24 Şubat 2013 Pazar

TÜRKİYELİM

                                                                  TÜRKİYELİM


E-Posta kutuma şöyle bir uyarı düştü:

“Türk ve Türkiyeli kavramlarının ortalıkta dolaşması kesinlikle gizli bir bölücülüktür. İlginç ve güzel bir mozaik olan Türkiye'nin yapısını kökünden sarsmaya, dengeleri alt üst etmeye sebebiyet verebilecek bir durumla karşı karşıyayız gibi geliyor bana.

Ben ecdadı 1492 yılında İspanya'daki engizisyondan kaçıp Osmanlı Türkiyesi’ne sığınmış ve kabul görmüş Yahudi bir Türk vatandaşıyım.

1955 yılında doğup 1961 yılında ilkokul 1.sınıfa başladığım günden beri "Türküm, doğruyum, çalışkanım" düsturuyla beynime Türk olduğum (duygusu) kazındı. Bayrağım ve milli marşımın ne olduğu öğretildi; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, Atatürk'ün söylediği "Ne mutlu Türküm diyene" sözünü okul duvarında, kitabında ve her türlü malzemenin üzerinde öğrenerek bilinçlenip büyüdüm.

Şimdilerde birileri kalkacak ve bana "yok kardeşim sen Oğuz ve Kayı boylarından, Orta Asya'dan gelmediğin için Türk değil Türkiyelisin" diyecek ve ben de, "ha peki öyle olsun!” mu diyeceğim?

Hadi canım sen de... Ne olacak benim 50 yıllık eğitimim, öğrenimim. Ne olacak 32 yaşına gelmiş oğluma, 29 yaşına gelmiş kızıma aşıladığım Türk kimliği? Şimdi kalkıp kendilerine "kusura bakmayın çocuklar, biz Türk değilmişiz, sadece Türkiyeliymişiz" mi diyeceğim”? Beni Türk bilenler şimdi “vay be Yahudi’den Türk olmazmış” mı diyecekler?”
**
Sevgili yurttaş-Yahudi-Türk vatandaşı nasıl ve ne hissediyorsa kendisini öyle bilmelidir derim. Ancak kendisini bilirken şunu da bilmelidir:

Yahudi kendisini Türk saymışsa kime ne?
Türk Yahudi dinine girmiş ve gene de Türk kalmışsa da kime ne?
Hangi yasal gerekçeyle Yahudi Türk vatandaşına “sen Türk değil, Yahudi değil, sadece Türkiyelisin”  diyeceğiz? Vatandaşlık tanımı kanımca milliyet ve ırk aidiyetini belirlemez; sadece hukuken bağlı olunan devleti belirleyici olur. Bu yüzden “Türkiyeli” sıfatlaması vatandaş tanımını eksik bırakıyor. Çünkü bizim devletin resmi adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiyeli Cumhuriyeti değildir. Dolayısıyla doğru adlandırma “Türkiye vatandaşı” olmaktadır. Vatandaşın nereli ve hangi din, ırk ve milliyetten olduğu da sadece kendi özelini ve izin verdiği kadar da sivil toplum yaşamı ilişkilerini ilgilendirebilir bir ayrıntı bilgisi kalmalıdır.

Yeni Anayasa çalışmalarında sıkıntı yaratan soru şuydu: Eğer Anayasa’da belirtmek gerekiyorsa, -ki bana göre gereği yoktur-, T.C. vatandaşlarına ne diyelim? Eski tanım tam da burada sorunlu duruyor zaten. Yürürlükteki 1982 tarihli Anayasa'nın 66. maddesine göre, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür" tanımı yapılmıştır. Türk vatandaşı olan Alman, İngiliz, Ermeni, Yahudi, Rum ve Arapları vatandaşlık tanımına atfen “Türk” yapabiliyoruz. Irkçılığa karşı olmak adına veya ırkçılık adına bu tanımı ırk üstünlüğüne oturtanlar durumun toplumsal varoluş sorunu yarattığı görüşünde birleşiyorlar; asıl amacın Kürtleri Türkleştirmek olduğunu ileri süren bazı terör örgütleri de yaratılan bu sorundan beslenmektedir. Bu sakıncalı durumu atlayabilmek için, ırkçı çağrışımla suçlanabilen  “Türk” tanımı yerine “Türkiyeli” denmesi önerilmiş olabilir. Aslında bana göre gereksiz bir öneri; ancak bunun neresi bölücülüğün daniskası oluyor anlayamadım! Anayasaya böyle bir tanım konsa, kim çıkıp da Kürt olduğunu söyleyene “sen Kürt değil Türkiyelisin” ya da Türk olduğunu söyleyene, “sen Türk değil Türkiyelisin” diye tutturabilir ki? Şimdi anayasal tanımı “Türk” diye, hangi Kürt’e kalkıp da “sen Kürt değil Türk’sün diyebiliriz ki? Aynı şey Yahudi Türk vatandaşı için de geçerli; kendini Türk sayan bir Yahudi anayasal tanımla başka bir şey yapılamaz. Öyle olabilseydi, İsrail kendi Arap vatandaşlarının hepsini Yahudi yapardı.

Aslında biz öncelikle millet bireylerinin kültürel, etnik ve ulusal kimliklerini anayasada tanımlamanın gereği ne denli önemlidir onu bilmeliyiz. Ben bilemedim bana sormayın. Bilemediğim için de önemsiz bir ayrıntı görüyor olabilirim. Vatandaşın ırksal, etnik, ulusal, kültürel kimliğini anayasal bir tanım yapmanın toplumsal huzura bir faydası olacağını sanmıyorum. “Doğumla doğal olarak veya sonradan T.C. Devletine tabi olan herkese 'Türkiye vatandaşı'  demek bence yeterli olacaktır. Türk vatandaşı nitelemesi gerekmez; ne de olsa devletin adı Türk Cumhuriyeti değildir... Böyle olunca isteyen kendine “Türkiyeli” diyebilir elbette; ancak bunu bir anayasa maddesi yapmanın gereği yoktur.

Yabancılar bizi kendi dillerince tanımlasınlar; bu onların derdi olsun; ben de Türkiye vatandaşı olarak bir Türkiyeli, bir Türk, bir Kürt, bir Yahudi ve kendimi ne sanıyorsam öyle olabileyim. Zaten yabancılar ülkemize  “Turkey” diyorlar; Türkiye bile demiyorlar. T.C. pasaportu taşıyana “Turk” demektelerken, biz  “Türkiyeli”  denir diye yırtınsak bunu değiştirirler mi? Tam da burada, Türk'ü küçümseyici tavır takınan bazı yabancıların karşısında "Ne mutlu Türk'üm diyene!" deyişindeki onurlanma cuk oturabiliyor işte. Bu söz Türk'e karşı söylendiğinde bence anlamsızlaşıyor. Kendini Türk saymayan kişilere karşı söylendiğindeyse bir kibir algısı yükseltebilir. İngiliz pasaportu taşıyan bir İskoç biz ona “İngiliz” deyince İskoç olmaktan çıkar mı? Alman pasaportu taşıyan bir Türk, İngiltere’ye giriş yaparken kendisine “German!” diyen gümrükçü yüzünden Türklüğünden mi olur?

Kimlerin vatandaş sayıldığını resmen belirleyen vatandaşlık tanımı demokratik hukuk devletiyle ilişkilendiği için önemlidir. Anayasa’da yeri olmalıdır. Bu yüzden vatandaşlık tanımı maddesine “hangi devletin vatandaşı” sorusuna cevap olabilecek “Türkiye vatandaşı” ibaresini düşmek yeterlidir. Ulusa şu denir, millete bu denir, halklarımız da şunlardır gibi ayrıntılara girmek bence anayasal bir ihtiyaç değildir. Vatandaşlara ortak bir ulus kimliğini anayasa ile dayatmanın toplumsal bir faydası olduğunu da sanmıyorum. Bu olacaksa toplumsal bilincin sağduyusuyla kendiliğinden olabilmelidir. Kendiliğinden olamıyor diye de anayasa ile vatandaşa bir halkın üstünlüğünü ima eden aidiyet kimliği dayatmak sorun çıkartır.

“Türkiye vatandaşı” dendiğinde “Türkiye” herhangi bir halkı işaret etmediği için sorun çıkartmaz diye düşündüm. Elbette sade vatandaşın âlimane düşünce üretmesi beklenmez. “Türkiye vatandaşı” olmanın Türklüğe, Kürtlüğe veya başka bir ırka, ulusa, millete ve halka aidiyet hissini köreltici veya aşağılayıcı bir sakıncası varsa onu da siyaset, sosyoloji, felsefe ve filoloji âlimleri açıklamalıdır derim.

“Bugün Kürtlere hat safhada pozitif ayrımcılık yapılmakta, Türk olarak kabul edilen ırka göre haklarının daha kolay kullanımı sağlanmaktadır” deniyor. Niyetin amacı sonul gerçekliğin çizgisini ayrı gayrı sınırı yapmak olmuşsa zaten bunun önüne yasal biçimlemelerle geçilemez. Bölünmeyi önleyici tek güç, Türkiye sınırları içinde tüm vatandaşlarının demokratik-sosyal-laik-hukuk içinde eşit hak ve özgürlüklerle var olabilmesini sağlayabilir olan T.C. Devlet Erki’dir. Bizler, Aleviler, Kürtler, Türkler, Lazlar, Araplar, dinli ve dinsizler ve daha başkalarımız, hep birlikte Türkiye vatandaşları olarak demokrasinin bu bilinçle kurumsallaştırılıp işletilmesini talep edebilmeliyiz.

Şu da bilinmelidir elbette; ileri sürüldüğü gibi bugün Kürtlere hat safhada pozitif ayrımcılık yapılmıyor.  Benim olmayan bir hakkın Kürt vatandaşa verildiğinden doğrusu haberim olmadı. Kürtlerin fazlaca bulunduğu bölgelere ekonomik teşvik ve yatırım ayrıcalığından söz ediliyorsa bu zaten özgür var olma hakkıyla dolaylı ilişkisi olan demokratik kalkınmanın bir yol yöntem tasarımıdır ve sadece Kürtlerin ilgisine değildir. 

Her sorun hem kendi içini hem ilişkili olduğu dış ortamını en yüksek düzeyde memnun edici çözümlerle giderilebilir. Bu bağlamda demokratik alt yapıyı güçlendirici siyasi partiler yasasını yapmış, yaygın ve adil temsil olanağı sunan bir seçim sistematiğini belirlemiş olsaydık, “vatandaşın milliyeti ne olacak?” sorusunun cevabını bugün anayasa yapımı gündemine almazdık.

Siyasi partilerin daha demokratik bir işlerlik kazanması, milletvekili adaylarının merkezden değil de parti tabanı tarafından seçilmesi, seçilme barajının indirilmesi demokrasinin adil temsil kefesine asla fazla gelmez. Ancak şimdiki siyasi malzeme ile de yepyeni bir anayasa yapılabileceği kanısında değilim.

Aslında bana kalsa seçimlerde partiye değil de adaylara oy verme sistemini getirirdim. Bu biraz sorunlu olabilir. Partili sistem zorunlu gibi duruyor. Ancak partilerin birinci tur seçimde bir aday üzerinde ittifak yapmaları yasaklanabilir. Bu da başkanlık sisteminde iyi işler sanıyorum. Koşullu iki kademeli başkanlık seçimi… Oyların yüzde 40 ve üzerini almış aday çıkmazsa ikinci tur en çok oy almış üç adayla devam eder ve en fazla oy alan seçilir. Başkan, yürütmenin başı olarak yürütme (hükümet) kurulu üyelerini seçer. Öte yanda yasa yapıcı meclis dar bölge -(bir milletvekili çıkaran bölge)- temsil seçimleriyle belirlenir. En çok oy alan aday MV seçilir.

Meclis sadece yasa yapıp yasa kaldırmaz; aynı zamanda hükümet uygulamalarının yasalara aykırı olup olmadığını da denetler. Aykırılık durumunda konuyu kanıt belgeleriyle birlikte yargıya iletir. Bunun dışında yargı erki de hükümet üyelerini, başkanı ve milletvekillerini belli kurallar içinde sorgulama ve kovuşturmaya alabilir olmalı. Kısmi dokunulmazlık yani…
*
Kafamdaki ileri demokrasi bilinci rüzgârı almış açıldıkça açılıyor maşallah. İleri olmak bir önceki iyiden daha iyi olmaya doğru ilerleyiş göstermek anlamında. Mevcut olan eğer iyi niyetiyle durağan değilse ileri olabilir. İleri olan da mevcudiyetini (varlığını) iyi niyetiyle bile olsa durağan olmaya (statükoya) bağlarsa tutucu olur ki ilericilik sanısıyla geride kalır. Sanırım ileri demokrasi bilincinin sınırlanabilir bir mevcudiyeti yok. İleri demokrasi bilinci bugündeki ve yarındaki demokrasi ile yetinip toplumsal yönetişimi sorgulamaktan vazgeçmez. İleri olsun olmasın, demokrasi bilincinin mevcut yetkinliği her zaman demokrasinin toplumsal somutluğuyla ortaya çıkar. Toplumsal somutluk da toplum bireylerinin demokrat davranışlarıyla biçimlenir. İleri demokrasi bilinci mevcut demokrasiyi daha iyiye ilerleten toplumsal bir düşünce ve davranış enerjisi olarak aynı zamanda mevcut demokrasinin bir ürünüdür. Fakat hiçbir zaman mevcut demokrasinin veya mevcut ileri demokrasinin kendisi değildir…

Muharrem Soyek
**

21 Şubat 2013 Perşembe

Temiz Aile Kızı




Soru şu:
‘Aşk olmadan cinsel ilişki yaşanabilir mi?’
Erkek cinsinin dürüst olanları neredeyse tümden bu soruya 'Evet’ diyebilirler. Kadınların da birçoğu aynı fikirde olabilir. Ama ben,  özellikle toplumsal gerçekliğe kafa tutacak dirilikte duramayanlara, “yaşanabilir olsa da aşksız cinsellik yaşamayın" derim. Peki neden? Çünkü yaşandığında cinselliğin toplumsal gerçekliği kadının değerini erkeğin altına indirmek için daha da güçlenmektedir?

Erkek evlenmeye karar verdiğinde annesine veya annesi kadar yakın bulduğu bir büyüğüne gidip şunu söyler: "Bana temiz bir aile kızı bulun; beğenirsem evlenirim" der; ya da kendisi ‘temiz aile’ kızı olduğuna inandığı birini koluna takıp annesine takdim eder. Erkeğin annesi her iki durumda mutlu olur. Çünkü oğlunun artık durulup olgunlaştığını düşünür! Deyim yerindeyse, oğlu kızlarla yeterince gönül eğlendirmiştir; yani âşık olmadan, çapkın cinselliği yeterince yaşamıştır. Aşksız cinsel ilişki nedense erkeği onurlandıran bir çapkınlık sayılırken, kadının iffet eksikliğinden sayılır. Aşksız cinsel ilişki erkek elinin kiri, kadınınsa alnına yapışan bir iffetsizlik lekesidir. Erkek, eli yüzü düzgün ‘temiz aile’ kızıyla evlendiğinde elinin kirini de yıkamış olurken, erkeğin çapkınlığına cinsel meze olmuş kadının bakir bir erkekle evlenerek alnındaki lekeden kurtulmasına geleneksel ahlâk algısı izin vermiyor.

Peki bu cinsel ayrımcı tutumun kusuru kimde? Bence kusurun daniskası kadındadır. Her şeyden önce anne olmuş kadınlar oğullarının kulaklarını çekmeliler: Onlara, “âşık numarası çekerek veya evlenmeye niyetliymiş gibi görünerek bir kadınla cinsel ilişkiye girersen hakkımı helal etmem” diyebilmeliler. Ya da, “bir kadının aşkına içten ve güvenilir bir aşkla karşılık veremediğin yerde kadın ne kadar ısrarcı da olsa cinsel ilişkiden uzak durmalısın; kadının duygusal yaklaşımını cinsel nefsini tatmin fırsatı yaparsan sütümü helâl etmem” diyebilmeliler.

İkinci olarak da, kadınlar erkeğin çapkınlığını kendilerine yönelik bir aşkın başlangıcı yapabilecekleri sanısıyla aşkı erteleyerek erkeğin koynuna girmeyi cinsel ahmaklıktan saymalılar. Kadınlar aşk yemini etmiş erkeğe bile güvenip de onunla cinsel ilişkiye girmekte hızlı davranmasınlar; erkek en azından bir yıl boyunca içten bir aşk yakarışıyla kadının peşinde dolanabilmelidir. Ancak ondan sonraki aldanmışlık bir ahmaklık olmaktan çıkmış olur.

Aşk yoksa cinsel ilişki de yok diye tutturamam tabi ki. Benim için esas olan kimsenin aşk ile aldanarak ve aldatarak cinsel ilişkiye girmemesidir. Yoksa kadın erkek gönüllerince sevişip cinsel haz almak istemişler de ben mi ayıplamışım? Aşksız da cinsel ilişkiye girilir; ancak iki taraf bunun sorumluluk yükünün farkında olabilmeli; aşk ile ısıtamadıkları bir yatakta cinsel haz alma noktasında “aşkım, aşkım!” diye çığlık atarak kendilerini kandırmasınlar. Zaten bilerek aşksız cinsel ilişkiye girmişlikte ilişkinin mağduru da olmaz. Geleneksel ahlâk her ne kadar erkeği ‘çapkın kerata’, kadını ‘motorlu yosma’ görmeye devam ediyor olsa da böyle olduğu ve olacağı iki tarafın da bilincinde kayıtlı bir öngörü sayıldığından ortaya mağdur çıkmaz.

Zamane kadınlarının birçoğu aşk içinde seks yapma arzusundan sıyrılıp, seks için aşk ayaklarına yatmayı öğrendi; tıpkı erkek milleti gibi davranır oldu. Çok kadın aşkı kutsamak için değil, zevk almak için sevişmeyi kendine özgürlük yaptı. Kadınlar da erkekler gibi 'uçkur düşkünü' birer zevk bağımlısı olmaya başladılar. Bir veya birkaç gecelik cinsel ilişkiye aşktan hoşgörü kılıfı uydurdular. Bu da erkekler için kadın cinselliğini seks malzemesi yapmayı kolaylaştırdı. Kadının aşksız cinsel ilişkiye heveslenen özgür cinselliği erkeğe çok kolay cinsel doyum fırsatı sunmaktadır.  Evlenmeden, aşksız ve kolayca seks yapabilen bir erkek neden evlensin ki? Teknolojik yaşamın kolaylığı da göz önüne alındığında zamanla erkekler sadece baba olma tutkusuyla evlenmek isteyecekler sanıyorum. Tabi bu durum annelerin oğullarına ‘temiz aile’ kızı bulmalarını da zorlaştıracaktır. Belki de kadınlar için hayırlı olan böyle bir gidişattır. Temiz aile kızlarının kıtlığa düştüğü o zaman geldiğinde geleneksel ahlâk tabusu da yıkılmış olabilir; o zaman toplumsal bilinç, erkeğe ve kadına aynı ağırlıkta ahlâki sorumluluk yükleyen yeni bir cinsellik ahlâkını benimsemiş olabilir…

Eskiden, "Erkekler tanımadığı bir kadınla nasıl sevişebiliyor?" diye soran kadın şimdi erkekten duyabilmektedir benzer şaşkınlığı. Artık erkekler de soruyor: "Bazı kadınlara şaşıyorum; tanıştığı günün gecesi adamın koynuna nasıl girebiliyorlar, anlamıyorum! ” diyorlar.

Hadi, gönül ve akıl rızasıyla aşksız seviştikten hemen sonra memnuniyetle yollarını ayıranları anlayabiliyorum. Ancak, cinsel hazzı gönül ve akıl rızasıyla aşksız bir ilişkide yaşadıktan sonra pişman olanları ben de anlayamıyorum. Adama demezler mi, gönlün ayran çektiğinde aklın neredeydi de ayranın ekşimişlikten köpürdüğünü göremedin? Hele de en çok kadın milletinden çıkar aşksız bir seksten sonra bin pişman ağlayan. Derler ki şundandır pişmanlık: Kadın doğum kontrol hapını almamıştır; erkek de yırtık kaput takmıştır. Eh, olur böyle kazalar sevişmelerde; aşk bu kazaların en sağlam emniyet kemeridir…

Muharrem Soyek

11 Şubat 2013 Pazartesi

10 Şubat 2013 Pazar




Karanlığa Doğru
• Orijinal Adı: FADE TO BLACK
• Yazar: Francis Knight
• Çevirmen: Kahraman Türel
• ISBN: ISBN_11113
• Sayfa Sayısı: 291
• Ebat: 13x21
• Baskı Tarihi: Şubat 2013
• Yayınevi: Elf Yayınları
• Birim Fiyat: 19,50 TL (KDV Dahil)

Kitap Açıklaması

Hikaye Mahala’da geçiyor. Mahala, vadinin karanlık derinliklerinde inşa edilmiş bir şehirdir. Bir uçtan bir uca değil, katmanlar halinde inşa edilmiş bir şehirdir. Sokaklar caddeler üst üste inşa edilmiş durumda; binalar üzerinde yükselen binalar… Tehlikeli bir denge inşası vardır. Bir şehir ki, güneşli zirvesine yüce Başkanlık oturmuş ve diplere doğru indikçe karalığa gömülen alt katmanlarında acı çekmeyi kutsayan sefiller, kaçaklar  ve terk edilmişlerin olduğu bir yerdir.

(ağrı) Acı-büyüsü, bundan çıkarılan güçle sağlanan enerji ve bunu elde etmenin bedelini canlarıyla ödeyen, çoğu kız, yüzlerce çocuk.
Aşağıdakiler ve yukarıdakiler, tıpkı bugün dünyamızda yaşananlara benzer türde bir ilişki içindeler. Yukarıdakilerin rahat yaşamı için feda edilen aşağıdaki insanlar. Onların kanını ve canını emen yukarıdaki egemen güç.
Aşağıdakileri, hele de bunlar çocuklarsa, inançlarıyla kandırmanın korkunçluğu, işledikleri günahların kefaretini acı çekerek ödemenin kandırılmışlığı.
Ve ilk başta salt kendi ailevi nedenleriyle yola çıkarak, bu acıya son vermeye çalışan hoppa, günlük yaşayan bir kahraman. Herkes onun hovarda biri, sorumluluktan kaçan kaytarıcı biri olduğunu biliyordur. Ama onlar bu adamın aynı zamanda bir ağrı sihirbazı olduğunu bilmiyorlardır. Kendinden ve başka insanlardan ağrıyı çekebiliyordur. Adam bu gücünü kullanmaya pek meraklı değildir ama yeğeni kaçırıldığı zaman bu gücünü açığa çıkarması gerekmiştir.
Ağrı büyücüsü olmasına rağmen sonunda acının gerçekliğini duyumsayacağını fark etse bile, yaşamının bir yerinde acı çeken insan topluluğu için faydalı bir varoluşa dönüşmenin onurlu gururunu taşıma fırsatı bulan hoppa bir serserinin macerası başlamış olur.
İlginç olduğu kadar, tüyler ürpertici sahneleri de olan fantastik bir çağdaş masal.
***
Kitabın aranabileceği adres:
http://www.elfyayinlari.com/fade-to-black-4-urun

Eşcinselin Günahı Ne?



Metabolik ve psikolojik somut nedenleri kesinlik kazanmış olmasa da eşcinsellik bazılarına göre bir hastalıktır. Hatta bunu eşcinsellik geninin etkinleşmesine bağlamaktadırlar. Varsayalım öyledir. Peki, insan sahip olduğu bir özelliğin genini taşıdığı için “hasta” sayılabilir mi? İnsanlar zaten toplamda aynı genetik çözümlemeye sahiptirler. İnsanı doğuştan farklı yapan neredeyse sonsuz biçimlenim sunabilen varoluş genlerinin eytişimli etkinlik özellikleridir. Buna rağmen, tek yumurta ikizleri bile aynı yaşam ortamında tıpkısı davranış biçimi göstermezler. Sanırım bunun nedeni insanın sırf genetik özelliklerine bağımlı yaşayan canlılardan farklı oluşudur. İnsan genetik özellikleriyle duyumsadığı ve sezgilediği gerçeklik algısını aklının düşünme tasında terbiye ederek değiştirebilen tek canlıdır. Dolayısıyla, eşcinsel genin azdırdığı cinsel yönelim arzusunu aklın düşünme duvarına çarparak kırabiliriz miyiz diye soruyorum. Sorunun yanıtı bilimsel bir ""evet" çıksa bile, eşcinsellik genini baskılayıp normal sayılan cinsellik genini etkinleştirmek eşcinselin özgür seçimine bırakılmalıdır. Eşcinsel eğer genetik cinsel güdüsüyle yaşamayı seçen bir irade göstermişse ben artık bu eşcinselliği “hastalık” olarak nitelemekte zorlanım doğrusu. Çünkü bir hastalık herkesten önce ‘hasta’ diye nitelediğimiz kişinin kendisinde rahatsızlık belirtisi göstermelidir. Ya da insanın kendi duyularıyla hissedemeyeceği bedensel veya ruhsal bir bozukluğun sinsi ilerleyiciliğinin tıbbi yöntemlerle tespit edilmiş olması gerekmez mi? Eşcinsellik geni varsa bile bu geni taşıyor olmak tek başına eşcinselliği bir hastalık olarak nitelemeye yetmez sanıyorum. Bir virüs taşıyıcısını, örneğin HCV (hepatit C) virüsü taşıdığı hâlde hiçbir sağlık sorunu tespit etmeyen tahlil ve biyopsi sonuçlarını almış bir insanı hasta sayabilir miyiz? Bence, hastanın olmadığı vakada hastalık da yoktur. Yani, hastalık nedeninin var olduğu her vakada hastalık ortaya çıkmayabilir. Kaldı ki, genler virüsler gibi dışarıdan bedene musallat olan bozucular değillerdir. Genler yaratılışın yazılım kodlarıdır; canlanma varoluşunun kaderidir. Galiba eşcinselliğin hastalık olması tıbbi tartışmayla sınırlı kalmaktadır.
Tabi ki eşcinselliğin bir hastalık olmadığı varsayımı da bizi eşcinselliğin bir cinsel davranış seçimi olduğu gerçekliğine çıkartmaz. Sıradan bir mantık bile bunu sezinleyebilir; cinsellik kişinin doğduktan sonra seçebileceği bir özellik değildir; öyle olsaydı bu kadar az sayıda eşcinsel olmazdı diye düşünüyorum. Gene de kendi seçimiyle eşcinsel ilişki yaşayan az sayıda heteroseksüel insan varlığını inkâr edemeyiz. Ancak bunları eşcinsel olarak nitelemek de doğru bir ifade durmuyor; ben bunları cinsel sapkın olarak görmekteyim. Bırakın eşcinsel ilişkiyi, hayvanlarla bile cinsel ilişkiye giren insanlar vardır; işte size hastalık…
Doğumsal varoluş nedenlerinden dolayı eşcinsel olmuşluğu kanıtlanmış olsa bile, böyle birini sakınılması gereken “hastalıklı” insanlar arasına koymanın bilimsel bir açıklaması henüz yapılmış değildir. Bu bence, dinsel ve toplumsal ahlâk kültürünün koşullandırılmış bir uyarı algısıdır; asıl tartışılması gereken de sanırım bu olmalıdır. Eşcinselliği hastalık saydığımız gün doğuştan gelen bedensel ve zihinsel engelleri de hastalık saymamız gerekebilir. Kişinin daha doğumdan beri taşıdığı özellikler onda eşcinsel davranış güdüsünü ateşliyorsa, o kişinin bence ruhsal bozukluğundan da söz edemeyiz. Ne de olsa “ruh” insana sonradan eklenmiş bir takı değildir; ruh bence bedenin doğal, yani kendiliğinden ifadesidir. Aşk da böyledir; asla bedenden dışarıda bir ruhun duyumu değildir; aksine, bedenin duyumsadığı zevkle var olabilen bir ruhsal davranıştır. Kimse âşık olduğu için hasta sayılmaz; ancak aşkın ifade biçimi bazı insanlarda hastalıklı olabilmektedir; kara sevda gibi… “ölürüm de kimseye yâr etmem” gibi… Bu bağlamda hastalık cinsel kimlikte değil, kimliğin kendini ifade biçiminde olabilir.
Eşcinsel erkeklere kibar ortamda “gay” diyorlar. Eşcinsel kadınaysa 'lezbiyen' denmekte. Eşcinsellere yönelik korku, kaygı ve nefret duyumuna da 'homofobi' denir.  Nedense lezbiyenlerden çok erkek eşcinsellere karşı homofobi daha yüksek düzeydedir. Her iki cinsiyete cinsel ilgi dduyanlara da (biseksüellere) homofobi düşük düzeydedir. Doğuştan heteroseksüel olduğu kuşku götürmez bir bedenin cinsel davranışı eşcinselliğe meyletmişse, o bedenin ruhsal ifadesinde bir bozukluk anlamında hastalıktan söz edebiliriz. Bunun nedeni kendi cinsel doğasını inkâra götüren ruhsal bir göçüntü darbesi olabileceği gibi, heteroseksüel özelliklerini de koruyan çoklu cinsellik sapkınlığı da olabilir. Cinsel sapkınlığı cinsel sapıklıkla karıştırmamak önemlidir. İkisi de bir bozukluk ve hastalıklı bir cinsellik sayılsa da, sapkınlık toplumsal bilincin ahlâk anlayışına görecelenmiş ayıplı bir cinsel eğilim olmaktan ileri gitmezken, sapıklık zarar verici tehlikeli niteliğiyle suç oluşturan bir cinsel davranış biçimidir. Burada “hastalıklı” sayabileceğimiz sapkın kişi bedensel doğasından dolayı eşcinsel değildir; böylesi sonradan olma, çakma eşcinseldir.
Çakma eşcinsellerin cinsel davranış bozukluklarına bakarak doğal genelliği içinde kalan eşcinselliği bir hastalık gibi göstermeyi doğrulayamayız. Doğumla birlikte kişinin cinsel özelliği olan eşcinsellik bir hastalık sayılmasa bile, bir eşcinsel cinsel davranış bozukluğundan dolayı hasta sayılabilir. Hastalık cinsel kimliğin kendisi değil, cinsel davranışın tıbbi ve toplumsal niteliğidir. Şöyle ki, eşcinsel olduğu gerçekliğini idrak etmiş olmasına rağmen karşı cinsini de becermeye kalkan bir eşcinselin hastalıklı bir cinsel eğilime girdiği söylenebilir. Ya da, bilerek ve isteyerek sübyan sayılan yaştaki cinsleriyle ilişkiye giren eşcinsel de hasta olarak nitelendirilebilir. Ancak bu hastalıklı durumları eşcinseli çok da ötekileştirecek kadar özel değildir; tıpkı heteroseksüel birinin eşcinsel ilişkiye girmesi kadar hastadır; tıpkı sübyancı bir heteroseksüel kadar hastadır. Sonuçta bana göre genetik eşcinsellik, biri siyah biri yeşil olan çift renk gözlü olmak kadar doğal bir çeşitliliktir; hastalıktan söz edilecekse eşcinsel kimliğin kişiliğine bakmadan her eşcinseli ateşe atan zihniyeti sorgulamak kanımca daha iyileştirici bir tutum olacaktır…
Bir gözüm kırmızı diğeri sarı olsun diyelim; ben bundan dolayı görme bozukluğu çekmiyorsam göz hastası sayılır mıyım? Ancak benim kırmızı-sarı gözüme bakınca rahatsız olan kişiyi hasta sayabiliriz… Genetik özelliğinden dolayı renk körü olduğu için belli ışık ortamında görme bozukluğu çeken insanı hasta değil, olsa olsa düşük düzeyde görme engelli sayabiliriz. Ancak, renk körü olduğu tıbben doğrulanmış kişi bunu inkâr eden bir yaşam tarzı sürdürüyorsa kişinin davranış bozukluğundan söz edilebilir; hatta bunu tedavi edilmesi gerekli bir ruhsal hastalık olarak bile niteleyebiliriz.
**
Aslında karşıcinsellik (heteroseksüellik) kadar doğal sayılması gereken eşcinsellik, ataerkil toplum yapısına karşı en büyük tehditlerden biri görüle gelmiştir. Bu yüzden lanetli bir hastalık sayılması geleneksel bir öğreti yapılmış olabilir. Çünkü insan uygarlığı kadının erkeğe tabi hizmet edici özelliğini yücelten bir aile kurumu tasarlamıştır; Müslüman kültür de kadını erkek egemenliği yönetiminde tutma eğilimi gösterir. Kadın, Allah’ın erkeğe emanetidir; Allah rızası için korunup kollanması gereken zayıf bir insan cinsidir. Baba soyundan yürüyen ataerkil aile kurumu, erkek liderliğinde üremeyi kutsayan nikâhlı cinselliği korumak adına eşcinselliği toplum dışına itelemekte kendisini haklı bulur. Eşcinselliği, üreme amaçlı aile kurumunu temel yapan toplumsal yapıyı yıkabilecek olası bir tehlike sayar. Ataerkil aile geleneği kadın ve erkeğin sadece nikâhlı cinsel birliktelikte tam bir insan olabilecekleri inancını toplumsal bilincin algısına gerçeğin tek doğrusu olarak dayatır. Belki de bu yüzden kadın ve erkeğin birbirinden bağımsız cinsel davranışla da saygın bir kimlik olabileceği gerçekliğini inkâr etmeye meylederiz. Toplumsal bilinç kendi cinsinden olanla seks yapan insanı bence bu yüzden lanetleyip hastalıklı gösterme gayreti içindedir. Aslında hiçbir cinsel kimliği ben bir hastalık olarak niteleyemem; ancak her tür cinsel ilişkide sapkınlık ve sapıklık derecesinde bir bozukluk olabilir…
Eşcinsellik bedenin yapısal bir rahatsızlığı olmayabilir. Ruhsal bir rahatsızlık olabilir mi? Belki bir kadın ruhunun erkek bedeninde olması ya da tersi gibi. Bir tarama yaptım şöyle bir bilgiye ulaştım; doğru mu yanlış mı bilemem; ancak az çok farklı bir bakış açısı gibi göründü.
Cinsel Tıp Enstitüsü Genel Başkanı Dr. A. Cem Keçe, “Eşcinsellik ruhsal bir bozukluk mudur?” sorusunun genel hekimlik uygulamasında önemli bir sorun olduğunun altını çizip devam ediyor: “çünkü, ruhsal bozukluk veya anormal davranış göreceli kavramlardır. Öncelikle normalin tarifindeki gerçekliğe muhtacız. Yaşadığı toplumdaki kişilerin çoğunluğunun değer yargılarını benimseyen ve toplumun geneline uygun davranan birey ‘normal’, aykırı hareket eden birey ise ‘anormal’ olarak adlandırılabilir. Bu açıdan bakıldığında eşcinsellik anormal bir davranış olarak görülebilir. Ancak ruhsal bozukluk olup olmadığını belirleyen en önemli etken, kişinin kendini nasıl hissettiğidir. Eşcinsellerin kendilerini suçlu, huzursuz, yalnız, depresif, sıkıntılı ve gergin hissetmeleri sık rastlanan bir durumdur. Bu açıdan baktığımızda eşcinsellik ruhsal bir bozukluktur, bir cinsel kimlik bozukluğudur”  diyor.
Eşcinselin ruh hâllerine baktığımızda eşcinsellik bir ruhsal bozukluk gibi görünebilmekte; ancak bunun bir cinsel eğilim sapkınlığından dolayı yaşanan bir cinsel kimlik bozukluğu mu; toplumsal baskının cinsel kimliğe binen dayanılmaz yükü mü; ve bu yükün altında ezilen eşcinselin kendini ifade edemeyişindeki ruhsal tepinmesi mi olduğunu kesinleştirmeden, ‘ruhsal hastalık’ sayılabilecek bozukluğun doğrudan eşcinsel kimlikten oluştuğu kanısı bir önyargıdan ileri geçmez…
**
Eşcinselin de mutlu olması aslında sağlıklı bir toplum yapısının ihtiyacından sayılmalıdır. Bunun olabilmesi için eşcinsel bireyin öncelikle kendisiyle, çevresiyle ve tanrısıyla barışık yaşaması gerekir. Bunlar aynı zamanda ruh sağlığının da temel unsurlarını oluşturur. Kendisiyle ve özelinde tanrısıyla barışık olmasını eşcinselin içsel hesaplaşmasına bırakabilsek de, çevresiyle barışık olmasına yardımcı olmak tüm toplum üyelerine yüklenmiş bir sorumluluk olmalıdır.
Sanırım her eşcinsel, ailesinden ve çevresinden insanı cennete veya cehenneme gönderen sevap ve günahların bilgisini alarak cinsel erginliğe büyümüştür. Hemen her din ve kutsal inanç eşcinselliği büyük günahtan sayar. Bu öğretiyle eğitilen kişi ergenlik dönemini geçerken eşcinsel olduğunu, yani lanetli bir cehennemlik olduğunu keşfeder. Zaten eşcinselliğini fark etmesiyle ahlâk bataklığında çırpınan genç eşcinsel daha ölmeden cehenneme atılarak toplumdan en kahredici darbeyi almış olur. Bence bu darbe bile tek başına hastalık yapıcı bir ruhsal göçük oluşturmaya yeterli güçte duygusal sarsıntı nedeni olur.
Peki, bu ruhsal göçüğe bakarak eşcinsel kimliği bir hastalık sayabilir miyiz? Ben sayamam, çünkü hastalık olan aslında göçüğün nedenidir. Zina yapan, hayvanlarla bile cinsel ilişkiye giren, cinayetler işleyen, insan emeğini ve cinselliği köleleştiren, haram yiyen, dinin hemen hiçbir emrine uymayan heteroseksüel insanlar dinin dışına atılmıyorken, sırf eşcinsel diye gencecik birisi neden ve hangi hakla cehenneme atılıyor?
Bazı ilahiyatçılar camide cemaatle namaz kılma esnasında erkeklerin, hünsaların (çift cinsiyetlilerin, erdişilerin), çocukların ve kadınların peş peşe sıralanmaları gerektiğini söyler. Sıralamanın hangi dini gerekçelere göre yapıldığını bilemiyorum. Eğer biçimsel cinsellik esasına göreyse, cinsellikte bir olanların aynı safta namaza durmasını sorgulamayı çok da anlamlı bulmam. Ancak bu sıralama, başka bir cinsel kimlikle neredeyse temas yakınlığından dolayı cinsel nefsin uyarılmasını önleyici bir tedbir olarak sunulmuşsa, bazı kuşkulu yanlarını sorgulamadan geçemem. Her şeyden önce kadının cinsel nefsinin önündeki hünsanın erlik kimliğiyle uyarılma olasılığını def etmek için araya çocuk sıralamak her zaman yapılabilir bir şey değildir. Yeteri kadar çocuk bulunmayabilir. Ayrıca o anlıkta erdişilerden (hünsalardan) hangisinin kadın ve hangisinin erkek eğilimli olduğu belirginleştirilmeden hepsinin aynı safa yerleştirilmesi maksada uygun durmuyor. Aslında bu sıralamanın doğruluğunu tartışmak ayrı bir konudur. Burada önemli olan erdişilere (çift cinsiyetlilere) namaz safında yer açılarak onların Müslümanlar arasına yerleştirilmiş olmasıdır.
Hünsa olarak adlandırılan bu erdişiler gibi eşcinsellere de Müslüman saflarında bir yer açmaya hâli hazırdaki toplumsal ahlâkın, din bilgisi ve inanç kültürünün yeterli hoşgörüye ulaştığı kanısında değilim. Bence, erkekler, hünsalar, kadınlar, çocuklar ve eşcinseller aynı mekânda fakat ayrı alan bölümlerinde saf tutarak da pek âlâ toplu ibadet gereğini yerine getirebilirler. Tabi ki bunun olabilmesi eşcinsel kimliği ayıplamayı ve taşlamayı kınayabilen bireysel bilincin toplumsal bilinç düzeyinde benimsenmiş olmasına bağlıdır.
Fiziksel görünümde eşcinseller heteroseksüeller gibi tam bir erkek veya kadının biyolojik yapısına sahip olsalar bile, cinselliğin ruhsal kimliğe bürünüşü noktasında ayrılırlar; biçimin varsayılan ruhsal davranışıyla örtüşmezler. Bu cinsel duyu kimliğindeki ayrışmanın doğuştan gelen yaratım özellikleri nedeniyle olduğu varsayımıyla eşcinseller de hünsalar kadar Tanrı kulu kabul edilebilmeli değil midir? Onlara da dini cemaatlerin içinde yer açılmalıdır. Her şeye rağmen eşcinselleri aramıza almayı dinen sakıncalı buluyorsak, hiç olmazsa onlara kendi ibadethanelerinde toplu hâlde tanrılarıyla yüzleşme fırsatını verebilmeliyiz.
Hiçbir eşcinsele "sen neden eşcinselsin?" diye soramayız. Bunu sorabilmek için neden heteroseksüel olduğumuzu bilmiş olmamız gerekir. Benzer biçimde, iki eşcinsel bireye " siz neden birbirinizi seviyorsunuz" diye de hesap soramayız. Fakat, "Ben tam bir erkeğim; rakı masamdan meze diye kadını, yatağımdan ibneyi eksik etmem" diyen cinsel kimlik kırığı insanın ve cinsel kimliği saklı tutmak için takınılan ikinci yüzün davranış temelinde hastalık sayılabilecek bir bozukluk arayabiliriz. Cinsel kimlikleri değil, olsa olsa cinsel davranışları, yani cinselliğin nasıl yaşandığını sorgulayabilir, cinsel eğilimde bir bozukluktan söz edebiliriz; ve ancak tıp bilimi bu bozukluğu bir hastalık olarak niteleme yetkisine sahiptir.
Ola ki eşcinsellik bir hastalıktır. Hastalıklar tedavi edilir ve yaygın bulaşıcı olmaları durumunda iyileştirilinceye kadar tecrit edilirler. Peki, eşcinsellik bulaşıcı mıdır? Bildiğim kadarıyla değildir. Kendi varlık doğasından dolayı eşcinsel olan birisi tedaviyle heteroseksüel yapılabilmiş mi? Varsayalım eşcinsellik tedavi edilebilir bir hastalıktır; böyle olması durumunda tedavi olmak istemeyen eşcinsele her hangi bir hastanın haklarından ileri bir ayrıcalık tanınmış olmaz. O zaman, eşcinselleri toplumsal yaşamın dışına atmanın gerekçesi ne ola ki? Bunun yanıtı ne eşcinsellikte ne eşcinselin cinsel kimliğinde bulunabilir. Geleneksel ahlâkın eşcinselliğe ve eşcinsele bakan dar açısında sıkışıp kalmış yanıtsa, ataerkil cinselliğin savunma güdülü sözünden ileri bir anlam içermez
Sorunun genel anlamıyla lanet bir hastalık değil de toplumsal bilincin hastalıklı bir gerçeklik dayatması olduğunu anlamış olan eşcinsel kendisini arınmış hissedebilir; bu güzel bir şey; ancak bu anlayışa uygun toplumsal sorumluluk yükünü taşımaktan kaçınan eşcinseller huzurlu bir cinsel yaşam sürdürme umudu taşımaktan da vazgeçmeliler. Eşcinsel olanlar ezilmekten, saklanmaktan ve dışlanmışlıktan kurtulmak için örgütlenip toplumsal varoluşta güçlü bir unsur olabilmeliler… Değişmez varsayılan heteroseksist toplumsal yapı ancak bu şekilde yeniden bilinçlenerek, cinsel hoşlanımın sadece kadın ve erkek arasında olabileceği yargısını tabulaştıran cinsel ideolojiyi aşabilir; gelecekteki cinsellik bu sayede “helal-haram, sağlam-hasta, sevap-günah” ikilemli sıfatlardan sıyrılıp insan ruhunun bedensel doğasındaki özgür ifadesi olarak saygı görebilir. Tabi ki her ifade tarzı gibi cinsel duyum ifadesi de bireysel ve toplumsal varoluş özgürlüğünü koruyan sınırları aşamayacaktır. Elbette ki bu sınırlar örgütlenmiş insan topluluklarının etkileşimiyle oluşan toplumsal bilincin uyarı çizgileridir…
Eşcinsellerin sahnede alkışlanıp sokakta taşlandığı bir toplum olmayalım. Çoğumuz eşcinsellere ‘sapık’ gözüyle bakıyor, onlardan korkuyor ve aramızda özgür kimlikleriyle bulunmalarını istemiyoruz. Her ne kadar eşcinsel üçüncü bir insan cinsi değilse de, eşcinselliği bir cinsel yönelim azınlığı olarak içimize sindirebilecek kadar demokrat olabilmeliyiz.
Önüne çıkarılan tüm toplumsal engellere karşın kendi doğal cinsellik gerçeğiyle yüzleşebilmiş eşcinselin açık cinsel kimliğiyle yaşama isteği her zaman saygıya değer bir seçimdir. Bu insanları ister sevelim ister sevmeyelim, onların aramızdaki varlığını saygıyla ağırlamak bence yüksek bir insanlık değeridir.  Ancak bu insanlık değeri eşcinselin de her cinsel kimlik gibi toplumun cinsel ahlâk ve davranış hukukuna uygun yaşamasını talep eder. Eşcinsel vatandaşın cinsel ahlâk ve cinsel suç hukuku içerisinde hiçbir ayrıcalığı yoktur. Yani iki eşcinselin ortalık yerde sevişmesi, ortalık yerde sevişen kadın ve erkek kadar ayıplanabilir.  Bir eşcinselin bir başka eşcinselin ırzına geçmesi, bir heteroseksüelin ırza geçme eylemi kadar suçtur.
Bence, cinsel kimliği onurlandıracak ve toplumsal yaşama katacak en etkin güç, özgürlüğün sorumluluğuyla var olmayı seçen kişilerin örgütlü dayanışmasıdır… Özgürlüğünün sorumlu yüklenicisi olabilen bir kişilik eşcinsel olsa bile toplumsal yaşamı yozlaştıracak bir tehdit olmaktan çıkar.
Muharrem Soyek

8 Şubat 2013 Cuma



Babası veya annesi hayatta olmayan, maddi olanakları yetersiz çocuklara parasız ve yatılı eğitim fırsatı tanıyan Darüşşafaka Eğitim Kurumları'nın 2013 yılı sınav takvimi belirlendi. Buna göre; Darüşşafaka Giriş Sınavı'na başvurular 7 Ocak 2013'te başladı ve 29 Mayıs 2013 Çarşamba günü sona erecek. Sınav, 2 Haziran Pazar günü saat 10.00'da 20 ilde yapılacak. Sınavda başarılı olan öğrenciler mali durum araştırması ve sağlık kurulu kontrolünden geçtikten sonra ücretsiz yatılı kolej eğitimi alma hakkı elde edeceklerdir.


Her aile çocuğunun iyi bir eğitim almasını, başarılı olmasını, mutlu yaşamasını, ailesine ve ülkesine yararlı olmasını ister. Darüşşafaka, babası ya da annesi, veya hem babası hem annesi hayatta olmayan, maddi olanakları yetersiz, yetenekli çocuklara parasız ve yatılı bir eğitim fırsatı sağlıyor. Hayırsever yurttaşlar tarafından 1863’te kurulan Darüşşafaka, her yıl sınavla seçtiği öğrencilerin eğitim, sağlık, beslenme, barınma ve giyim gibi tüm gereksinimlerini karşılar; yabancı dil öğretimli kaliteli bir eğitim olanağı sunar.

Darüşşafaka Lisesi’ni bitiren öğrenciler, İngilizce bilen, bilgisayar kullanabilen, bir müzik aleti çalabilen, spor yapan bilgilenmeyi seven gençler olarak üniversiteye başlarlar. Darüşşafaka, başarılı öğrencilerini üniversite eğitimleri süresince de burs vererek destekler.

Öğrenciler DARÜŞŞAFAKA’DA…

- Çağdaş teknolojiyle donanmış derslik ve laboratuarlarda, bilgisayar destekli eğitim görürler.
- Tam donanımlı zengin kütüphaneden yararlanırlar.
- Türkçeyi ve İngilizceyi doğru ve düzgün kullanmayı öğrenirler.
- Açık/kapalı spor alanlarında basketbol, futbol, tenis oynar; yüzme öğrenir; jimnastik yaparlar.
- Büyük ve görkemli tiyatro salonunda gösteri izler, gösteri sunarlar.
- Her öğrenci heves ettiği ve yetenekli olduğu bir müzik aleti çalmayı öğrenebilir.
- Sağlık hizmetlerinden yararlanırlar.
***

DARÜŞŞAFAKA SINAVINA GİRECEK ÖĞRENCİLERDE ARANAN KOŞULLAR:

- Babasının ya da annesinin hayatta olmaması
- Ailesinin maddi durumunun iyi bir eğitim için yeterli olmaması
- 2002 ve sonrası doğmuş olması (Yaş düzeltmesi geçersizdir.)
- 2012-2013 Eğitim – Öğretim Yılında ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi olması
-  Sağlık ve diğer yönlerden yatılı okula kabulünde sakınca bulunmaması
 - T.C. vatandaşı olması


SINAV KAYDI İÇİN GEREKLİ BELGELER:
- Adayın okumakta olduğu okul müdürlüğünden alınacak ve İlkokul 4. sınıf öğrencisi olduğunu gösteren imzalı ve mühürlü belge (Okul karnesi kabul edilmez)
- Nüfus cüzdanı fotokopisi
- Nüfus Dairesinden alınan Vukuatlı Aile Nüfus Kaydı örneği (Suret, fotokopi, muhtar belgesi, ölüm tutanağı kabul edilmez)
- 2 adet yeni çekilmiş vesikalık fotoğraf
- Başvuru formu

DARÜŞŞAFAKA GİRİŞ SINAVI BAŞVURU FORMU İÇİN KAYNAK ADRES:

http://www.darussafaka.org/tr-TR/kurumlar/Documents/Basvuru%20formu%202013.pdf


SINAV BİLGİLERİ:
Kayıt Başlangıç Tarihi: 7 Ocak 2013, Pazartesi
Kayıt Bitim Tarihi: 29 Mayıs 2013, Çarşamba
Sınav Günü: 2 Haziran 2013, Pazar
Sınav Saati: 10.00
(Adayların saat 09.00’da sınav yerinde hazır bulunmaları gerekmektedir.)


 SINAV MERKEZLERİ:

İL                      OKUL                                    TEL

ADANA İsmet İnönü İlk ve Ortaokulu (0-322) 453 73 12
AĞRI Alparslan Ortaokulu (0-472) 215 12 21
ANKARA Metin Emiroğlu İlkokulu (0-312) 223 54 79
ANTALYA  Başöğretmen Atatürk Ortaokulu (0-242) 312 66 70-71
BURSA Setbaşı Ortaokulu (0-224) 327 75 12
DENİZLİ  Gazi İlkokulu (0-258) 216 18 35 / 241 75 13
DİYARBAKIR Ali Emiri Ortaokulu (0-412) 228 05 51 – 52
ERZURUM İsmetpaşa ilkokulu (0-442) 234 78 67
GAZİANTEP Abdullah Kepkep İlkokulu  (0-342) 230 31 43
İSTANBUL Darüşşafaka Eğitim Kurumları (0-212) 286 22 00
İZMİR Merkez Halit Bey İlkokulu (0-232) 262 47 22
KAYSERİ Besime Özdereci İlk ve Ortaokulu 0-352) 223 41 46 / 223 22 35
KONYA Mümtaz Koru Ortaokulu (0-332) 351 12 22
MALATYA  Atatürk Ortaokulu  (0-422) 321 22 02
MERSİN Tevfik Sırrı Gür Anadolu Lisesi  (0-324) 231 13 03 – 231 95 82
SAMSUN Merkez Alparslan İlkokulu (0-362) 231 10 42
SİVAS Behrampaşa Ortaokulu (0-346) 221 22 77
ŞANLIURFA Bahçelievler İlk ve Ortaokulu 0-414) 314 85 14
TRABZON  Cudibey Ortaokulu (0-462) 321 12 94 / 321 98 66)
VAN  Merkez Koç İlk ve Ortaokulu  (0-432) 227 17 37


ÖNEMLİ NOT:
1. Aday kaydı için
İstenen belgelerin eksiksiz ve doğru olarak Darüşşafaka Ortaokulu’na ulaştırılması gerekir.
2. Kesin kayıt hakkı
• Öğrencilerin,  sınavı kazandıktan sonra kendilerine bildirilen tarihlerde sağlık kuruluna girmek üzere okula gelmelerine,
• Sağlık kurulunun öğrencinin yatılı okula kabulüne bir engel olmadığına ilişkin rapor vermesine,
• Darüşşafaka’nın belirlediği tarihlerde yapılacak olan mali durum araştırmasının sonucuna bağlıdır.

İLETİŞİM:
Darüşşafaka Caddesi No:14 34457 Maslak – İSTANBUL
Tel: ( 0 212 ) 286 22 00 - 14 HAT Faks: ( 0 212 ) 286 31 77
 E-Posta: darussafaka@darussafaka.net

 
www.darussafaka.k12.tr

3 Şubat 2013 Pazar

Hangimiz Masum Değil?


Hangimiz Masum Değil?
Genelevler bir zamanlar Türk filmlerinin senaryo malzemesiydi. Erkekler ağızlarında sigara kapılarda sıralarını beklerlerdi. Sonra sırası gelen içeri girer, o mezbele ortamda cinselliğini sergileyen kadınlardan birini beğenir, ödemesini yapar ve önüne katıp üst katta bir odaya çıkardı. Filmin etkisini şiddetlendirmek için ortamın iğrençliği abartılmıştır tamam da, gerçeklik payını nasıl yok sayabiliriz ki?
İnsanlık bunu bir meslek olarak görüyor; sanırım mesleklerin en onur kırıcı olanıdır. Ancak, bu mesleğin müşterisi bence mesleği icra edenden daha çok utanmalıdır. Bu hayata kendi istekleri dışında, çaresizlikten ve cahillikten düşmüş olanlara yanar yüreğim. Aile içindeki baskılayıcı şiddetten kaçan; aile içinde veya dışında süregiden cinsel tacizden kaçan; aşkın peşine takılıp kaçan; ünlü olma hayaliyle kaçan; kaçıp da sığındığı insanların merhamet ve iyiliklerinin kadın cinselliğini tuzağa çeken bir aldatmaca olduğunu geri dönülmez kavşaktan önce fark edemeyen bu saf kadınlara üzülmeyen de vardır elbette… “insan kendi kaderini kendi yapar” diye ahkâm kesenler vardır. Aslında benim aklımın eksik bir yanı da böyle der durur sızlayan vicdanımı avutmak için. Eğer bu işi insanlığın en iğrenç mesleği görüyorsam yapmam; dilenirim de yapmam. Sanırım dilencilik bundan daha onurludur. Ne de olsa Allah rızası için vermeyeni döven dilenci yok. Dilenmek ağır gelirse, çöplerden hurda toplardım… Uzaktan çare kolay görünür. Ya belalı adamlar beni pazarlamayı meslek edinmişse? Ya can ve edepli çalışma güvenliğimi sağlayan bir ortama geçemiyorsam? İşte burada kader beni dönülmez bir tek yöne sokmuştur. Artık ben cinselliğini parayla pazarlayan tescilli ya da kaçak bir orospu olarak yaşayacak bir ahlâk mahkûmu olmuşumdur. Ahlâksız kadere mahkûm fahişelere acırım ben…
Kadın cinselliği genelevlerde yasal kılıf giydirilerek pazarlanır. İnsanların tanıştırılabileceği birçok eğlence ve dinlence ortamı, hatta internet ve telefon servisleri bu işi kaçak yapabilmenin ara bağlantısı olarak kullanılmaktadır. İlerleyen insan uygarlığına uyum gösteren bir kirlilik…
Dünyaya doğmuş herkesin insanca yaşama hakkını hâlâ güvenceye alamamış uygarlık zaten “kirli” bir insanlık ürünüdür… İnsan uygarlığının bu kirden arınması için, saygıdeğer ve sevecen ilişkiler içinde maddi-manevi memnuniyetle hayat yolculuğunu sürdürülebilir kılan bir toplumsal yaşam denkleminde insanın çözücü onur bilineni olabilmesi gerekir… Ne yazık ki henüz böyle bir onurlu yaşam denklemini kuramlayıp gerçekliğini somutlaştırabilmiş değiliz. Bu yüzden insan uygarlığı arınma yolunda daha epey bir zaman kokuşmuş kirleriyle ilerleyecektir. Üstelik bu kirler fuhuş ayıbının dışında kalan geniş alanları da kaplamaktadır: Siyasi ve küresel çevreyle toplumsal var-oluş çıkarlarını belirleyen alanlardan taşıp bireysellik özelindeki kişilik var-oluşuna kadar sinmiştir.
Bilirim bu kirlilik ezelden beri böyle gelmiş; gene bilirim ki bu iş böyle sürüp gitmeyecek; insanlık bu ve diğer kirlerinden arınmanın dayanılmaz ihtiyacını duyacak ve temiz bir uygarlık denkleminin somut gerçekliğini bir gün elbet kuracaktır…
Hayat kadınlarını savunma gereğini hiç duymamıştım; ta ki bir arkadaşın konu üstüne eleştirisini görünceye kadar: Diyor ki arkadaşım, “dünyanın en eski mesleğidir; onlar için üzülmek insanlık adına bir anlam getirmez. Bu meslek hiçbir zaman son bulmaz; çünkü talep vardır ve kolay para kazanmanın yoludur. Bence kendilerinin seçimi; üzülmeye değmez...”
“Fahişelik dünyanın en eski mesleğidir” diyip geçen bir akıla da ben akıl erdiremiyorum. Sanki fahişeliğin arkeolojik kanıtları bulunmuş da insanın ilk mesleğini fuhuş sektöründe icra ettiği belirlenmiş gibi… Fahişelik olsa olsa insan uygarlığının en eski ayıbıdır. Ayrıca fahişeliğin kolay para kazanma yolu olduğu da nereden çıkıyor? Öyle olsaydı ortalık zengin fahişeden geçilmezdi. Kocasının bile cinsel isteklerini karşılamakta zorlanan kadınların yaşadığı bu ülkede parasını ödeyen her erkeğin cinsel açlığını doyurma işini kolay sanan bir akıl ya ruhsuz ya da düşüncesiz bir akıldan başka nedir ki? Parası ödenmiş her şeyi helâl sanan bir akıl şeytanın en güvendiği akılsızlıktır. Parasıyla cinsel güdülerini sakinleştiren kimse toplum içinde saf ve temiz bir kimliğin onuruyla dolaşabilirken, fahişe olanın ahlâksız ve günahkâr sayılmasını adil bulan bir aklın bahanesine tüküreyim.
Fahişelik bence para kazanmanın en zor yolu olmayabilir; ancak bedeli en yüksek hayat yolu olduğuna kuşkum yoktur; belki de bu yüzden fahişe kadınlara “hayat kadını” yakıştırması yapılmıştır. Fahişe, kazandığı para karşılığında sadece tensel cinselliğini kullandırma izni vermez; aynı zamanda toplumsal onur ve şerefini yitirmeyi de göze alır. ‘Temiz toplum’ özellikle kadın fahişenin yaptığı ‘iş’ karşılığında kazandığı parayı haram olarak nitelerken, kadından cinsel hizmet satın alan erkeğe olumsuz bir sıfat yakıştırmamıştır. Düşüncesiz geleneğin aklı suçluyu saptamıştır: suçlu, fahişelik yapandır; parasını ödeyip fahişeyle seks yapan masumdur… “Kancık köpek kuyruk sallamasa…” bahanesine yatan bir toplumuz biz.
Toplumsal ve bireysel yaşam alanlarına açılan çoğu kapılar fahişeye kilitlidir; genelev dışında neredeyse hepsi. Demokrasi kapısı da kapalıdır: seçebilir fakat seçilemez. Peki, fahişeyle yatanın seçilme hakkı hangi bağışlayıcı bahaneye sığdırılmıştır? Ayıplı eylemi kendi rızası ve arzusuyla satın alan kimse masum, cinsel mahremiyetini para karşılığı ‘masumun’ hizmetine sunansa ahlâk suçlusu; öyle mi? Hangi akıla sığar böyle bir adalet? Fuhuş tek özneli bir eylem değildir; ille de kadın erkek birlikteliği ister; hatta kadın ve erkek öznel birliğiyle de sınırlı değildir: fuhuş eyleminde “kadın-kadın” ve “erkek-erkek” öznesi de olasıdır.
Önce kadın sahip çıkmalı cinsiyetdaşına. Önce kadın kabul etmeli ki fuhuşta erkek de kadın kadar ayıplı ve kirlidir. Hiçbir kadın fahişeyle yatan erkeği bağışlayıcı dualarla karşılamasın. Kadın erkeği aklamazsa, erkek de genelevden sırıtarak değil, utanarak çıkmaya başlayacaktır. Nasıl ki evlenmeden önce erkeklerle yatmış kadın “kötü kadın” sayılıyorsa, kadınla yatmış erkek de “kötü adam” sayılmalı; ya da, cinsel ayrım yapmadan iki tarafı da hoş görebilmeliyiz.
Bir de maskeli fuhuş vardır. Bu işi yapan fiyat etiketli parça başı çalışmaz; işini tek müşteriye bağlar. Müşteri kendi rızasıyla çekilmeden, ya da yeteri kadar sağılmadan ilişki kesilmez. Bu tek müşterili fahişelik “aşk” çarşafına bürünerek kendisini topluma kutsatır. Yapan hele de biraz ünlüyse toplumsal ahlâk sorgusundan yırtar; hatta toplum bunları sevgi ve anlayışla hoş görür. Hukuka değil de Allah’a emanet sözleşmeli “imam nikahıyla” bu tür fahişelik toplum nezdinde meşruluk bile kazanır. Aynı işi sürümden kazanma ilkesiyle birçok erkekle yapan kadınsa ‘kötü kadın’, yani fahişe kalır.
Kadınların erkek öznesini de fuhşun vazgeçilmez bir ayıplı gerçeğinden saydığı gün toplumsal bakışın adaleti cinsel davranış ayıplarına cinsiyet ayrımı yapmadan tükürecektir. O zaman, ırzına geçilen sevgiyle kucaklanırken, ırza geçenin yüzüne tükürülür; o zaman, genelevde oturanla, genelevde ağırlanan; kuyruk sallayanla, bıyık buran; metresle metres tutan toplumun ahlâk terazisinde eşdeğer ağırlığa gelecektir. Bu ahlâk anlayışıyla büyümüş erkek, bakire değil bahanesiyle ‘namus’ cinayeti işlemeden önce kendine soracaktır: “sen hiç mi bir kadınla cinsel ilişkiye girmedin be adam!” Biz de kendimize bir soralım: Tıpkı genelevde çalışan kadınlar gibi, geneleve müşteri olan erkeklerin kimlik kaydı tutulsa, erkek mi yoksa kadın mı fazla çıkar?
Cinsel yaşamın ayıplı sandığımız yanlarını erkeğin elinin kiri, kadınınsa iffeti saymaktan vazgeçip, bunu bir kadın-erkek ortak eylemi olarak görmedikçe, kadının cinselliğini tutsak ederek erkeğin hizmetine pazarlayan 'yasal' ve kaçak fuhuştan hep kadın sorumlu tutulacaktır; ‘namus’ cinayetleri de bu sözde sorumluluğun bir bedeli gibi algılanabilecektir.
Kadın sahip çıkmalı cinsiyetdaşına. Önce kadın ayıplamalı, “vurun fahişeye; dokunmayın erkeğime” diye çığıran kadını. Kadın indirmeli, 'kötü kadına' kalkan yumruğunu… Önce annesi tükürmeli kadın cinselliğini satın alabileceğini düşünen oğlunun yüzüne. Ve kadın erkek yan yana karşı durabilmeli cinselliği sömüren her şeye.
Muharrem Soyek