28 Kasım 2013 Perşembe

KADERİN SUÇU NE?


KADERİN SUÇU NE?


Hayatın kader dansı yapan cilvesi gerçekten de yoktur. Hayat ne anlar ne uğraşır böyle öznel oluşumlarla. Hayat kendi yolunda giderken biz taş gibi önüne yattığımızdan olsa gerek bize çarpar da biz o çarpılmayı “kahpe kader” olarak tanımlarız. Bu tanımı bence insana ancak bencil inkârı belletebilir; ki o bencillik insanın kendi içindeki şeytanın masumiyet maskesidir aslında. Kusurlu seçimlerinin nedensel sonuçlarını kader kısmete bağlaması insanın düşünme tembelliğindendir.

“Kader” kavramının insan kusurlarına önlenemez bahane olarak ileri sürülen bir uydurma yapılması onun gerçeksizliğine kanıt sayılamaz. Çünkü insan varken insanın uydurma ürünleri de kendi varlığının bir gerçeğidir. Kader de bana göre sadece insanla birlikte var olabiliyor. Bu var oluş bile bana göre çok zayıftır. Öyle ki; mutlak biçimde bizim fizik ve zihin gücümüzden hiç etkilenmeden süre gelen ve giden hayat oluşumlarıyla hiç tasarlamadığımız biçimde bilgimiz dışında katışırız ki, işte sadece burası “kaderimizden” sayılabilir. Ne var ki kıyamet dışında kalan her “kader” sadece öngörülmeyenle karşılaşma ve katışmanın başlangıç anından ibaret kalır. Ondan sonrası insan aklının etkisiyle değişebilir ve yönetilebilir bilgiye dönüşmeye başlar.

Kader bu dünyada herkes için bir hayat tasarımı üreten, hele hele de bu tasarımı yöneten bağımsız bir varoluş gücü asla değildir. Bence, öylesi bir kader olsa olsa ahretlik bir inanç gerçekliği olabilir. Tabi ki ahret inancının olmadığı bir zihinde bu kaderin gerçeklik duyumu yok olacaktır. İnançlı zihin varsayımına bağlarsak, insan ahret hayatına ahretlik olduktan sonra müdahale edemez; bu da kaderin hasıdır işte. Kader, anlık ve gelecek zaman içinde müdahale etmeye fırsat ve bilgi vermeyen hayat gidişatıdır. İnançlı insan için ahret hayatına müdahale edilemez ilahi bir dönüşüm hâlidir. Bu yüzden ahret hâli insanın has kaderidir. Buna rağmen, insan ahret kaderini dünyalık yaşamıyla kendisi belirler; bu da bir bakıma insanın dünyalık “kaderini” kendi aklıyla yapabileceği gerçeğidir ki, bu bilginin doğruluğu dünyalık kaderin insanı yönettiğine değil insanın dünyalık kaderini yönetebilir olduğu gerçeğine çıkar. Sanırım akıl yetmezlerinin günahlarından sorumlu tutulmayışı bu yüzdendir. Kader hayatın ne bir yaptırım gücü ne bir şans kısmet kapısıdır; hayat için kader anlamsızdır; çünkü evrensel hayat bir biçimde başlamıştır ve kıyamete kadar sürmesini sağlayacak kurallı bir düzen içinde kendiliğinden ilerlemektedir. Bir bakıma hayat kendi varoluş hâliyle kaderini bütünleştirmiş olduğu için bizim kavramlaştırdığımız kader anlayışı hayatın ilgisinde değildir. İnsanın kendi varlığı için kavramlaştırdığı kader hayatı var eden vazgeçilmez bir unsur değildir. Hayat hiçbir varoluşu için özel amaç edinerek ilerlemez. Bu yüzden insanın kaderinden saydığı hiçbir şey hayatın ona verdiği özel bir anlam değildir. Belki hayatın bir kaderi vardır; başlangıç yazılımı ve son kıyamet gibi… Belki de kader hayatın tümlüğünü Tanrı’nın arzusuna bağlayan dinsel bir kavramdan öte değildir; bunu bilemem. Fakat bilirim ki, hayatın akışını kendine özel “kader” sandıran şey insanın tembel bencilliğidir.

İnsan düşününce kavramlar değişmese bile farklılaşabiliyor. Müslümanlıktaki kadere iman da her Müslüman’ın ve Müslüman olmayanın kavrayış düşüncesiyle farklılaşabiliyor. Zaten İslamiyet’teki kader esnek bir tanım ve kavrayışa uyarlıdır. Çünkü Allah kaderin koluna insana bahşettiği en muhteşem nimet olan akıl yürütme (düşünme) melekesini takarak, “başına gelen ve başına sardığın her şeyi kaderin marifeti sayma” demek ister gibi, Kuran vahiylerini “oku” ayetiyle başlatmıştır; ayrıca, göklerde ve yerlerde insan için hayırlı bilgiler saklı olduğunu, öğrenmenin ve düşünmenin ibadet olduğunu belirtmiştir. Bu yol gidişatınca düşünüldüğü zaman kader kavramı da insan yaşamını önceden belirleyen bir ilahi yazılım (yazgı) olmaktan çıkmaktadır. İslami bilgiyle düşünsek bile kaderin insan yaşamını bağlayan bir pranga olmadığını fark edebiliriz. Düşünen Müslüman’ın kaderi hayatın henüz çözümleyemediği bilgilerinden ibarettir. Müslümanca kavranabilen kader aslında herkes için geçerliği olabilecek bir bilgiden sayılabilir. Şöyle ki; Müslüman’ın kadere imanı, “Allah her şeyi bilir ve görür; hayrın ve şerrin yapıcı sahibidir; ne gelir ve giderse Allah’tandır” der. Ancak, hayatın tümünü bağlayan doğum ve ölüm ilmikli “büyük kaderin” türev ürünleri hayırda ve şerde sonsuz çeşit ve biçimlerle tezahür eder ki, Müslüman bunların bilgisine vakıf oldukça içlerinden Allah’ı memnun edecek olanı akıl yoluyla belirlemek ve bir bakıma kaderini seçmekle yükümlü tutulmuştur. Cehennem ve cennet ödüllü olan ahret kaderi de bu seçimlerindeki hayır ve şerre bağlanmıştır. Tanrı’ya iman etmiş dindarlar ve Tanrı inancı olmayan veya Tanrı inancı bir biçimde olup da dinsiz olanlar şimdi burada durup kendilerine sormalıdırlar; “Seçilebilir olmuş bir kaderi suçlamak ne kadar adildir?” “Allah’a iman etmiş veya etmemiş bir akıl, bilinmeyişinden dolayı seçilebilir olmayan bir kader olgusunu sorgulama yetisiyle çözümleyebilir olmasına rağmen onu hayrın ve şerrin önlenemez nedenseli saydığında kendini ve dolayısıyla Allah’a imanını inkâr etmiş olmaz mı?”

Ben insan olmuşsam yaşantım mutlak kaderim olamaz; kader mutlak yaşantım olmuşsa ben insan olamam. Soru ve sorun kaderin ne varlığı ne yokluğuyla ilişkilidir. İnsanı var eden akıl yürütme yetisiyle ilişkili tutarak kısaca sormalıyız: “Ben varken kaderin suçu ne?”


Muharrem Soyek
***

GIDALARIN HEKİMLİĞİ



Gıdaların Hekimliği

“Alternatif tıp”; “alternatif tedavi”; “bitkisel tedavi” başlıklarıyla tıp adeta hastalık yapıcı bir bilime dönüştürülmeye çalışılıyor. Sırf yeni bir ticari kapı açmak uğruna insan sağlığıyla oynama merhametsizliği yapılabiliyor. Kanserde ilaç tedavisini reddetmeye kadar işi sulandırabiliyorlar. Her şeyden önce bilmeliyiz ki bilime alternatif gene bilimdir; Bu yüzden karşıtlık (alternatif) tıp olmaz; çünkü bilim kendi yerine sadece bilimi oturtur. Bir bilim dalının yanlışını bir başka bilim dalı gösterebilir olsa bile, gene aynı bilim dalı içinde yapılan düzeltme ve doğrultma bilgisine güvenebiliriz. Bilim kendini sorgulayabildiği için güvenilirdir zaten.

TV kanalları, sosyal medya, yazılı basın otlar ve gıdalarla hastalık iyileştirme yarışına girmişler sanki. Baharatlardan tutun, ısırgandan çıkın… Şekere ensülin olan narlar; kısırlığı tedavi eden pekmez ve macunlar; karaciğer nakli yapan enginarlar; cildi gençleştiren lahana ve karnabaharlar; hatta taşlar, tuzlar, renkler ve sular… Gözüne gözüne sokulunca insan da hâliyle bitki ve gıdalardan mucize şifalar umar oluyor. Ne de olsa düşünmek kolay iş değil. Oysa bilen bilir ki değil narda, soğan sarımsakta bile yüksek şeker vardır. Gıda ile tedavi olunabileceği gerçek olaydı, bin bir derde deva mesir macunu her hekimin çantasında hazırda bulunurdu. Ancak şu da bir gerçektir ki, doğru ve dengeli beslenme hastalık nedenlerini bertaraf etmekte tıbbi çareye destek güç katar. Sırf alkol almayı bıraktı diye insanın hepatit hastalığı tedavi olmaz; fakat alkol almayıp karaciğere yük olmayacak biçimde beslenir olması tıbbi tedaviye olumlu katkı sağlar.

Sarımsağın her zaman yüksek kerameti olmuştur. “Başına sür saç çıkar; boynuna as vampir ısırmaz; kapına as nazar değmez; ister çiğ ye ister tozunu hapını kullan, şekere, kolesterole, tansiyona, yorgunluğa, soğuk algınlığına, cinsel güce falana filana bire bir devadır” denir durulur.

Bir arkadaşın anlattığı tarife göre sarımsak dişlerini limon suyunda on gün beklettiğinizde bu karışım kolesterol ve şeker düşürmede ciddi ilaç oluyormuş. Aynı zamanda yüksek tansiyona da iyi geliyormuş. Hazırlanan bu sarımsaklı limon suyundan her sabah aç karnına bir tatlı kaşığı içmeliymiş.

Bence, sarımsağın düşürdüğü bir şey yoktur; aspirin gibi kanı sulandırdığı için birim hacim kanda tutulan kolesterol ve şeker miktarı seyrelmiş olacağından öyle bir görüntü çıkıyordur. Gerçekte toplam şeker ve kolesterol miktarı aynı kalmaktadır.

Yüksek tansiyonu dengeye getirmede sarımsak ve limonlu sirke devede kulak misali fayda verir. Esas olan; şekerli, tuzlu, yağlı beslenmekten, sigara içmekten ve hareketsiz yaşam biçiminden vazgeçmektir. Tabi ki fazla kiloları da atacak miktarda yemeye ve içmeye önem vermek gerekir. Yüksek tansiyon sorunu beslenmeye bağlı oluşuyorsa diyet yaparak ilaçsız idare edilebiliyor. Kendimden deneyimli bir öğüttür. Ben tuzsuz kek bile yemiyorum; çünkü kekte kullanılan kabartma tozu veya karbonat tuz etkisi yapmaktadır.

Bazı durumlarda yüksek tansiyon fiziksel bir arızadan kaynaklı olabiliyor. İşte o zaman diyet yetmez; tıbbın tedavi yatağına uzanmanız şarttır. Bunu anlamanız için önce beslenme biçiminizi şekersiz, tuzsuz, az yağlı ve az nişastalı biçime getirmeniz ve tansiyonu takip etmeniz gerekiyor. Üç dört ayda tansiyon yeteri kadar gerileyip dengede kalabiliyorsa fiziksel arıza yok sayılır. Her ne yaparlarsa yapsınlar, yüksek tansiyon adayları tansiyonlarını takip altında tutmalıdırlar.

Tansiyon ilacı her gün alınmalıdır. İlaç alınca çok düşüyorsa veya yeteri kadar düşmüyorsa doktora danışarak doz ayarı yapılır. Hayatın duygusal yükünü, hareket ve beslenmeyi tansiyonu dengede tutacak biçimde değiştiremiyorsak, her gün ilaç almak bile fayda etmeyebilir.

Hiçbir yiyecek içecek tedavi edici değildir; sadece ön koruyucudur ki, bu da disiplin içinde düzenli bir dengeli beslenme bilgisiyle yapılabilir. Peşinen belirteyim ki, dengeli beslenmede yemekten içmekten zevk almayı hayatın önceliğine değil, soncalığına koymak gerekir. Sağlıklı ve uzun yaşamak için doğru beslenme tek başına yetmez. Bencil ve vurdumduymaz olmak da gerekir; ayrıca gene yetmez de, çevresel etkenleri sağlık bozucu olmayan ortamlarda düzenli hareket içinde var olmak gerekir.

Bence esas olan, insanın kendini uzun süreli mutlu hissedebileceği (kararlı mutluluk veren) yaşam biçimi bilgisini kendi arzu ve iradesiyle uygular olabilmesidir. Ölüm herkese geliyor. Kimi için ölümün peşinden güzel hatırlanmak, sağlıklı ve uzun yaşayabilmek için duyguda ve mantıkta bencil takılmaktan daha önemlidir. Fakat esas olan bence, sağlıklı ve uzun yaşamayı insanlığı onurlandıracak keyifli bir varoluş aracı yapmayı amaç edinmektir.

“Doğru ve dengeli beslenme” sözünün içeriği kapalı kaldı; bunu biraz açmalıyım. Beslenmedeki denge terazi kefesindeki gramlı gıdayla olmuyor; doğru beslenme de helal gıdayla ilgisiz bir davranıştır. Dengeli beslenme, edinilebilir olan her çeşit gıdadan azar azar yemekle başarılmış olur.

Doğru beslenmedeyse esas olan önce kişinin gıda duyarlığıdır; yani, kişi kendisini rahatsız eden gıdadan vazgeçmelidir. Doğuştan gelen alerjik duyarlık, sonradan oluşabilen şeker ve tansiyon gibi gıda diyetiyle yakından bağlantılı rahatsızlıklar doğru beslenmede bazı gıdaların tüketiminden vazgeçmeyi gerektirir.

İkinci olarak; doğru beslenmede gıda malzemelerini basitçe suda veya kendi hâliyle pişirmek gerekir. Gerekli yağ pişme tamamlanırken eklenmelidir. Mangal, közleme, ızgara ve kızartmalar doğru beslenme yöntemi dışında tutulması gereken lezzet yöntemleridir. Haftada bir lezzete öncelik vermek doğru beslenme ilkesine ters düşmez; çünkü insan vücudu seyrek yapılan yanlış beslenmenin zararlarını giderebilecek donanımdadır.

Üçüncü olarak; doğru beslenme doğru gıdaları doğru yeme biçimiyle tamamlanır. Hızlıca tıkınmak yanlış olduğu gibi, kahvaltı dışındaki öğünlerde her çeşit gıdayı bir arada yemek de yanlıştır. Örneğin, pilav üstü kuru fasulyenin yanında az miktarda sebze ve salatadan başka bir şey yenmez. Bakliyatın yendiği öğünde ayrıca ne et ne ekmek ne de tatlı yenmelidir; fakat bakliyatlı yemeğe lezzet için az miktar et katılabilir. Sade et eğer ekmekle yenmişse ihtiyaç olunan karbonhidrat alınmış olacağından üstüne bir de tatlı yenmez.

Sadece kahvaltıda, protein, mineral, vitamin, karbonhidrat ve yağ zenginliği içeren bir gıda çeşitlemesi yapılmalıdır. Kuru yemiş, taze yemiş, meyve suyu, salata, tereyağı, zeytinyağı, yumurta, reçel, pekmez, tahin, bal ve hafifçe kızarmış ekmek gibi kafanıza göre sağlıklı bulduğunuz her şeyi birden sadece kahvaltıda yiyiniz. Hatta meyve suyu ve süt yerine çay ve kahve bile içebilirsiniz.

Yemek üstüne lıkır lıkır su içilmez; çay veya kahve de içilmez. Gazlı içecek ve alkollü içecekler ne yemekle birlikte ne yemek üstüne içilmelidir; bunlar zaten doğru beslenmede yeri olan gıdalar değillerdir. Yemek sırasında bir bardak su, cacık veya ayran en uygunudur. Çay, kahve, meyve, kek, kurabiye, çikolata, baklava, çerez, künefe, yoğurt, meyveli süt ve sütlaç gibi yemekten sayılmayan gıdalar ana öğünlerin arasında yenip içilmelidir.

Görüldüğü üzere dengeli beslenmede pek bir zorluk çıkmayacaktır; ne de olsa ülkemizde gıda çeşitliğinin maşallahı vardır. Ancak iş doğru beslenmeye gelince nefsin isyanıyla rahatsız edilmekten kurtulamayız. Lezzet tiryakiliği doğru beslenmenin en başa çıkan yanlışıdır.

Gerçeğin elçisi olmak gerekirse sadece hareketli yaşam içinde doğru ve dengeli beslenmeyle sağlıklı bir uzun ömür elde etmeyi garantilemiş olmuyorsunuz. Genetik etkenler, kazalar, belalar, savaşlar, bulaşıcı ölümcül hastalıklar, doğal ve doğal olmayan afetler, yaşadığın yer ve zamanı belirleyen kaderin cilvesi, hava durumu, çevre kirliliği, küresel ısınma, para yokluğu, duygusal varoluşu bunaltıya basan trafik sıkışıklığı, gelecek kaygısı, aşk acısı, kıskançlık, intikam, açgözlülük, bencillik, vesvese ve korkuların neden olacağı hasarlar garanti dışında sayılacaktır.

Anlamış olduğum kadarıyla hiçbir gıda ve gıda katkısı tek başına bir şifa ve sağlık kaynağı olamıyor. Esas olan, duygusal huzur ortamında tüm gıda çeşitlerinden doğru biçimde tüketiyor olmaktır. Aynı biçimde tüm zayıflama diyetleri de palavradan ve ticari yalandan ibarettir. Zayıflamak için tek doğru ve güvenli bilgi; yağı, tuzu, şekeri bir anda iyice azaltmak ve bir kerede yediğimizi de haftalık aşamalarla en geç bir ayda yarıya indirmektir.

Korkmayın; yiyip içip gülün, hoşgörüyle sevin, gezin dolaşın, öğrenip düşünün; fakat asla oburluk yapıp tombiş olmayın. Gerisi kaderin cilvesindendir…

 Muharrem Soyek