu bir gerçeklik yapar. Diğer bir mantık bükücü tespitse evliliğin doğal bir olgu olmayışıdır. Evlilik doğal değilken evlilik sadakati doğal oluş nedenine bağlanabilir mi? Bence bağlanamaz. Üstelik insan artık kendi doğal güdüsel var-oluşunu çoktan aşmıştır. Schopenhauer bir de maddi gözlem hatası yapmış. Doğal var-oluşta genel olarak çocukların bakımı ve büyütülmesini dişiler üstlenir. Bu nedenle kadının doğal güdüyle çocuğunu bakıp koruyacağı beklentisiyle erkeğe bağlandığı iddiası da zorlama bir gerçeklik yapıyor. Ayrıca, insan artık sadece doğasındaki üreme dürtüsüyle cinsel sevişme yapmıyor; bunu yaşantısına haz kattığı için bilinçli olarak arzuluyor. Yani kadın da çocuk doğurmayı bir kenara bırakıp birçok erkekle cinsel sevişme arzusu duyar ve bunu yapabilir de. Üstelik kadınların çok kocalı oldukları devirleri de görmezden gelemeyiz.

Evlilikte ve cinsel sevişme ilişkisindeki sadakat kadının ve erkeğin doğal var-oluş meziyeti olmaktan çıkmıştır. Şimdi insanın kendini bilir bilinçle var-olma zamanıdır. Yani, artık aşkı cinsel güdüye ve evlilik sadakatini doğal var-oluş genlerine bağlayarak değerlendirme vakti geçmiştir. Şimdi kendini bilir insan, aşkı da evliliği de kendinden sorumlu bilinciyle yaşar. Bu bizi insan yapan evrimsel var-oluşumuzun en üst düzeyidir.

Schopenhauer hiç kuşkusuz ki çok önemli bir düşünür ve eğitmendir. Ancak... Türkiye'de bizi asıl yanıltan, sözü söyleyen yabancıysa onu mutlak doğru saymaya yatkınlığımızdır. Schopenhauer'un bu sözü kendi gözlem ve kişisel deneyimleri içinde ciddiye alınmalıdır; kendi okumalarımız, bilgi birikimlerimizle ve sorgucu kuşkuyla kendi zaman boyutumuzun algısıyla yorumlayabilmeliyiz.  Muharrem Soyek)

9 Eylül 2018 Pazar

Hak Verilmez Alınır

Doğrudur! Hak ancak kendisini alanın kullanımıyla somutlaşır. Tarihte hakların kanlı ve zor uğraşlar sonunda alındığı gerçeği de kayıtlıdır. Ancak kurumsallaşan ileri demokrasiler yüzünden bu hak alma uğraşısı artık eskisi gibi kanlı ve zorlu olmuyor. Alınacak hak için artık silahlı devrim zoru gerekmiyor. Haklar oy karşılığı hak ediliyor; edilemezse şiddetsiz gösterilerle dayatılıyor. Bence günümüz demokratik dünyasında bu söz, “Hak, almak istemeyene bile hakkınca verilir” deyişine evrilmiştir bile. Her şeye rağmen, demokrasi adına verilmiş olsa da sahiplenilip benimsenmeyen bir hak, alınmış sayılmaz.

Örneğin, kadına seçme ve seçilme hakkını ilk tanımışlardan olmakla böbürleniriz de bu hakkın hâlâ daha istekle ve etkin biçimde alınmış olmayışına pek kafa yormayız. Bu bağlamda “hak verilmez alınır” sözü cuk oturmaktadır aslında. Günümüz demokrasi tıynetinde sözün özü, ‘hak verilmiş olsa bile onu alan yoksa o hak yok hükmünde kalır’ demeye gelir... Şairin, (Attilâ İlhan) “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” demesi gibidir...

Özgürlükçü demokrasiyle bağdaşır olan hakkımızı almaya istekli ve azimli olmak yetmez; o hakkın kullanımını da öğrenmek zorundayız. Verilmiş olsa bile, almaya çekindiğimiz ya da demokratik adalet düzeyinde kullanılabilir koşulları oluşturulmamış yasal bir hakkın, anca kullanımdan düşmüş para kadar değeri olur... Beri yanda yasal güvenceye bağlanmamış bir hakkın kullanımı da demokrasiyi huzursuz eder. Demokrasi, hakların hukukunu belirlemeden insanlık hakkınca işletilemez…

“Hak verilmez, alınır!” demişler demesine de bu sözdeki “verilmez” hükmü, gerçek demokraside uygarlık ayıbı büyük utançtır. Sözün doğrudan geçerliği anca ilkel insanlık ve hayvanlar âlemi içindir. Hayvanlar, doğal olarak haklarını alırlar da hak vermeyi düşünmezler.

Uygarlaşmış insanlık âleminde işler farklı yürür. Gerçekten insan olan, her şeyin hakkını vermeyi ve her şeyden de hakkını almayı aynı değerde erdemden sayar. Bu erdemli davranışa bağlanarak, “Hak verilir, hakkıyla da alınır!” demek bence insanlığın uygarlık tıynetine daha uygun düşüyor. Ayrıca kendiliğinden, yani bir alma zorlamasına tutulmadan verilen hak, vicdanlı olmanın da erdemindendir…
*
Muharrem Soyek



8 Eylül 2018 Cumartesi

Dünya Okuma Günü



Bugünün Dünya Okuma Günü olduğunu öğrenince son zamanlarda ne kadar az kitap okuduğumu fark ettim. Galiba bilgisayar başında ve internet içinde okuma alışkanlığım okuma arzumun egemen gücü olmuş. Oysa eskiden kitabı tez açıp okumak için ne kadar heyecanlanırdım…
Okumak üzerinden bir geçelim bakalım:
***
* Sordular anneye, "Çocuğunu okumaya nasıl teşvik ettin?"
Dedi ki, " Çocuklar bizi duymazlar, duysalar da anlamazlar, anlasalar da tez unuturlar. Onlar büyüklerini taklit etmeyi severler; çünkü tez büyümek isterler." Muharrem Soyek
*Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız; söyleyeyim: ANNEM'dir. Abraham LINCOLN
*"Kitapsız büyütülen çocuk, çorak toprağa benzer." (Çin Atasözü)
* "Niye kitap okumuyorlar?" demek, "Niye piyano çalmıyorlar?" demek gibidir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, ona göre hazırlanmak gerekir. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu da çocuklukta başlayan disiplinli alışkanlık süreciyle oluşur. Reşat Nuri Güntekin
* Ne kadar okuyup öğrensen boşunadır; bildiğine yakışır biçimde yaşamazsan gene cahilsindir. Sad-i Şirazi (Ne kadar bilirsen bil, bildiğinle insana yakışır biçimde yaşamıyorsan cahilsin demektir. Ya da, “Ne kadar okursan oku, okumaktan öğrendiğinle insana yaraşır biçimde yaşamıyorsan cahilsindir.” Muharrem Soyek)
* Okumak ciddi bir iştir. Okumayı sevsek ve okuyacak kitap bulsak bile, eğer neyi okuyacağımızı bilinçli seçimle belirleyemiyor ve okuduğumuzla bilinç yapıcı ilişki kuramıyorsak okumanın ne olduğunu henüz kavramış değilizdir. Muharrem Soyek
* "İlginçtir, insan bir kitabı okuyamaz: ancak yeniden okuyabilir," (Vladimir Vladimiroviç Nabokov 1899 – 1977; ) Rus asıllı ABD'li yazar:
(Kitabın hası asla okunmuş olmaz; ancak yeniden okunmak üzere kapanır. Kitap okumak, haber ve ilan okumaya benzemez. Haberi ve ilanı okursunuz ve okuduğunuz anlam sabitliğinde kalırsınız; hayal ve zihinsel duyumlarınızın kurgusuyla biçimlendirip yeniden okuyamazsınız. Kitap okunurken zihinde ve gönül aynasında kendini yeniden okutan hayaller üretir. Farkı bundandır. Eğer kitabın içinde zihinsel ve duygusal hayallerinizi de okuyor değilseniz kitabı okumuş olmazsınız; sadece öğrenmiş olursunuz. Kitap, yenilenen hayaller, düşünce ve duygularla farklı kavramlar oluşturur. Tabi ki sözü edilen kitap duygusal ve zihinsel mana açımları engin olandır. Böyle bir kitap okunmaz; hep yeniden okunur. Muharrem Soyek)
*"Hiç bir iyi kitap, anlama gayretiyle okuyup bitirilmeden gerçek yüzünü göstermez." (Carlyle)
* Düşüncenin ufkunu genişleten hayal gücünü edebi özlüğüyle yükselten bir kitap insanı kendinden soyutlar; cismen küçültür ve her okunduğunda insanlığa yükselen yeni duygu ve düşünce hâllerine çeker. Konusu ne olursa olsun böylesi bir kitap artık uygarlık mirası olmuştur. M. Soyek
* “Çok fazla okuyan, fakat beynini çok az kullanan insan, düşüncenin tembel alışkanlıkları içinde kalır.” Albert Einstein (Bu sözün öz manası, anladığını değil de okuduğunu düşüncesi sanan bir tembel alışkanlığına yergidir.)
* Gezmeyi hayatın somut gerçekliğiyle tanışmak olarak anlamlandırınca “Okuyan değil, gezen bilir” özdeyişi okumayı küçümsemez; “Okumak yetmez, gezmek de gerek” der. “Hayatı tanımlamak için okumak yetmez, nice yaşantılardan da bilmek gerek” der. Okumaktan fikir yapılır; nice okurlar nice farklı fikirler yaparlar. Okumaktan yapılan fikir yaşamaktan alınan bilgiyi çözümleyici en etkili unsurdur. Yani, okunmuş olanı yaşamla somutlaştıran kişi daha bilgiç olur. Muharrem Soyek
* Samuel Smiles; “Kitaplardan elde edilen tecrübe, ekseriya kıymetli olmakla beraber, sadece bir öğrenmedir; asıl hayattan edinilen tecrübeler ki hikmet mahiyetini taşır.”
Kısa mesaj hızında yaşadığımız dünyada daha fazlası okuma eziyeti yapar; burada keseyim.
Sevgiyle okumada kalın,
Muharrem Soyek

10 Ağustos 2018 Cuma

Aşıyı Red Hakkı

Aşı Olmayı Reddetme Hakkı

Aşı yaptırmayı reddetmek özgürlük hakkı sayılır mı?

Türkiye’de 23 bin ailenin çocuğunu bulaşıcı hastalıklara karşı aşılamayı reddettiği saptanmıştır. 2019 yılının ilk dokuz ayında ise kızamık vakaları önceki yılın aynı dönemine kıyasla 5.2 kat artarak 2 bin 666’ya ulaştı.

Ana babanın çocuk üzerindeki iradesi dokunulmaz mıdır? Aşıyı reddetmek çocuğun anası babasının bileceği iştir demek bence çok temel bir insan hakkının gaspına bahane vermektir. Sağlıklı yaşama hakkı vazgeçilemez bir insan hakkı değil midir? Ayrıca, aşıyı reddetmek sadece çocuğun bireysel varlığını ilgilendiren bir durum değildir. Aşısız insan sayısı arttıkça ciddi bir toplum sağlığı sorunu oluşur. Çünkü, aşı genellikle bulaşıcı hastalıklara karşı öngörülmüş koruyucu bir tedbirdir. Nitekim Avrupa’da aşı reddi modasından dolayı şimdiden ölümlü kızamık vakaları görülmeye başlamış bile.

Aşıyı reddetmek bilmişlik kibridir; ya diplomalı cehalettir ya kör kaderciliktir. Hani haddini bilen diplomasız cahil bu konuda bir fikir yürütemediği için iradesini devletçe yürütülen bilimsel toplum sağlığı politikalarına teslim eder. Bu teslimiyeti kırmak içinse bazı aşılarda koruyucu madde olarak domuz yağı kullanıldığı bilgisi yaymakla dini kaygı yaratılmaktadır. Bir diğer korkutma yalanı olarak da bazı aşıların içerdiği alüminyum katkısının alzheimer, yani ‘anlık hafıza’ hastalığına neden olduğu haberi yayılmaktadır. Oysa alzaymır ile alüminyum fazlalığı arasındaki doğrudan veya dolaylı bağlantıya bilimsel kesinlik kazandırılmış bile değildir. Ola ki bir bağlantı olsa bile aşının içerdiği alüminyum miktarıyla olmadığı kesindir. Olaydı ortalık gencecik alzaymır hastalarından geçilmezdi. Bir çocuğun 1 yaşına gelene kadar yapılan bütün aşılardan aldığı toplam alüminyum miktarı, BİR adet derin deniz balığında (levrekte, barbunda) bulunan alüminyumdan çok daha azdır.

Diyelim ki ben çocuğuma aşı yaptırmayı reddettim. Çocuğum kızamıktan ölürse ben hukuken ne kadar sorumlu olurum? Hukuk sorumsuz bulursa hangi vicdan bu hükmü onaylar?

 “Ben aşı yaptırmam!” demek de bir özgürlüktür elbet; ancak bu özgürlük koşulludur. Aşı yaptırmayan toplumsal ilişkilerini de dondurmalıdır; en azından salgın geçinceye kadar... Hani bulaşıcı olmayan hastalıklarda neyse de bulaşıcı olanlar için koşulsuz özgürlükle aşıyı reddetme hakkı oluşmaz. Bunun hukuki gerekçelerini ve yaptırımlarını belirleme TBMM görevidir. Hele de şu Covid-19 salgını sırasında ivedi bir görev olmuştur.

Ancak, bireysel iradeyi hepten dışlayan yasakçı bir zihniyetle sunulacak yasal çözüm; aşı karşıtlığını gidermez, tersine daha da güçlendirir. İnsan inançla kaderine sarılmışsa işte onu kendi inanç kaynağı dışındaki hiçbir toplumsal varoluş gücü ikna edemez. Gene de inançsal görüdeki inat bile özgür bırakıldığında kendi tarihsel deneyimleriyle evrilerek bilimsel gerçekliğe tutunmaya başlar. Bu yüzden ceza yaptırımlı zorunlu toplumsal aşılamayı uygun bulmam. Sadece, salgın hastalık aşılarını yaptırmayanlara, en azından salgın nedeni giderilinceye kadar bazı toplumsal yaşam kısıtları getirilmelidir.

*
Muharrem Soyek

2 Ağustos 2018 Perşembe

Eko İnsan


Ben insanın doğa ile uyumlu çevreci bilinçle var olmasını sadece yeşil ve temiz bir çevrede yaşama arzumdan dolayı değil; ayrıca, dünyanın yokluğunda bile insan uygarlığının sürdürülebilir yapılmasına yeterli zaman kalması için önemsiyorum. Şöyle ki, her şeyin zaten bir sonu var; ölümün bile… Yani, biz zaten dünyanın kendini yenileyici devinim sistemini sonsuza kadar koruyamayız. Bence böyle bir sonsuzluk, doğanın evrimsel gerçekliğine de aykırı olurdu. Ne var ki, ‘dünya doğasının nasılsa sonu gelecek’ boş vermişliğine kaptırıp doğal varoluş dengesine salacağımız uygarlık kirleri, zorlamalı bir erken bozulma nedeni olabilir. Henüz uzaysal yaşam uygarlığına geçmediğimizden dolayı bu bozulma bizim sonumuzu bile getirebilir. Daha Dünya’nın sonu gelmeden biz kendi sonumuzu getirmiş oluruz. İnsanlığı Dünya yok oluncaya kadar sürdürmek, ancak doğanın varoluş devinimini kollamayı kendine görev sayan küresel insan uygarlığıyla olasıdır. Varlığımızı sürdürsek bile pek mutlu olamayız… Eko-insan bu uygarlığı hem talep eden hem de yaşantısını doğanın varoluş devinimini bozmayacak biçimde düzenlemeye uğraşan insandır.

 Dünya doğasının kendi varoluş evrimi içinde doğal yok oluşundan önce, umarım insan uygarlığı evrende bir yerde var olabilmek için yapay yaşam doğasını üretmeyi başarmış olur. Bir gün gelecek dünyayı terk etmek zorunda kalacağız; işte o gün geldiğinde insan başka dünyalarda, hatta uzay gemilerinde yaşamını sürdürmeye yeterli ortamı yaratabilecek bilgi ve beceriye sahip olarak dünyayı terk edebilmelidir. Eh, bu bilgi ve beceriyi de ister istemez dünya üzerindeki doğadan öğrenerek edinmek zorundayız. Bilgisine ve nimetlerine henüz bağımlı olduğumuz doğayı kendi elimizle yok etmek tam bir budalalık olur. Ancak, sadece ulusal çapta somutlaşan çevre politikaları ulusal çevreyi bile kurtarmaya yetmez. Çünkü dünya doğası bir bütündür ve hiçbir ulusal sınırla parçalanamaz.

 Dünya’nın canlılık doğasını hepten yok edecek kadar doğal varoluşu bozabiliriz de! İnsan neslini umursamadan doğayı sömürüp kirletmeye devam edebiliriz… Seçim bizimdir! Böyle bir olasılıkta hayat bizi umursamadan zamanın sabrına sarılıp farklı doğal ortamlar oluşturmaya devam edecektir. Can çivileyici soru, “Hayatın yeni doğasında insana da bir yer olacak mı?” merakımdan geldi... İnsanı hayatın bir mucizesi sayan aklım, aynı mucizenin ikinci kez oluşacağına inanmadı. Zaten tekrarı olası olan hangi şey mucizeden sayılır ki? Endişem bu yüzden sıkıntı basar geleceğin hayaline. Bu nedenle insan uygarlığı, aklın bilimini kendine yol yapıp da varlık nedeni olan dünya doğasını korumayı, uzak geleceğinin sigortası saymalıdır. “Eko-insan” davranışı bu bilinçle anlam kazanır.

 Yaşadığımız dünya bizim değerlerimizden başka bir şey değildir. İlk yapmamız gereken şey değerlerimizi gözden geçirmek olmalıdır. En büyük ve pahalıyı, en lüks olanı satın alabildiği için insanın özlük değerinde bir artış olmadığını bilincimize dank ettirmeliyiz…

 Deniz Kızılçeç çevirisi; “Marx’ın Ekolojik-İktisat ve Doğa Üzerine Düşünceler” adlı kitabın tanıtım sözcesinden bir alıntı: “Marx’a göre insan, doğadaki güzelliğin yasaları doğrultusunda üretmeyi ve tüketmeyi hedeflemelidir.” Bence, insan uygarlığının onuru olabilmenin en bağlayıcı ipucu budur. Çünkü insanın en yüksek uygarlık ülküsü ancak böyle gerçek olabilir. Çevre koruma ve kollama kavramı insandan bağımsız bir anlam yapmaz. İnsanın her tür varoluş eylemi, doğal çevreyi ya bozucu ya koruyup kollayıcı ya da iyileştirici bir etken oluşturur…

Muharrem Soyek

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Adalet, eşitsizlikte eşit fırsat ve huzur hakkıdır



Yaratılışın doğası eşitsizlik üzerine kuruludur; doğa ne var etme ne var olma fırsatında eşitliği umursar. Fırsat ve hak eşitliği sadece insan uygarlığı ürünüdür. Eşit nesnellikte doğmayan ve yaşayamayan insanlar, mülkiyet üretme ve özgür yaşama hakkı koşullarını sadece adaletin gücüne yaslanarak eşit hak ve fırsatlarla hem seçebilir hem belirleyebilir olurlar. Bu da eşitsizlikten ivmelenen doğal evrimden insanı ayıran üstün bir uygarlık özelliğidir. Adalet doğal evrimin kendini bilmiş bilinç düzeyinin en yüce erdemidir…

*  Adalet zaten eşitlik değildir; eşit olma fırsatına özgürlük vermektir. Öte yanda eşitlik de adalete engel değildir. Adalet herkesi eşit yargılama ilkesini hükmüne temel yapsa da, adaletin görevi hiçbir zaman insanları eşitlemek değildir; görev, adalete erişim yol ve fırsatlarını herkese aynı ölçüde açık tutmaktır. Adalet, güçsüzün savunma hakkını güçlüye eşitleyen toplumsal vicdanın gücüdür. Ancak, güçsüzün hakkını güçlününkine eş tutarken güçlünün yasal haklarından kırpıp güçsüzünkine eklemez.

Muharrem Soyek
***

27 Temmuz 2018 Cuma

Büyülü Dükkân


Uzak hayal diyarlarından birinde, mor tepelerin arasında, istediğin zaman bembeyaz kar örtüsü ile ve bir daha istediğin zaman rengârenk kır çiçekleri ve meyve bahçeleriyle kaplanan bir vadi vardı. Ortasından duru mavi bir ırmağın geçtiği bu vadi, "Büyülü Vadi" olarak anılırdı. Ona bu adı veren vadideki bilge adamın dükkânıydı. Ünü dünyanın dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı "Büyülü Dükkân" idi. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı. Bu bedelin ne olacağı dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, Büyülü Dükkân’da maddi bedellerin hiçbir hükmü yoktu. Bazı müşteriler bir şeye sahip olmak için verilebilecek tek bedelin para olabileceği yanılgısıyla, cepleri ve keseleri altın dolu gelirlerdi. Oysa burada yapılan alım satım pazarlığı günlük yaşamdakilere benzemez ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.

Bilge satıcı, yorgun adamı kapının önüne gelinceye kadar dükkânın küçük penceresinden izledi.  İyice kulak kabarttı. Tahta basamakla çıkılan ve gene tahta döşemeli geniş verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı. Büyülü Dükkân’ın sahibi bilge adam, müşterisi birkaç kez kapı tokmağını vurmadan kapıyı açmamayı ilke edinmişti. Çünkü hemen her gelen o kapının önünde durup bir kez daha düşünmeliydi. Az da olsa kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı; bekledi ve aralıklarla birkaç kez vurulduktan sonra kalkıp kapıyı açtı.

Müşteri:
-Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım.

-İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?

-Bakın, ben altmış altı yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor amma yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadarki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?

-Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz? Oturun şöyle, kapatın gözlerinizi ve hatırlayın.

Adam gözlerini kapatınca hayatının bütün görüntüleri bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar. Acı hatıraların yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, bilge satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi:

-Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum... Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat avucumdan kayıp gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ancak hiçbiri fayda etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken bir gün birisi bana sizden söz etti. Marifetinizi duyar duymaz sanki içimde bir ateş yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen altmış altı yılımı bana geri verin. (Nedense burayı okurken Orta Asyalı sufi Ebu Said Ebu’l Hayr’ın çağrısını duydum: “Ne olursan ol, yine gel!”… “Bin kere pişman olsan da gene kendine gel” demek ister sanki…)

-Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?

-Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım.

-Herhalde bunu çok istiyorsunuz.

-Evet, hem de her şeyimi verecek kadar.

-Peki, benim size vereceğim altmış altı yılın bedelini biliyor musunuz?

-Ne isterseniz?

-Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz.

-Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin.

Bilge satıcı, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun ritmine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin sabırsızlıkla pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek suskunluğun içinden müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı:

-Beyefendi, her ne kadar siz altmış altı yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da ben sizden para etmeyen ve sizi de anlaşılan pek memnun etmeyen bir şey isteyeceğim.

-Ne isterseniz vermeye hazır geldim.

-Böyle bir isteğin gerçekleşmesi için zorunlu bedel olan bilincinizi istiyorum.

-Anlamadım?

-Bilincinizi dedim... Altmış altı yılın yaşantısından elde etmiş olduğunuz bilincinizi istiyorum.

-Ah evet anladım. İlginç bir bedel; fakat daha iyisini elde edebileceğim bir şey. Kabul ediyorum. Tamam, alın bilincimi.

-Emin misiniz?"

-Neden olmayayım? Karşılığında altmış altı yıl daha kazanacağım.

-Bilincinizi içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz.  Altmış altı yılın tek bir anlığını bile yorumlayabilecek bilinciniz kalmayacak. Buraya neden geldiğinizin bile farkında olamaz duruma geçeceksiniz...

-Daha iyi ya! Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişimi unutmak istiyorum.

-O halde, altmış altı yıl sonra burada yeniden pazarlık edebilirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir başkası size yardımcı olacaktır.

-Hayır, hayır! Emin olun ki, şu dakika tüm bilincimi size bırakıp altmış altı yılımı geri alacağım ve bir daha dönmemek üzere bu dükkânı terk edeceğim.  Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiç birini tekrar etmeyeceğim.

-İsterseniz başka sözler vermeyin; çünkü az sonra, bilincine vardığınız tüm hatalarınızı ve doğrularınızı burada bırakıp gideceksiniz. Ne olduğunu artık bilemeyeceğiniz hataları tekrar etmeme sözünüz anlamını yitirecektir. Olmayan hatanın tekrarı olamaz.

Bilge satıcının son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

-Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarımızı bile, öyle mi? Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta!

-Aslında tam da öyle değil amma sonuç bakımından ne yazık ki öyle. Beni ve dükkânı ve kim olduğunuzu elbette hatırlayacaksınız; ancak ne benim ne de bu dükkânın kendinizle anlamlı bir ilişkisini kurup kavrayamayacaksınız. Aynı şey geçmiş yaşamınız için de geçerli olacak elbette. Geçmişinizin özne ve nesnelerini hatırlayabilir olsanız da onların öz benliğinizle olan yorumsal ilişkisini kaybetmiş olacaksınız. Geçmişin yüzünü hatırlarken deneyim bilgisini unutmuş olacaksınız.

Bilge satıcı, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissetmişti. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Adamın aydınlanan bilinciyle parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden fırlayacak bir coşkunun habercisi gibiydi. Bilincin bilincine varılması anıydı bu muhteşem an. Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı:

-Sanırım ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Eğer altmış altı yılın bedeli bu ise, vazgeçiyorum. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının çok beğendiği bir saç tokasını kafasının derisi karşılığında satın almasına benziyor. Çok bilge bir insansınız. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı geri almaya gelmiştim, ancak siz bana bugünden sonraki yaşamımı hediye ettiniz. Size teşekkür ederim.

-Bir şey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşça kalın.

(Dr. Psk. Yeşim Türköz’ün Büyü Dükkânı adlı kitabından bir iki ekleme ve düzeltmeyle alıntıdır)
***
"Masal bu ya!" deyip de geçmeyin. Masalın kendisi hayalden bile gerçek dışı olsa da, masalın içine saklanan bir güzel hayal vardır ki okuyanın ve dinleyenin gerçeği olmak ister.

Bilge adam, müşterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklından benim bir deyişimi geçirmekteydi:

“Bilincinin geçmişi olmayan, ya da geçmişinin bilincinde olmayan, kısacası bilincinin bilincine eremeyen kimse hatalarını ve pişmanlıklarını kaç kez yaşayacağını asla bilemez...”

"Çoğumuz ikinci el insanlar hâline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Kendimizden hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz; durup yeniden ve yeniden tekrar ediyoruz. Biri bize, "Senin düşüncen nedir?" diye sorduğunda şaşırıp kalıyoruz." Diyor, Jiddu Krishnamurti.

Sanki hep zamanın başlangıcında duruyoruz; sanki sürekli olarak bilincimizi yeniden başlama büyüsünün bedeli olarak harcıyoruz. Oysa geleceği ancak bilincimizin geçmiş zaman yorum bilgisiyle hayal edebiliriz. Geleceği geçmişin acı tatlı deneyim bilgisiyle hayal edemeyense kaç kez yeniden başlamış olsa da geçmişin pişmanlığından arınamaz… Geleceği hayal edecek geçmiş bilinci olmayan düşünemez bile. Düşünemeyen insan zaman boyutunda nasıl kusurlarını düzeltebilir ki?

Bilge adamın müşterisinden 66 mutsuz yıla karşılık bilincini istemesi bir maliyet tutarıydı. Zaman, insan bilincini somutlaştıran en etkin maliyettir. Zaman silindiğinde bence bilinç de silinir ki bu yüzden zamanda yolculuk bana hiç heyecan vermiyor. Bilincimizi feda etmeden asla başlangıca dönemeyiz. Geleceğe geçebilsem bile bilincimin beni orada mutlu etmeye yeterli geçmişi olacağından ciddi kuşku duyarım.


Geçmişin bilinci kadar yaşlı, geleceğin hayali kadar gençtir kendini bilmiş bilinçle yaşayan insan…
Muharrem Soyek