26 Aralık 2021 Pazar

Yeni Yıl

 

HER YENİ YIL YENİ UMUTLARLA KARŞILANIR; UMUTLARIN ELLERİNDEN TUTUN Kİ, GERÇEK OLABİLSİN UMUDUNUZ...

Zamanı anlamlandıran insandır. Eskitebileceğimiz yeni bir yıl yok aslında; fakat bir yeni başlangıç anı hep vardır. Geçmişini bugünün bilgisine danışman yap; onu saygıyla hatırla; ancak geçmişinle ilintili kinleri, hayal düşüklerini ve gönül acılarını gittikçe çürüyen bir ruh gibi geleceğine taşımaktan da vazgeç.

Bu yıl kendine bir iyilik yap, ve daha çok gülümse; daha çok affet; zorlansan bile daha hoşgörülü olmaya çalış. daha güzel yemek, hoş sohbet, daha çok şarkı, daha çok dans iste; bir ağustos gecesi bülbülleri dinleyerek ay ışığında gezinmek için bir bahane iste...

Dünyaya bir kez doğabileceğini ve evrenin sonsuz büyüklüğünü düşünürsen, hayatın sonu gelmişçesine tasalandığın ve kırıldığın şeylerin ne kadar küçüldüğünü görebilirsin. Bir ışık yak bu yılın ateşinden ve yeni bir yol aç kendine. Hayatın aşk yollarında ruhunun fenerini hiç söndürme bu yıl. Hadi kıpırda biraz, kendin için bir ateş yak...

YENİ YIL ATEŞİ

Ölü yapraklar düşmekte

“Değişen dönektir” diyen üstüne

Bense değişirim döne düşüne

Eski yıldan alaz yeni yıl ateşimle.

 *

Anlam topal kalır sade bilimden

Bir mana daha çekmeli gönülden

Tutuşmalı insan yürek içinden

Umut ışıtan yeni yıl ateşinden.

Gelmişim geçmişin dibinden

Giderim gelecek peşinden

Evrim evrim zaman elinden

Yana yakıla değişirim ben

Her yeni yıl ateşinden.

Döner devran

Evrilir irfan

Akıl gelir başa

Putlar döner taşa

Ben gene yanarım ezelimden

Yılları yakan gelecek özümden…



 * (08 Ocak 2011)*

Yeni bir yıl yoktur kapıdan içeri girecek, tıpkı eskiyen bir yıl olmadığı gibi çöpe atılacak. Sadece yeni hayaller ve eski özlemler vardır toplanacak.
*
"Mayalar, Yahudiler, Araplar, Çinliler ve bu dünyanın diğer birçok sakini için bugün yılın ilk günü değil. Bugünün tarihini Vatikan tarafından kutsanan emperyal Roma belirlemiştir. Yılların bu sınır geçişini bütün insanlığın kutladığını söylemek abartılı bir ifade sayılabilir. Gene de şunu kabul etmek gerekiyor: Zaman herkese, yani gelip geçici yolcularına karşı yeterince sevecendir; yılbaşının güzel günlerin ilki olabileceğine inanmamıza ve onun sonsuz bir düğün neşesiyle karşılanmasına izin veriyor.” Eduardo Galeano, "Ve Günler Yürümeye Başladı"

Noel bayramının kökeni Türkler olamaz mı?

Yüzyıllardır Hıristiyanlarca İsa’nın doğumu olarak kutlanan Noel Bayramı biçimsel özellikleri bakımından eski Türklerin yeniden doğuş bayramı olan Nardugan'a çok benzemektedir. 

Konuyu irdelerken, Türk Devletleri'nden başka yerlerde aynı konuyu bilen var mı diye sorgulamaya başlamıştım. İran’ın Azeri bölgesinden, İsmail Bey’den yanıt geldi; verdiği yanıt birebir aynı olmasa da elimdeki bilgilere çok uyduğunu gördüm. 

Anlatılan şöyle: 

Türklerin, tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunur. Bunun tepesi gökyüzünde oturan Tanrı Ulgen’in sarayına kadar uzanır; buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. İnsanların koruyucusu Tanrı Ulgen, sakallı ve kaftan giymiş olarak ağacın tepesindeki sarayında oturur; geceyi, gündüzü ve güneşi yönetmek onun marifetidir. 

Türkler için güneşin hareketi çok önemli bir olaydır. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 21-22 Aralık’ta gece gündüzle savaşır. İşte bu gecenin sonunda, uzun bir savaştan sonra güneş geceyi yenmiş ve gün içinde daha uzun süre seyretmeyi hak etmiş olarak doğacaktır. Zafer gününe çıkan önemli bir gecedir. Güneşin yeniden doğuşu olarak algılanan bu özel gün, eski Türk geleneklerinde yaygın biçimde Nardugan Bayramı (beyremi) olarak kutlanırdı: 

nar=güneş, tugan, dugan=doğan. nardugan = Doğan güneş. 

Hâlâ daha bu gelenek Tatarlar, Başkirler, Çuvaşlar ve Karaçay-Malkarlar tarafından etkin biçimde yaşatılır. Türkler, gecelerin kısalmaya, günlerin uzamaya başladığı günü "Nardugan Beyremi" olarak büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdiği için Tanrı Ulgen’e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlardı. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Bu gece için yaş ve kuru meyvelerin yanına özel yemek ve şekerleme yapıyorlardı. İnanca göre bu bayram aile ve dostlar bir araya toplanarak kutlanırsa, ömürler çoğalır, uğurlar gelirmiş. Tıpkı Hıristiyanların Noel yemeği gibi... 

İsa'nın memleketi Filistin’de akçam ağacını bilmezlermiş zaten. O yüzden bu geleneğin, Hunların Avrupa’yı talan edişleri sırasında Türkler'den Hıristiyanlar'a geçtiği söylenir. Meydan Larousse’da, Hz. İsa evrenin nuru olarak ifade edilir, ve Noel kutlaması geleneğinin pagan halklardan alınıp Hz. İsa’ya yakıştırıldığı yazılıdır. İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik’te toplanan konsülde, 22 Aralık’ta güneşin doğumu için yapılan bu "pagan bayramı" Hz. İsa’nın doğum günü varsayılarak 24 Aralık’a alınıyor ve adına da Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık’ta kutluyorlar. Çam süsleme geleneğiyse eldeki kayıtlara göre ilk olarak 1605’te Almanya’da görülüyor; oradan Fransa’ya geçiyor. 

Özet derleme kaynağı: Muazzez İlmiye Çığ 18.12.2007 - Vatan Gazetesi /30.12.2007

(Yorum notum: Burada sözü edilen "hayat ağacı" birçok efsane ve tarihi gelenekte görülebilir; ancak gene de, Hıristiyan âlemi en büyük bayramını göçebe ve ilkel olarak tanımladığı Türkler'den alıp kendine uyarlamıştır desem başım ağrımaz. Noel'in İsa’nın doğumu ile ilgili tarihi veya dinsel bir kültürel köken bağı zaten bulunmuş değil. Noel aslında gündüzün geceyi alt edişidir. Güneşin başını kaldırıp yeniden dirildiği zamandır. Türkler'den, ya da başka bir kavim veya kültürden alınmış olmasının bence bir önemi yoktur. Hıristiyanlıktan önce de kutlanagelen bir geleneğin Hz. İsa'nın doğum kutlamalarına uyarlanmasıdır, asıl önemsenmesi gereken bilgi. Noel başkaydı amma Christmas (Hz. İsa'nın kutlu doğumu) ile bir edildi.

*Katoliklerin Babbo Natale dedikleri “Doğum Baba” yı Fransızlar dillerine Noel diye çevirmişlerdir. Fransızca Noel sözcüğü doğum anlamına gelir. Biz de aslında "Yeni Doğum" ve "Doğum Baba" diyeceğimize, Fransızca’dan Noel ve Noel Baba olarak aktarmışız. Hıristiyanlık'tan önceki pagan dinleri döneminde yaşayan Kelt kavimleri, Aralık ayı sonlarına doğru bir günde doğanın bahara gebe kalışını kutlarlarmış; bu güne de “Doğum Baba Bayramı” derlermiş. 

Hıristiyanlığın Roma topraklarına yerleşmesinden sonra, halk arasında yaşatılmakta olan "Doğum Baba Bayramı" Hıristiyan bir kimliğe büründürülüp, aynı isimle yaşatılmış; Doğum Baba imajı da kutlama geleneklerine yerleşmiş. Ama o zamanki Doğum Baba Bayramı’nda şimdiki gibi kırmızı elbiseli, ren geyiklerinin çektiği kızağıyla dolaşan, göbekli bir Doğum Baba (Noel Baba) yokmuş. 

Katolik olmayan Hıristiyan ülkelerde Santa Claus veya Christmas olarak bilinir. Katolikler yılın her gününü bir azize atfettiklerinden bu günü de aziz San Claudio adıyla anarlar. Tabi bir de Antalyalı Aziz Nikola vardır. Hikâye, Antalya Kale doğumlu tarihsel bir figür olan piskopos Nikola'nın fakirlere hediye dağıtmasına dayanır. Bilinen en meşhur hikayesi de, üç kızı olan bir babayla arasında geçenlerdir. Bu olayın 320'li yıllarda gerçekleştiğine inanılır. Fakir babanın kızlarına çeyiz parası karşılayacak durumu yoktur, bu yüzden hiçbir erkek onlarla evlenmek istemez. Böyle bir durumda da kızlar kötü yola düşmek zorunda kalabilirlerdi. Oldukça zengin olan Nikola üç kız için üç külçe altını geceleyin gizlice fakir adamın penceresinden içeri atar. Ancak fakir baba kendisini görmüş ve ertesi gün dualarla teşekkür etmeye gelmiştir. Bir rahip olan Nikola, "Bana değil, Tanrı'ya şükret." der. Bu olayın ortaya çıkmasından sonra, o yörede birçok gizlice yapılan yardımların aslında Nikola tarafından yapıldığı anlaşılır. Nikola'nın ölümünden sonra da yöre halkı birbirlerine gizlice hediye vermeye devam eder ve bir gelenek oluşur. 

Benzeri bir gelenek İskandinav ülkelerinde varmış; hatta bugün de bu gelenek yer yer sürdürülmektedir. Ancak bunun adı Kış Baba'dır. Geleneğe uygun olarak kırmızının hâkim olduğu rengarenk giysiler içinde bir adam, ren geyiklerinin çektiği bir kızakla evleri ziyaret edip çocuklara hediyeler verir, böylece çocukları sevindirmekle uzun ve karanlık kış günlerinin çocuklar üzerindeki depresyon etkisi hafifletilmek istenirmiş. Ancak bu geleneğin dinsel bir yönü yoktur. 

1863 yılında New York’un üst düzeydeki bir din yetkilisi, Noel arifesi New York Times gazetesinde yayınlanan “Noel Makalesi”nde şöyle yazmış: “Doğum Baba deyince aklıma güler yüzlü, tombul, saçları ve sakalları bembeyaz, çocukların sevgilisi biri geliyor” 

Bu tanımı değerlendiren İskandinav asıllı bir sanatçı, Thomas Nast, ABD'de yayınlanan Harper's Weekly dergisine kapak resmi olarak bugün bildiğimiz Noel Baba'yı çizmiş; ren geyiklerinin çektiği kızak, kırmızı çizmeli, kırmızı elbiseli, kırmızı şapkalı, ak sakallı, göbekli ve şirin bir Noel Baba... bir de süslü püslü bir çam ağacı çizmiş. Bu çizimleri çok beğenen Coca Cola Şirketi, Doğum Baba’nın telif hakkını sanatçıdan satın almış. 1865 Noel’inde Coca Cola şirketi Amerika’nın bir çok kentinde, kent meydanına süslü çam ağaçları dikmiş; bu ağaçların dibinde Noel Baba giyimli insanlar çocuklara hediyeler vererek Coca Cola reklamı yapmaya başlamışlar. 

Olay Amerika’da bomba gibi patlamış; o güne kadar soyut bir kavram olmaktan öteye gitmemiş olan Doğum Baba, ete kemiğe bürünmüş somut bir şekilde Noel Baba olarak önlerinde durmaktadır. Ertesi yıl karşı konulmaz bir patlamayla Noel Baba bütün Hıristiyan dünyasına yayılır. Hıristiyan dünyası büyük bir eksikliğini gidermiştir. Bir sanatçı ve Coca Cola'nın ticari reklam dehası sayesinde anlamsız ve renksiz bir Noel (Doğum Baba) Bayramı, İskandinav kökenli Kış Baba ile birleşince, süslü çam ağaçlarıyla, ren geyikleriyle, kırmızı elbiseli, ak sakallı tombul dedeyle cümbüşlenip herkesin, özellikle de çocukların sevinç kaynağı olmuştur. 

Coca Cola şirketi bu gelişmeye hiçbir hukuki itirazda bulunmamış, aksine Hıristiyan dünyasına Noel Baba’yı hediye etmekten memnunluk duyduğunu belirtirmiştir. 

*Her ne kadar geleneksel kökeni Hıristiyanlığa dayanmasa da, Noel, artık bir “Doğum Baba" bayramı olmaktan çıkmıştır. Katoliklerin ve Protestanların 24/25 Aralık akşamı, Ortodoksların da 7 Ocak’ta kutladıkları Noel, artık Hz. İsa’nın doğum kutlaması "Christmas" olmuştur. (Fransızca'da "noel" sözcüğün "eril" halidir; dişil olanı "noelle" şeklinde yazılır. Christmas = Noel, çünkü Hz. İsa erkektir) 

Noel’de kiliselerde, sokaklarda, meydanlarda, ve hatta evlerin bir köşesinde Hz. İsa’nın Beytüllahim’deki (Bethlehem) doğumunu canlandıran bir maket oluşturulur: Bir ahır, yerlerde samanlar, birkaç koyunla birlikte Meryem ve kucağında bebeği... Bugünkü Beytüllahim İsrail’in işgali altındaki Batı Şeria’da bir Filistin şehridir. Acıların anası hâlâ bu şehirde oturur. İsrail’in etrafına duvar örerek dev bir tutukevine çevirdiği bu şehre Hz. İsa bile gökten inmeye cesaret edemedi.... Oysa en görkemli Noel kutlamaları Beytüllahim'de yapılmalıydı... Hıristiyan âleminin bunu neden umursamadığını hiç anlayabilmiş değilim.
*
Gelelim Yeni Yıl kutlamalarına: Bu kutlamaları Noel ile karıştıran birçok Müslüman, Türkiye'deki yeni yıl kutlamaları öncesi ortaya çıkan Noel Baba'yla, çam süslemelerini ve yılbaşı gecesi tüketilen alkolü bahane ederek, yeni yıl kutlamalarından hiç haz duymazlar; bilakis bu kutlamaları imandan çıkma nedeni sayarlar. Çünkü onlar Hıristiyanların Christmas kutlamalarını, yani Noel Bayramı'nı, yılbaşı kutlaması sanırlar. Oysa Hıristiyanlar da Christmas'ın hemen peşinden, 31 Aralık gecesi yeni yılın başlangıcını kutlarlar. Aslında günümüzdeki Noel Baba da bu yeni yıl gecesinin küresel simgesi olmuştur. Bütün dünya kutlar; Hıristiyanlar, Müslümanlar, dinliler ve dinsizler, Bir Ocak gününü yeni yılın ilk günü belleyen herkes, 31 Aralık gecesi yeni yılın gelişini kutlar. Dünyada yeni yıl kadar yaygın olan bir kutlama daha yoktur. Üstelik herkes bu takvim değişimini gönlüne göre kutlama özgürlüğüne sahiptir. Bizim yılbaşı kutlamalarımız geçmişimizden gelen bir "Nardugan Bayramı" geleneğidir. Biz Hz. İsa'nın değil, yeni yılın doğumunu kutlarız.. Kaldı ki, Hz. İsa'nın doğum gününü Müslümanlar kutlayamaz diye bir yasak Kuran bilgisiyle anlamsız kılınabilir; çünkü Hz. İsa Kuran sözüyle Hak katında saygın bir peygamber kutsiyetinde anılır. Gene de yeni yılı karşılama kutlamasında biz dini özelliğinden bağımsız kültürel biçimini esas almalıyız. Bizim için esas olan kutlamanın küresel kültür etkinliğine dönüşmüş olmasıdır.

Bence Müslümanların Noel kutlaması yapması yasaklanamaz elbette; fakat gereksiz ve dini kimliğiyle de ilgisiz bir şey olacaktır. Bizim derdimiz yılbaşı kutlamasını Noel kutlaması sanmamızdan kaynaklanıyor. Yılbaşını Noel Baba simgesiyle karşılamayı Hz. İsa'nın doğumunu kutlama sanırız ve gene aynı cahillikle de öyle sandırmaya devam ederiz. Öyle ya da böyle şu da bir gerçektir ki, Noel ve Christmas Hıristiyan dünyasında artık eşanlamlı olmuşlardır. Gene de yeni yıl kutlamasının dinsel bir olgu olmadığını adım gibi söyleyebilirim. Öyle olaydı dinli dinsiz tüm dünyada kutlanır olmazdı zaten.

Miladi takvime göre başlayacak olan yeni yıl kutlamasında din olgusu yoktur. Tüm dünyada her dinden insan bu günü kutlamaktan hoşlanır. Yeni yıla güzel dua ve dileklerle girmek ister. Yeni yıl kutlaması küresel bir insanlık duasıdır aynı zamanda. Hıristiyanlar Noel (kutlu doğum) ile yeni yılı birlikte kutlarlar. 22-25 Aralık'ta başlarlar yeni yılın ilk gününe kadar giderler. Hıristiyan olmayan âlem de sadece yeni yılın gelişini kutlar.

Artık bilmeliyiz ki Hıristiyan âlemi “Christmas ve Noel” yani Hz. İsa'nın doğumuyla Noel Baba'lı yeni yıl kutlamasını peş peşe zaman aralıksız yapmaktadır. Aslında Hıristiyan âlemi dışında Hz. İsa’nın doğum günü kutlanmıyor. Sadece, yeni yılın gelişi Noel Baba süslemesiyle kutlanıyor. Müslüman toplumun yılbaşı kutlaması, hindi dolması ve çam ağacı hiçbir zaman Hz. İsa’nın kutsal doğumunu kutlamayı amaçlamadı. Bence bu hatalı algıyı değiştirmek için yeni yıl kutlamasına belki de Nasreddin Hoca'yı simge yapmalıydık. Çocuklara anca parası karşılığında düdük getiren bir Nasreddin Hoca, artık doğalgaz bacasına sığmayacak bir Noel Baba’dan daha gerçekçi olurdu. Zaten makbul olan herkesin kendiyle özdeşleştirdiği mana ve dileklerle doğum günlerini kutlamasıdır.

Aslında yılbaşı kutlaması Hz. İsa ile ilgisiz, Müslümanlık ile de ilgisiz; tüm dinlerden bağımsız küresel bir umut festivalidir.
*
Geçmişin bilgisi ve geleceğin hayaliyle birlikte "şimdi" var olmanın bilincidir zamanı güzel eden. Eski yıl işe yaramadıysa, buyurun size yeni bir yıl... Hepinizin yeni yılı kutlu ve mutlu olsun!

Bendeniz takvimci başınız yeni bir yılı hizmetinize sunmaktan onur duyarım. Yedeği olmadığı için lütfen garanti servisimizi meşgul etmeyin. Muharrem Soyek

Sadece kendi yılından sorumlu Genel Müdür Muharrem Soyek

3 Aralık 2021 Cuma

Neden Kitap Yazarım


 Ben kitap yazmaya özel bir nedenle karar vermedim. Bu yüzden bir öyküsü de oluşmadı. Ben ilkokuldan başlayarak yazmayı bir öğrenme ve hatırlama yöntemi olarak kullandım.

Ta evleninceye dek günlük tuttum. Okuduğum kitaplarda hayatı sorgulayan kısımlara rastladığımda onları not eder üstünde düşünür dururdum. Elbette kendi zihinsel algımı da alıntı altına not ederdim. Arada bir ruhsal coşkuya da tutuluyor insan; hem okuduklarımdan hem yaşadıklarımdan ve hem izlediklerimden yansılara kapılıp şiir taslakları da yazardım.

Emekli olana dek bir sürü yıpranmış not defteri ve tomar tomar yazılmış kâğıt birikmişti. Hepsini okumaya karar verdim. Çoğu özde iyi amma ifade dilinde kötüydü. Birkaçını yeniden yazmaya başladım; baktım daha bir güzel oluyorlar şevke geldim devam ettim. Şöyle yüz sayfayı geçince aklıma bir soru düştü: "Ben bunu ne için yapıyordum ki?" Kimseye faydası olmayacaksa ne diye kafa yoruyordum ki eski yazılarımın döküntüleri üstüne? Sonra Çetin Altan'ı duydum, "Ya yazılır ya yaşanır!" diyordu. Doğruydu ikisi bir olmuyordu. Yazdığımı bir biçimde yaşamsal erişime sunmazsam yazarken yaşamamış olacağım gibi boşuna da yazmış olacağımı kavradım. İşte o kavrayışla yazdıklarımdan kitap yapmaya karar verdim. Okuyup yazmak ve yaşamakla oluşturduğum bireysel bilincimden seçmelerimi insanlık bilincine bırakmayı bir varoluş görevi saydım. Olur ya birisi bilincimden bir ifadeyi okur da kendisine bir mana çıkartır ve ruhum şad olur...

Aslında herkes kendisini bir biçimde gelecek zamana armağan bırakabilir. Kimi yazarak, kimi yaparak... Yapmaksa elbette sanatsal bir yapıt üretmeye olduğu kadar öldükten sonra bile insanlara iyilik ve güzellik nedeni olacak eserler bırakmaktır. Okul, öğrenci bursu (dolayısıyla insan yetiştirmek); hayır kurumu, orman, meyve bahçesi gibi... Maddi ve zihinsel durumu elverişli olmayan bile gönül zenginliğinden sevgi ve şefkatle sürdüreceği yaşantısını geleceğe miras iyi bir örnek bırakabilir...

İlk kitabım, 2018 yılında çıktı. 'Denemeli Anılar' Papillon Yayınları'ndan. Orada tutunamadım. Cinius Yayınları'nın doğrudan yayıncılık yöntemini maddi açıdan kendime uygun buldum ve Denemeli Anılar dahil tüm kitaplarımı Cinius Yayınları'nda bastırmaya başladım. 7 kitap oldu. İnternet kitap sitelerinde arka kapak alıntılarıyla bulunabiliyor. Merak edenler tüm kitaplarıma, Cinius Yayınları / Cinius Shop adresinden ulaşabilirler. Arama kısmına Muharrem Soyek yazmak yeterlidir.

Kitap yazmak, bilincin özgürlük fidyesidir. Edepli ifadeye bindirilmiş gerçekler ve umutlar ne denli kutsanmamış eleştirel yaklaşımla düşündürür oluyorsa, kitap o denli değerli özgürlük fidyesi içerir.

Sevgiyle,

Muharrem Soyek

16 Kasım 2021 Salı

Felsefe Fenerim 3

“Bilgilenmek, özgürlüğün egemenliği ve bilincin kıvancıdır. Bilgi güçtür; bilinçse kendini bilinceye dek sadece tanrı vergisidir; yani, sadece ilahi iradenin izni kadardır… İnsanı ta doğuş tıynetinden evrensel yazgıya bağlayan bilinç her tanrının kıvancı olsa da aynı zamanda en kahrolası uygarlık lanetidir; çünkü uygarlık, kendisini Tanrı’nın biricik kutsal çocuğu sanan ve buna yaslanarak tüm evrene efendilik taslayan insanların egolarını parlatan tasarımlar üzerine kuruludur…

Bilincin tanrısal gücünden söz ediyorum. Ancak kendini bilmiş insan bilincidir, irdelediği ve kullandığı bilgiyle hem varlığı bilinene hem henüz bilinmeyene saygıyla, hayatın akışını doğuştan gelen yazgısal bilincin keyfine teslim etmeyecek olan… İşte bu olan da insanlığın kıvancı olur…

Bilincin kendini bilmesiyle, yani insanın kendinden sorumlu iradeyle tasarladığı yaşantıyı özgürleştirdiği oranda, tanrı çıktısı bilinçlerin cennet sözleri de umut olmaktan çıkıp, dünya gerçeğimiz olacaktır. Ve tabi ki tüketim cennetine öykünen modernite kölesi bilinçleri kutsayan uygarlığın da gerçekte taklit tanrıların sömürü düzeneği olduğu anlaşılacaktır...” Muharrem Soyek; Felsefe Fenerim 3, alıntı

 

21 Ekim 2021 Perşembe

Özgürlük Esintim

Özgürlük, kimilerine göre düşsel bir gerçekliktir. Bana göreyse koşulları ve sınırları hem toplumsal uzlaşı gereğince hukuksal ve görgüsel tanım alanlarıyla belirlenen eylemsel bir varoluş durumudur. Sözcüğün en ‘özgür’ kavramsal açımı, insanın bireysel ve toplumsal varoluş konumunda herhangi bir kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumudur. Yani, insanın kendi düşünce ve eylemlerini gene ancak kendisinin başlatıp durdurmaya yetkili irade oluşudur. Ancak, bu denli özgürlük ülküseldir; sadece mutlak yalnızlıkta var edilebilir. Böylesi tanrısal bir özgürlük benim merak konum olamıyor elbette; çünkü ben hem doğal hem insani varoluş koşullarımın elverdiği kadar ve onları değiştirebildiğim ölçüde ancak özgür olabildiğimi çoktan fark etmiş durumdayım. Mesele özgürlükse bakılması gereken olgu, zamansal ve yersel görecelikte varoluş kısıtlarına ne denli zorunlu biçimde bağımlı kalmadan yaşanabilir olduğudur.

 Uygarlık öncesi insan, sanırım birlikte var olma bağlamında bugünkünden daha özgürdü. Hani bugünkü kadar maddi ve manevi düğümlerle toplumsal varoluş gereklerine bağlanmış değildi; öyle hayal ediyorum ki doğanın zorundan başka, ilkel insanı kısıtlayıcı yaşam olgusu pek yoktu. İnsanlık içre genelleşen özgürlük kavramı, insan uygarlığının ilerleme ivmesine tutunarak bilinçsel yükselişini sürdürmektedir. Özgürlük, ancak özgün düşünen ve yaşayan bireylerin başkalarını da harekete geçirmesiyle toplumsal ve bireysel yaşam ereği olmaya başlamıştır. Gittikçe artan bir özgürlük talebi oluşmuş ve nihayetinde tüm insanların bireysel özgürlüğü ‘insan hakları’ başlığı altında yazıya dökülüp BM üyelerince tanınmıştır.

 Kâğıt üstünde hepimiz özgürüz… Gerçekteyse hepimiz modern varoluş gereklerine bağlı köleleriz. En sağlam modernite köleliği bağımızsa parasal gücün egemenlik iradesidir. Hemen peşinden nefsimizi sulandıran tüketim istençlerimiz gelir. Ruhumuzu avutmak için bağlandığımız inançsal olgular, eğer kuşkuya kapalı tutulursa onlar da gerçekte birer bilinçsel özgürlük kapanı olurlar. Kapana kısılan bilinç bilimsel gerçekliği bile inkârda kalabilir. Özgürlük, bir başına ele alındığı gibi farklı başlıklar altındaki kavram açımlarıyla da pek sık ele alınır; bunlardan birkaçını irdeleyelim:

 İstenç Özgürlüğü: İnsanın kendisinden başka bir iradenin izni ve zoru olmadan istemde bulunabilmesidir. İnsan istenci (iradesi) özgürdür demek, ‘insanın isteksel nedenleri doğrudan insanın kendisindendir’ demeye gelir. İnsan ancak istemelerinde özerkse istenci de özgürleşir. İstenç özgürlüğü değerli ve önemlidir. Kanımca doğuştan hak edilmiş ancak ham bir özgürlüktür. Eğitimle insanileştirilmezse; yani insan aldığı eğitim gereği bilinçsel farkındalıkla istemlerinin yaşamsal sorumluluğuna varamıyorsa, istenç özgürlüğü toplumsal bir değer oluşturmaz.

 Bireysel özgürlük: İstenç özgürlüğü ile sıkı bağlantılıdır. Bir insan istemekte, düşünmekte ve eylemlerinde özerkse, yani bir başkasının ya da bir şeyin zoruna bağlı kalmıyorsa bireysel özgürlüktedir. Demek ola ki bireysel özgürlük, insanın kendi özünden istemle davranmakta etkin kişilik göstermesidir. Bu bağlamda bireysel özgürlük, kişinin öz varlık gerekçesine uyarlı istenç özgürlüğüyle ancak oluşur. Yani, kişi ancak bilinçsel-ruhsal-bedensel varoluş etkinliğindeki istençli duruşu kadar bireysel varlığını özgür kılmış olur.

 Toplumsal özgürlük: Yasaların koruyuculuğu altında ve yasaların sınırları içinde başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadan hareket edebilme... Toplumsal özgürlük, bireysel özgürlük temeli üstüne gerekçelenir. İnsanların kişisel istenç özgürlüğüyle belirledikleri ya da kabullendikleri birlikte yaşama kurallarına topluca uymada uzlaşı içinde kalmalarıdır. Bir bakıma toplumsal sağduyunun özerkleşmesidir.

 Marksçı görüşte insanın özgürlüğü toplumsallık zoruna bağlı belirlenir. Doğa yasalarında olduğu gibi toplum yasalarını yürüten de zorunluluktur. (Belki de özgürlük diye bir şey yoktur da ancak bu zorunlu uyumu gören ve kendisini zorunluluğa uyarlayandır özgür olanımız. Gene de insanlara duymak istemediklerini söyleme ve görmek istemediklerini görünür kılma hakkına güvence yapılan özgürlük olgusu çoktandır uygarlık değeri yapan bilinçsel gerçeğimiz olmuştur.)

 Ayn Rand: “Özgür toplumu savunmak isteyen bir kimse, özgür toplumun vazgeçilmez temelinin (bireysel özgürlük gereği oluşturulan) birey hakları ilkesi olduğunu bilmelidir. Birey haklarını koruyup kollamak isteyen bir kimse, kapitalizmin bunun için en uygun tek sistem olduğunu da anlamalıdır.”) (Bence, öyle değildir. Asıl olan kapitalizm değil, laiklik ilkesine bağlı ve evrensel insan hakları gereğince özgürlükçü hukuk temelli demokrasidir.)

*Özgürlük, felsefede birçok açıdan konu edilip tanımlanmaya çalışılır:

Bağlı ve bağımlı olmama… Kendi dışından etkilenmemiş olma… Engellenmemiş ve zorlanmamış olma… İnsanın salt kendi istencine ve bilincine dayanan seçkisiyle karar vermesi… İnsanın kendi istenciyle isteyip eyleme geçebilmesi… İnsanın engellenmeden kendine ve kendi dışındaki olgulara etki yapabilmesi… Felsefe yapanlar, özgürlük üstüne böylesi ülküsel tanımlarıyla birlikte, özgürlüğün insan toplumunda hepten sorumsuz ve koşulsuz bırakıldığında kendisini yok edeceğine ilişkin görüşte genellikle birleşirler.

 Düşünme özgürlüğü: İnsanın bilinçsel farkındalıkla bilgiyi sorgulama özerkliği kazanmış olmasıdır. Düşündürücü eğitimle elde edilmesi kolaylaşır. Her türlü bilinçsel ve ruhsal baskıdan, özellikle dinsel inançlardan ve geleneksel davranış gereklerinden bağımsız kuşkuyla hayatı sorgulama eylemidir. Düşünmek beyinsel bir eylemdir; beynin dışına salınmadıkça kişinin bilinçsel önyargı hükmünden başka hiçbir şeyle bağlanıp engellenemez. Bu yüzden derim, düşünmeye istençli bilinç ancak düşündürmemeyi görev edinmiş eğitimle engellenir… Gene de düşünme özgürlüğünün gerçekliği ifade biçimiyle görünür edilemiyorsa insan için öyle bir özgürlük yok hükmündedir. Elbette her beyinsel emeğin ifadesi düşünce içermez. İnsanlar hatırladıklarını, yani öğrendiklerini ya da öğretileni ifade etmeyi düşünmek sanırlar. Oysa düşünmek ne hatırlanandan ne öğrenilenden dem vurmaktır. Düşünmek, bilgiyi ve sorunsalı diğer bilgilerin bilinçsel ışımasında hem sorgulamak hem yorumlamaktır…

 İnanç özgürlüğü: Bir insanın kendi inançsal bilincine göre davranabilmesi. Bu özgürlük, yaygın biçimiyle dinsel inanç ifadeleriyle görünür olur amma herhangi bir dine, hatta inançsal görgü ve töreye bile bağlı olmamayı da kapsar.

 Eylem özgürlüğü: Kendi istençli seçim ve tasarımlarına göre davranabilme hak ve gücüdür. İnsanın yaşam çevresini değiştirme yeteneğini etkinleştirmesidir. Hayvan, yaşam çevresine uyar; insansa uyumla birlikte çevresini değiştirip ona biçim de verir.

 Fiziksel özgürlük: Her türlü dış baskıdan ve engelden bağımsız fiziksel değişim ve hareket olanağı.

 Ruhsal özgürlük: İnsanın kendisini yaratılış tıynetine ve sonradan edindiği manevi hazlara uyarlı eğilim ve davranışlarıyla ifade edebilmesidir.

 Aktöresel özgürlük: İyilikte ve kötülükte kendi kendini bilip denetleme yetkinliği. Yaşam eylemlerindeki iyiden ve kötüden sorumlu tutulabilmesi için insanın aktöresel özgürlüğü bireysel ve toplumsal özgürlük temeline oturtulmuş olmalıdır. Aktöresel özgürlüğü sorumlu tutmaya elzem önkoşul, dışarıdan baskıyı etkisiz kılan; ancak bireysel ve toplumsal özgürlüğü ölçüsünde kişiyi yükümlü tutan vicdan özgürlüğüdür.

*Bazı filozoflara göre özgürlük:

Immanuel Kant: Özgürlük bir ide’dir. Bu aynı zamanda insan aklının ürettiği ve insanın sahip olduğu bir olanağa ilişkin düşüncedir. İnsan, yaşamsal istemlerini belirleyebileceği gibi saf aklın ürünü olan ahlâk yasasını da belirleyebilir. Ve o ahlâk yasası şöyle demelidir: Öyle var olasın ki, isteğini belirlemede bağlı olduğun ilke aynı zamanda genel bir yaşamsal yasa olarak geçerli olabilsin.

 David Hume: İstemli seçimine göre istençli eylemde bulunma ya da bulunmama gücüyle var olan özgürdür. İstençli istek (seçim, tasarım) belirlenmeden, nedensiz biçimde öylesine ve bir bakıma bilinçsizce eylemde bulunmaya özgürlük diyemeyiz. (Özgürlük, bilinçli bir eylem ve eylemsizliktir.)

 Martin Heidegger: Doğruluğu yani hakikati temellendiren özgürlük, varlığa öz gerçekliği olan yokluğuyla var olmasına olanak vermektir. Bu özgürlük gereği insan, dünyaya atılmış olmasını ve ölümü, yani kaçınamadığı yaşamsal varlık durumunu üstlenmeye ve kabullenmeye hazırdır. Bununla birlikte insan geçmişe bakarak gelecekteki olasılıkları seçmekte de özgürdür.

 Jean-Paul Sartre: Özgürlük, nesnel bir varoluş olgusu değildir; sadece, insanın varlıksal bir durumudur. O, insandır ve insanın hem varlık hem yokluk hakkıdır. (Yani, insanın hem olmaya hem olmamaya ve hem oldurmaya hem oldurmamaya aynı anda erkli ve erkin oluşudur.)

 Karl Jaspers: Varoluşun kendisi bir özgürlüktür ve bundan dolayı ayrıca özgür bir varoluş tasarımı yapılamaz. Varoluşsal seçişle kendim olma kararlılığım özgürlük bilincimi oluşturur. (Hiç kuşkusuz ben kendim için özgürlüğü düşüncede değil var olma olgusunda duyumsayıp tanırım. Bundan dolayı benim özgürlüğüm, istemlerimle zorunluluk dayatısının çelişkin bir bireşim tümlüğü olarak ortaya çıkar.)

*Kısacasından vardığım sonuçla gördüm ki, insanın eylemleri hepten özgür değildir. İnsan her zaman kendi doğasının, öğrendikleriyle ve kendisine öğretilenlerle pekiştirdiği bilincinin, içinde var olduğu zamansal uygarlığın ulusal ve küresel modernite gereklerinin, evrensel ve dünyasal konum koşullarının elverdiği kadar ve ayrıca ruhsal duyum ve bedensel arzularına uyarlı ve uyarsız istençli seçimlerini ve hayallerine uyarladığı gerçeklik tasarımlarını olası kılma olanakları ölçüsünde ancak özgür olmaktadır. Özgürlük, bir varoluş biçimi değildir; istençli biçimde nasıl var olunacağını hem seçme hem tasarlama hakkını kullanım olanağında tutmaktır... Muharrem Soyek

Bilgilendiğim kaynak: DMY Felsefe sitesi...

30 Temmuz 2021 Cuma

Her Toplum Lâyık Olduğunca Yönetilir

 


“Her toplum lâyık olduğunca yönetilir.” (Büyük olasılıkla Joseph de Maistre’nin ‘toute nation a le gouvernement qu’elle mérite.’ vecizesidir. J. Maistre koyu bir monarşizm yanlısı olarak benim yorumumla aynı kanıda olmayabilir…)

Bu söz, daha çok çektiklerinden toplumu sorumlu tutmaya söylenmiş olsa da demokrasilerde yönetenlerin vicdanını rahatlatmak için değildir.  Aslında seçen de seçilen de aynı toplumsal gerçeklikte var olmalarının gereği, toplumu en iyisine lâyık etmekten sorumludur. Bilmeliyiz ki yöneten de yönetilen de toplumun kendisindendir. Toplum önce kendi içinden en iyileri yönetici olarak seçmeye gayret edecek, sonra da seçim sonucunda oluşturulacak hükümetin toplumsal uygarlaşmayı geriletici veya ilerletici işlevlerini sorgulayacaktır. Seçilmiş yöneticiler de toplumsal sorguya kulak verip toplumun neye lâyık olmayı arzu ettiğini duymalıdır. Bu sorgulamayı yapsa da sorgusuna bilimsel olurluk yanıtı almayı önemsemeyen toplumlara gene de “Her toplum lâyık olduğunca yönetilir” iğnelemesi yapmak farzdır.

Sözün özü, bir şeyin kendi değerine lâyık olabilmesidir. Bu bağlamda ben bu sözü diyalektik bir gerçekliğin ifadesi görmekteyim. Toplumsal uygarlık düzeyi, toplumun kendisine lâyık gördüğü ileri gelecek değerleriyle gerici değerlerinin kapışmasından çıkan sonuç değeri kadar oluşur…

Uygarlık düzeyini yükseltmek isteyen toplumsal yönetimin amacı toplumu lâyık olduğu yerde tutmak değil lâyık olacağı en ileri hayale ilerletmektir. “Millet, geleceğe ilerleyen hayallerine doğru ille de demokrasi yolunda yürürse anca lâyık olduğu uygarlığa varır.” diyorum. Çağdaşlaşmanın üst düzeyine çıkma hayali olmayan insanlar bu özdeyişin öznesi değillerdir; çünkü onlar sadece kendilerini yönetenlerin hayallerine kul olmayı seçmişlerdir. Onların neye lâyık olduklarına ilişkin bir hayalleri bile yoktur. İnsanlık tıynetine uyarlı biçimde neye lâyık olduğunu belirlemiş olmayan insanların seçtiği yöneticiler de bu yüzden toplumun neye lâyık olduğunu yönetim amacı yapmazlar. Onlar kendilerinin neye lâyık olduğunu yönetim amacı yaparlar...

* Muharrem Soyek

Güç ve Adalet

 

Güç ve Adalet: “Adil olanın peşinden gidilmesi (adalete boyun eğilmesi) doğrudur; en güçlünün peşinden gidilmesi (güce boyun eğmek) ise kaçınılmaz biçimde zorunludur. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalimliktir. Gücü olmayan adaleti umursamayıp çiğneyen mutlaka olur; çünkü suçtan üremlenen (nemalanan) insan her zaman olacaktır. Adaleti olmayan güç ise zalimlik töhmeti altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunun olabilmesi için de adil olanı güçlü, güçlü olanı ise adil yapmak gerekir. Adalet göreceli öznelliğiyle tartışmaya açıktır. Güç ise tartışılmaz nesnelliğiyle egemenlik dayatır. Bu yüzden gücü adalete veremiyoruz; çünkü tartışmasız boyun eğdiren güç, adalete diklenip adil olanın kendisi olduğunu söyler. Ve biz adil olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık… Blaise Pascal; çeviri M. Soyek

*

Hepsi güzel de en güçlüye boyun eğip peşinden gitmenin kaçınılmaz olmasını anlayamadım. Zaten en başta bu tespit doğru sayıldığında, yapılması gerekenler de zora düşüyor. “Kaçınılmaz bir zorunluluk” gereğince güce boyun eğmek elbette en güçlüyü adaletin zorbası yapar. Bu durumda “şöyle olmalı, böyle olmalıydı…” demenin de bir anlamı kalmıyor.

Aslında insanın hakka imanlı vicdanından daha güçlü ne olabilir ki? Hakka imanı zayıf olan vicdanlar kaçınılmaz olarak adil olanı bırakıp en güçlünün peşinden giderler. Hem de yargı dışındaki bir güce sözde kaçınılmaz zorunluluk gereği boyun eğerek giderler… Hakka iman, yaşam ahlâkının onurudur; insanın canı pahasına tutunması gereken en yüce vicdan duyumudur. Hakka imanı tıynet yapmış bir vicdan, güce değil adalete boyun eğer. Çok şükür, adalete imanla vicdanına tutunup gücün yetki ve sorumluluğundaki yaptırımların adil olup olmadığını sorgulayabilen cesur insanlar da vardır. Güçler ayrılığı ilkesiyle kendini denetleyen kurumsal demokrasilerde bunun en somut bireysel ve toplumsal örneklerinin oluştuğu gözlemlenebilir. Yargı bağımsızlığı yönetim erkini adalet yolunda tutan en güçlü dizgindir.

 Adil olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık” diyor ya Blaise Pascal; bu gerçekçi ve güncel bir saptama sayılabilir. Ancak, hep böyle kalmak zorunda olduğumuz kanısında değilim. Artık, güçsüzün hakkını güçlüye yedirmeyecek kadar, adaleti bağımsız ve güçlü yargıya bırakacak toplumsal düzeneği tasarlayıp kurabilir ve işletebilir bilince ermedik mi? Muharrem Soyek


26 Temmuz 2021 Pazartesi

Gençlik Aynı Gençlik

Sümer tabletlerinde “Bu gençlik nereye gidiyor” yazısını gördüğümden beri, gençleri sorgulamıyorum... Muazzez İlmiye ÇIĞ

*“Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda. Kaba bir şekilde yemek yiyorlar. Yetişkinlere karşı saygısızlar. Ebeveynlerine karşı çıkıyorlar ve öğretmenleri sinirlendiriyorlar.” Aristo, MÖ 350

*“Günümüzün çocukları lüksü seviyor, kötü davranışları var, otoriteye baş kaldırıyorlar, yaşlılara saygıları yok, çalışmak yerine laklak etmeyi seviyorlar. Çocuklar artık evlerinin hizmetçisi değil, tiranı... Anne babaları odaya girince ayağa kalkmıyorlar, onlara itiraz ediyorlar, destek olmak yerine laklak yapıyorlar, şapır şupur yiyorlar, bacak bacak üstüne atıyorlar, öğretmenlerine zulmediyorlar.” Sokrates (MÖ 399)

*“Günümüzün gençleri öyle umursamaz ki ileride ülke yönetimini ele alacaklarını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bizlere, büyüklere karşı saygılı olmayı ağırbaşlı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler kurallara boş veriyorlar. Çok duyarsızlar ve beklemesini bilmiyorlar.” Hesiod MÖ.800

*Endişeye gerek yokmuş. Rahatladım valla! Gençlik aynı gençlikmiş. Gene de neden hâlâ aynı olduğunu merak ederim. Belki de gençler hep farklıydılar da yetişkinler henüz geleceğin farkında değillerdi. Belki de gençlerin farklı tavırlarından büyüklerin hoşnutsuzluğu aynı kalmıştır. Büyükler gençlerin sere serpe özgür tavırlarından haz etmiyorlar. Sözde insanlığın geleceği üzerine endişe etmektedirler. Oysa unutuyorlar, onların büyükleri de kendi gençliklerini beğenmemişlerdi. Yetişkin yaşamına aykırı duran ya da yetişkin beklentisine uymayan gençlerin özgür davranışlarını densizlikle yermek, bence yetişkin egosunun kibrindendir... Bence, gençliğin özgür ve özgün yaşantısı geleceğin onurudur; sorun çıkaransa, kocayınca gençlik deneyimlerinden pişman olan yetişkinlerdir… Muharrem Soyek)

11 Mayıs 2021 Salı

Bayram Gelirdi


 
Nerede Şimdiki Bayramlar!

(Eh şimdi de Covid 19 zoruyla evde tıkılı kaldık mı sana, eski bayramları akıllı telefonlarla yad etmenin tam zamanıdır... Sanki salgın öncesi bayramlarda tatile kaçmak için arifeden yola çıkan biz değildik...)

Her bayram gelişinde başlar bir muhabbet; “Nerde eski bayramlar!” Ben bu lafı duyduğumda hep gülümserim, fakat gene de “Tabi efendim, nerde o eski bayramlar”, demekten kendimi alamam. “Nesi varmış şimdiki bayramların?” diye sorsam, sanki bir büyü bozulacakmış gibi gelir. Bayram anıları damıtıla damıtıla bugüne o kadar güzel getirilir ki, ben onları dinlemenin hatırına bugünü saklar da eskiye rağbet ederim. Çünkü bilirim eski bayramları doyumsuz özlemlerle çekici kılan büyünün yoksul ve yoksun günlerimize atlastan bir kılıf gibi geçirilen insani ilişkiler olduğunu.

Eski bayramlara övgü düzenler sanki paşa babalarından gümüş keseler içinde hediyeler alıyorlardı. Bayramdan bayrama bir çift ayakkabıya kavuşabilenler bile "nerede o eski bayramlar" teranesi çekiyor. Genele bakınca eski bayramlarda öyle fazla bir şey yoktur aslında. Çeşitli el öpme ziyaretlerinde yenilen şekerler ve nadiren çikolata... Arkasından ver elini bayram yeri. Atlı karınca, salıncak ve bayram yerini turlayan faytonlar... Biraz daha zenginimiz içinse adada fayton gezisi bayramın sevinciydi... Bayram tatili uzun olursa en zenginler bugün olduğu gibi yurt dışına çıkmadan edemezlerdi. Bence özlenmekte olan şeyin aslı biçimde değil özde; bayramlarda heyecanla kucaklaşan gönüldaşlık, arkadaşlık, dostluk ve yeni duygusal tanışım fırsatlarıydı.

Eskiden bayrama bir hafta kala heyecan rüzgârı hissedilirdi. Evlerde bir telaştır başlar, mahalleli daha bir dost canlısı olurdu. Mevsimi uygunsa boya badana yapılır, bayramlık hediye alışverişlerine çıkılırdı. Kadınlar imece usulü halı ve kilimleri sokağın en uygun köşesinde arap sabunuyla yıkarlardı. Su, ya çeşmeden taşınır ya da kuyudan çekilirdi. Perdeler indirilir, yatak yorgan çarşafları sökülür, büyük galvaniz leğenlere bastırılırdı. Mahallenin kızları ikişer ikişer leğenlere girip dans eder gibi leğenin içindeki çarşaf ve perdeleri döne döne çiğnedikçe “tınk, tonk” diye ses atardı leğen. Kızlar pijama veya şalvar giyerlerdi; kimi dizlerinin üstüne kadar sıvar, kimi de utanır öylece paçalarının ıslanmasına aldırmadan çiğnerdi.

Bayram boyunca ne yenecekse hepsi önceden hazırlanırdı. Dolma, kurutulmuş yufka, kurutulmuş erişte, hamur tatlıları, sütlü tatlılar hepsi hazır edilirdi. Evde muhakkak et, yoğurt ve yumurta bulundurulurdu. Uzaktan gelip de yatıya kalan misafirlere taze yemek yapılırdı. Zaten eskiden Aksaray’da oturan birisi Sarıyer’e akrabasına gittiğinde illa ki gecelerdi. Hele Boğaz’ın karşı yakasına geçmişse Allah’ın emriydi; o gece misafir kalınırdı. Şimdiki gibi öyle gece yarılarına kadar ne toplu ulaşım ne özel ulaşım vardı.

Eski bayramlarda gençler endamlarını sergileme fırsatı buldukları için, yaşlılar da hürmet fırtınasına tutuldukları için sevinirlerdi. Ancak çocuklar herkesten çok sevinirdi. Onlar sevinmez, sevinçten uçarlardı. Bayram onları mutlu etmek için gelirdi. Bu yüzden oruç bayramının bir adı Şeker Bayramı’ydı. Aslında o zaman da asıl adı Ramazan Bayramı’ydı, ama ben hep rumuz adı “Şeker Bayramı” olarak hatırlarım. Büyükler bunun Ramazan ibadeti sonunda kutlanan dini bir bayram olduğunun elbette bilincindeydiler; ama ağzımızın tadını bozmazlardı. Bizim için sadece “Şeker Bayramı”’ydı. Şekere doyardık. Çocuktuk ve şekeri severdik. Evde misafirlikte yediğimiz yetmezmiş gibi, bayram harçlıklarımızla macun şekeri alır, pamuk helva alır, elma şekeri ve horoz şekeri alır onları da yerdik. Çünkü bizim çocukluğumuz yoksuldu; bayram çıkınca öyle canımız çekende çikolata gofret alıp yiyemezdik. Ara sıra naneli şeker ve zambo sakızı almaya ancak yeterdi harçlığımız.

Çocuklar babalarıyla camiye gitmeyi eğlenceden sayarlardı. Evin babası ve 7 yaş üstü erkek çocuğu bayram namazından döndüğünde aile içi bayramlaşma yapılırdı. Kahvaltıdan sonra dışarı fırlar komşularımızı bayramlamaya koşardık. Şekerin yanında, para ve mendil verenler olurdu. Esma adında bir komşumuz vardı ki bu işi çok ciddiye alırdı. Bayram mendillerinin köşesine mahalle çocuklarının adlarını işlerdi; mendillerin içinden birkaç lira çıkacağını bildiğimiz için bayramın ilk sabahı Esma Abla’nın kapısı çocuk bahçesine dönerdi. Kendi çocuğu yoktu. Hepimiz onun çocukları gibiydik. Terzilik yapardı. Bizim donlarımızı, pijamalarımızı, kadınların entarilerini hep o dikerdi. Dikişten sonra asla bir ücret istemezdi. Kimi cebinden kimi gönlünden ne verirse mutlu olurdu. Gene de kafasında her komşuya özel bir tavan fiyatı vardı; fazla veren oldu mu derhal üstünü verirdi. Bunu biliyorum çünkü annemin benden gönderdiği parayı fazla bulmuş, yarıya yakınını iade etmişti. Bana da kendi payından harçlık vermişti. Çocuk gözüm doymadı, çocuk aklım kendini uyanık sandı ve ben anneme vermem gereken kısmın yarısını cebe indirdim. Annem nasılsa öğrenmiş. Esma Abla laf arasında, “paranın yarısını geri gönderdim; oğlan düşürmedi inşallah” demiş. Annem de “tamam aldım; akıllıdır benim oğlum” demiş demesine amma, akşam eve girdiğimde fazla akıllı olmayayım diye beni bir güzel dövmüştü.

Babalar, dayılar, amcalar, hala ve teyzeler en fazla bayram harçlığı verenlerdi. Onların ellerini daha bir istekli ve özenle öperdik. Bütün bunlara gıcır gıcır bayramlık ayakkabıları da katınca, bu evrenin kralı olurdu çocuk; masalımsı bir dünyanın en kahramanı hissederdi kendini. Meydanlara ve parklara küçük luna parklar kurulurdu. Salıncaklı, atlı karıncalı, gondollu, halka geçirme oyunlu falan… Bazılarında Karagöz oynatılırdı. Uzaydan yeni bir dünya inmiş gibi olurdu bayramlar; çünkü başka zaman yoktu; bayramda olanın başka zamanı yoktu… 

Benim hatırlayıp da bugünümde bulamadığım iki bayram güzelliği var ki, ah keşke ikisi de hortlayıp gelse derim. Birincisi köydeki çocukluğumdan bildiğim bir güzellik: Yakın köyler dört bayram günü sırayla birbirlerini ağırlamak için yazın harman ve köy meydanlarında, kışın köy camisi ve mektebinde sofralar açarlardı. Bu geleneğin sürdürülmekte oluşunu bilsem ve bayrama katılsam da artık beni pek heyecanlandırmıyor; çocuk olamıyorum anlaşılan… Süt aşları, portakal büyüklüğünde sıkma top yapılıp dilimlenmiş un helvaları, zerde ve pilav konurdu meydan sofralarına. Herkes tahta kaşığını koynunda taşırdı. Gözleme ve sacta pişmiş patates börekleri de dilim dilim yığılırdı sofralara. Her sofrada illa ki bir bardak ve bir bakraç ayran bulunurdu. 

Çayır güreşleri yapardık; kazanana bir bakraç bal, bir tavuk gibi ödüller verilirdi. Ödülden çok pehlivanlığın namına tav olunduğu için, çocuklar, gençler, hatta henüz kemikleri eğrilmemiş büyükler bile güreşe tutuşurlardı. Çiğ yumurtalar ustalıkla delinip ayrı iplere geçirilir, sonra usta atıcılara nişangah diye bir ağaca asılırdı. Yumurtayı vuramayan elenirdi. Sona kalan, yani en fazla yumurta vurmuş olana bir horoz verilirdi. 

İkinci bir güzellik vardı ki, artık onun gölgesi bile kalmadı. Maddi olarak kaldı aslında da ruhu kayboldu. Eskiden zenginler bayramlarda yoksulları bizzat sevindirmekle kendilerini mutlu ederlerdi. Zaten şehirlerde zengin ve yoksul yan yana, hatta iç içe yaşarlardı. Apartmanların diplerinde tenekeden evler kuruluydu. Aslında o günün zengini bugünün orta hallicesiydi. Kıdemli bir öğretmen, avukat, doktor, müdür yardımcısı olmuş bir memur, bakkal çakkal zengin sınıftandı. Böyle dedim diye bugün daha fakir olduğumuzu sanmayın. Bu insanlar pek azdılar ve kıymetliydiler. Lise mezunlarının yedek subay yapıldığı zamandı. Hatta 1960 yıllarında ortaokul mezunlarının da yedek subay yapıldığı söylenir. Durumu iyi olanlar, okul aile birliği, kapıcı veya hizmetçi aracılığıyla yoksul aile çocuklarını bulur onları bizzat giydirerek sevindirirlerdi. Benim de böyle koruyucu bir ailem vardı; Camcıoğlu Ailesi; ellerinden öperim. Ta liseyi bitirinceye kadar bana üst baş aldılar, harçlık verdiler. Sonra koptuk. Koptuk çünkü toplumsal değişim kırmızı hatlarını çekmişti aramıza. Önce eskinin zenginleri yoksullaşmaya başladı, sonrasında da zengin siteleri özel güvenlikli duvarlarıyla kendilerini ayırmaya başladılar… Bugün de yardımlar yapılıyor şüphesiz, ancak bu insandan insana aktarılan o yüz yüze sıcak duygularla yapılmıyor. Artık kurumlar aracılığıyla yardım yapılıyor. Aslında şimdiki kurumsal yardım, yüz yüze insani sıcaklıktan mahrum kalsa bile bence daha adil; ve hatta minnet duygusunu yok ettiği için bana daha bir insani görünüyor. 

Günümüzün bayramlarında bir tuhaflık yok. Onlar ancak bizler kadar güzel olabiliyorlar. Bugün de sevinecek çocuklar var; bugün de eli öpülünce sevinecek büyükler var. Bugün de karşı dairede bir komşu var. Bugün de bayramı insani kaynaşmaya dönüştürecek eğlence ve yardım imkanları var. Sadece, değişen yaşam koşullarıyla göreceli bazı ölçüler değişti; hepsi bu. Artık çocuklar mendille, şekerle, bozuk parayla kanmıyor; üst baş alımıyla mutlu olmuyorlar; çünkü bunlar artık sıradan tüketim alışkanlığı oldu. Ama illa ki çocuğun çok istediği bir şey her zaman vardır. Bunu da ailesi elbette benden iyi bilecektir. Belki de parayla alınacak bir şey bile değildir. 

Eskiden olduğu gibi gene aynı hazzı verebilen, üstelik maddiyattan bağımsız yapılabilen bir şey var ki, onu da her bayram bencillik anıtı önünde kurban ederiz. Büyüklerimizin ellerini artık cep telefonlarından, bilgisayar ekranlarından öpüyoruz. Beş yüz metre öteden, “öptüm, mcuk!” yapıyor ve kaçıyoruz. Çünkü bayram artık tatil oldu. Bir de bayramın adı “şeker” mi olsun, “ramazan” mı olsun geyiği mutlaka yapılır. Bazılarına göre bayramın adını “şeker” koymak kültür erozyonuymuş. Bunu diyenler de bayramın adını “ramazan” sanıyorlar. Oysa bayramın özgün adı “Fıtır Bayramı”’dır. Özgün adı kullanılmış olsaydı, eminim Türk Halkı bunu “kıtır bayramı” yapardı. Ve de Ramazan Bayramı’na “şeker” takma adı vermek kültür erozyonu değil, aksine kültürün ta kendisidir; çünkü bu tamamen halkın gönül sesidir. Gerçi şekerin aforoz edildiği günümüz kültürüne uymadığı da bir gerçektir. Zamane çocuğu ceplerini şekerle doldurmaya can atmıyor. Şeker gibi bayramlaşmaların nesli de tükendi. Yeni nesil artık ya Antalya’dan, ya İtalya’dan telefonla bayramlaşıp, kargo ile hediye gönderiyor.

Bayramların ne suçu var; ha bire vur ha vur beline beline, “sen eskiden daha güzeldin” diye diye. Sanki vaktiyle güzellik kraliçesi oydu da şimdi yaşlanıp çirkinleşti. Yalanınızı seveyim ben sizin…. Neymiş efendim, “nerde o eski bayramlar” mış…. Bayramı bayram yapan insandır, insan!

Bayram yapan herkesin bayramı kutlu olsun.

Şeker gibi Ramazan Bayramı dileğiyle.

(Muharrem Soyek)

25 Nisan 2021 Pazar

Tencere Dibin Kara

1948 yılında varılan uzlaşmayla ve 1951 yılında yürürlüğe geçen uluslararası sözleşmeyle, soykırım ve benzeri olaylar tanımlandı ve bir insanlık suçu olarak tasdik edildi. Ancak bu suçlamanın 2. Dünya Savaşı öncesi geriye doğru hukuken götürülemeyeceği de belirtilmişti. Çünkü tarih, katledilmiş toplu insan cesetleriyle o kadar doludur ki depreştirmeye gelmez.

*Kendini savunma derdine düşen Osmanlı, gücünü hep saldırgan düşmana sakladı. Batıda Avrupa, doğuda Rusya ve işbirlikçisi Ermeni Çetelerine karşı. Emperyal güç ile kan dökümü bir gidiyor. Arap topraklarında İngilizler iç talanı kışkırtırken, Arap halkı tutmuş İngiliz saldırısı bekleyen Osmanlı’ya asayişi temin edemeyişinin hesabını sormaktaydı. Hesabın ödemesini alamayınca da düzen sağlayacağını söyleyen İngiliz’in peşine takılmıştır. ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ politikası…

*“Soykırım ve büyük felaket…” Ermeni dilinde ‘soykırım’ denmez bilir misiniz?  Medz Yeghern (büyük cinayet) ya da Medz Aghet (büyük afet) derler. Joe Biden bu yüzden hem soykırım hem büyük felaket demiştir. Hem dünyaya hem Ermeni kültürüne selam çakmıştır… Tarih, 24 Nisan 2021… hani, tarihin bile yüzü kızardı…

*Dün de bugün de aynı oyunlar sürmektedir. Başka bir oyun içindeysek de yuh olsun artık! Tarihi ağlatacak kadar unutkansak bize de yuh olsun artık! Şimdi sıra PKK himayesine kılıf gereği Kürt Soykırımı’nı tanımaya da gelmiş olabilir hani. Yağma Hasan’nın böreği… Eşkıya da belli eşkıyayı besleyen de. Olan Ermeni komşuma, Arap tanışıma, Kürt yurttaşıma ve elbette az buçuk hepimize olmaktadır. Barış ve huzur bir adım daha geri çekilmek zorunda kalıyor. İşin ilginç yanıysa, ABD Başkanı’nın NATO müttefiki, Kore silahdaşı Türkiye’ye sırtını dönüp Ermeni Lobisi’nin koluna girmesiyle iç siyaset rantından başka bir şey elde edemeyiş olması. Yani bir Ermenistan kazanılmış olmuyor. Ermenistan siyaseten ve mülken Rusya güdümünde bir ülke. Tuhaf değil mi? ABD Türkiye’yi çöpe atmış görünüyor; atmasa bile “ya benimlesin ya çöptesin” demeye gözdağı vermektedir. Bu ayrılık yolunda bakalım kimin kervanı daha diri ve kazançlı yürüyecek. Sanırım şerden hayır gelecek ve Türkiye kendini daha da bağımsız kılacak özgüven yükselişiyle ilerleyecek.

*Dilini yalan siyasetiyle bileyerek parmak sallayan ABD kendi emperyalist soykırım tarihini görünmez derinlere gömdüğünü mü zanneder? Zenci ve Kızılderililere verdiği zayiat çok yönlüdür. Örneğin, Kaliforniya'da çapullanıp yerinden yurdundan edilen yerli halkın korunması için çıkarılan eyalet yasası tersine işletilip 'ateş serbest yasası' gibi işletilmiş. Bu sözde koruma yasası gereği uygulamalarla 10 yılda 300 bin yerli 30 bine indirilmiştir. ABD’nin onca parası vardır amma kendine tutacak bir aynası yoktur… Hile ve zorbalıkla zulmetmiştir, yok etmiştir. Daha 1960 yıllarına kadar birçok ABD eyaletinde zenciler ve yerliler köpeklerle bir tutulurdu. Tencere tencereye 'dibin kara' demiş; tencere de dönüp 'senin hem dibin hem için kara' demiş… Tencere bile kendinden utanmış amma koca koca devletler tarihin acılarını günün siyaset garnitürü yapmaya bakalım ne zaman utanacaklar. (Muharrem Soyek)

*"O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım(Kum deresi katliamı). Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç...” / Kızılderili, Şef Kara Geyik

 

22 Nisan 2021 Perşembe

Düşüncenin Sunumu

 

Ülküsel arzum; her tür düşünce ve bilginin dışavurumunu tam özgür tutmayadır. Gene de duyguların ve düşüncelerin bilgisini edep eleğinden geçirmeden olduğu gibi topluma açık biçimde özgürce sunmak bir hak sayılamaz. Gerçekte duygu düşünce ve bilginin kendisinden çok dışavurum biçiminde sorun ortaya çıkmaktadır.

“Düşünce özgürlüğünün bir sınırı olmalı mı?” sorusu benim için anlamsızdır. Düşüncenin kendisi değil, ifade biçimidir ancak hukuk ve görgü çerçevesiyle sınırlanabilir olan. Düşünce üretimine değil de üretilmiş düşüncenin dışavurumuna, yani bir tür pazarlamasına bazı özgürlük sınırları çekilebilir. Düşüncenin dışavurumunu edep ve doğruluk kaygısına çeken sınırlamalar hukuksal gerekçesiyle birlikte toplumsal yaşam görgüsü gereği de sayılabilir. Öyle ishal olmuş bebek gibi düşünce ve duyguları dışarı çıkartmak bence bir özgürlük hakkı değildir. İfadede edepli ve bilgide gerçekçi olmaya özen gösterilmelidir.

“Düşünce eskidir, yeni olan düşünmedir,” diyor Jiddu Krishnamurti.

Bana göre de düşünce oldurulmuş bir bilinçsel olgu, yani eskidir; düşünmeyse düşünce oldurmaya niyetli devam eden zihinsel bir süreçtir. Düşünme sürecinin önü açılıp özgür kılınmalı… Düşünmek için gerekli olan bilgiye ve araç gereçlere ulaşım kanalları tam özgürlükte açık tutulmalıdır. Ancak, düşünmenin sonuç olgusu olan düşünceyi somut eyleme sürmekte bazı kısıtlamalar toplumsal hukuk unsuru yapılabilir…

Düşünmeye ket vurmaksa anca düşünmenin malzemesini saklamak veya yok etmekle olasıdır. Bu da günümüz bilişim ve iletişim dünyasında hemen hemen yapılamaz bir şey olmuştur. Bu nedenle düşünmenin yasaklanabileceği kanısında değilim. Sadece, bilgiyle düşündürmeyi iş edinmeyip de bilgiyi sunulduğu biçimiyle ezberlemeyi dayatan eğitim, işte anca öylesi işe yaramaz eğitim düşünmenin ufkunu daraltabilir. Öte yanda düşündürücü eğitim almış olsa bile, insanın kendi zihnini bağladığı mutlak doğru sanılı bilgiler de düşünmeyi kısıtlayabilir. Eğer ki insan bildiğinin hiçbir şey olduğunu bilecek kadar kendini bilmiş değilse, kendi doğrusunu biricik sanan bilinçsel ve duygusal varlığı her durumda onun özgürlük içre sağduyulu düşünmesine engel olabilir.

Sağlıklı bilinç, düşünme eylemiyle kendini sürekli eleştirel sorguya çekebilendir. İnsanın ruhsal varlığı da iç dünyasından seçkilerini vicdan ve utanma edebiyle dışa açma samimiyetinde sağlık bulur.

Sağduyulu bilinçsel ve ruhsal duyum… Bu iki duyumsal algının düşünsel uzlaşıyla bilinç aynasından dışa yansıyıp yaşam biçimine sağduyulu özgürlük katması pek muhteşem bir insanlık yapar… Muharrem Soyek

19 Nisan 2021 Pazartesi

23 Nisan

 

“Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet ve makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır; o da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.” M. Kemal Atatürk

23 Nisan’ın Ulusal Egemenlik Günü adıyla çocuklara armağan edilmesi Türkiye’nin mutlu geleceğini arzulayan ilk TBMM milletvekillerinin ortak vasiyetiydi sanki. Türkiye’yi çağdaşlığa ilerletecek görüş ve önerilerini çocuklarının ve torunlarının sahiplenmesini istemişler gibi… Atatürk de bunu onaylarcasına şöyle demektedir:

"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz."

Bugün 23 Nisan! Mutlu olun ey büyümüşler! Çok çocuk var sizi kucaklayıp taşıyacak! Bugün sadece Türkiye’nin değil, dünyanın geleceği de çocukların sırtına bindirilmiştir. Büyüklerin bu günü çocukları onurlandıran bir umut kutlamasına çevirmesi aslında kendilerinin henüz insanlık yeterliği kadar uygarlaşamadıklarının  bir itirafıdır.

Çocuklar büyüklerin hayallerinden sorumlu tutulamazlar. Çocuklar tıpkı toprağını ve havasını seven ağaçlar gibi özgür büyümeliler. Çocukları daha bugün geleceğin büyümüşlük sorumlusu yapmak onların çocukluğunu çalmaktır; haramdır. Bırakalım çocuklar büyümeyi özleyecek kadar doya doya çocuk olabilsinler. Geleceği kurtarmak onların değil, biz büyüklerin sorumluluğudur. Çocuğumuzun şimdi ve gelecekteki yaşam değeri, biz büyüklerin tüm çocukların geleceğine olumlu katkı yapan arzu ve çabamızın değeriyle yükselecektir.

*

Bu yanan dünyada yan gel Osman yatanlar

Sevinin ey kocamanlar sevinin!

Çocuklardan önce öleceksiniz

Hadi gene iyisiniz…

23 Nisan, çocuk doğası gereği çocuklara zaten kutlu ve mutlu bir bayram olur. Ben asıl, çocuklara güzel bir dünya bırakmak için emek veren büyüklere "Yirmi Üç Nisan kutlu olsun" demek istiyorum… Çocuklarını sağlıklı büyütüp bilgiyle düşünmeyi öğretemeyen uluslar, temeli çürük binalar gibi çabuk yıkılırlar. Özgür bilinç edindirip düşündürmeyi kendine onur misyonu yapmayan bir eğitime ve toplumsal görgü zoruna tutulan çocuklardan geleceğe umut bağlamaya utanan büyüklerin çoğalması dileğimle... YİRMİ ÜÇ NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI kutlu ve umutlu olsun!

Muharrem Soyek 

18 Nisan 2021 Pazar

Bir Mayıs

Bizdeki işçi kesimi emeklerinin karşılık haklarını örgütlü mücadele ile elde etmemiştir. TC devlet erkinin daha çok yurt dışındaki örneklerine bakarak yaptığı iş kurma ve işçi çalıştırma hukukuna bağlı kalarak, haklarını tepeden bir sunumla elde etmiştir. Gerçekte kendi varlığını oluşturmuş bir Türkiye işçi sınıfı da yoktur.

          

1800'lü yıllarda sanayileşmeye başlayan ülkelerde emekçiler sermaye karşısında haklarını alma ve koruma mücadelesine başlamışken, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde işçi ve diğer emekçiler gerçek anlamda böyle bir mücadeleye girmiş görünmezler. Böyle bir mücadele gereği, toplum tarihinin sınıfsal insan özellikleri ve ekonomik sistematiği bakımından da oluşmamıştı zaten. Bizde işçi ve emekçi olma bilinci, ilerleyen sanayi ile daha yeni oluşmaktadır. SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) 1946’da İşçi Sigortaları adıyla kurulmuştur. İşçi kesimi bu kuruluşun kendi gelecekleri için ne kadar önemli olduğunun farkında bile değildi. Öyle ki o günleri anımsayan emekli bir Beykoz Deri Kundura Fabrikası işçisinden dinlediğime göre, işçiler bu sigortanın aylıklarından kesinti için bir bahane sayılacağı gerekçesiyle sigortalı olmak istememişler; hatta işi yavaşlatma eylemi başlatmışlar. Fabrika müdürü hepsini yemekhaneye toplayıp huzurlarında kendilerinden kesinti yapılmayacağına yemin vermiş de anca ikna olmuşlar.


Ben Türkiye'deki emekçi sınıfın emeğin insanlık ilerlemesindeki değerini yüceltici yeterli eylem ve tasarımlar üretemedikleri kanısındayım. Gene de 1 Mayıs'ın resmen bir emekçi bayramı ilan edilmesi sevindirici bir uzlaşıdır. Peki nereden gelmektedir 1 Mayıs geleneği?


“İlk 1 Mayıs düşüncesi 1856 yılında Avustralyalı işçilerden ortaya çıktı. Avustralyalı işçiler 8 saatlik işgünü talebiyle toplantılar, eğlenceler ve gösteriler düzenlediler. 1866 yılında Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) dünya işçilerine 8 saatlik işgünü için mücadele çağrısı yaptı.


1886 yılının 1 Mayıs’ında Amerika’nın her yerinde işçiler grevler, mitingler ve eylemler düzenlediler. 8 saatlik işgünü talebinde bulundular. Chicago’da 200 bin işçi iş bıraktı. Siyah ve beyaz tenli işçiler 8 saatlik işgünü için birleştiler. Gösteri, yasa dışı olduğu gerekçesiyle bombayla dağıtılmaya çalışıldı. Çok ölen oldu. Ardından 4 işçi önderi idama götürüldü. Binlerce işçi işten atıldı; binlercesi de kara listelere alındı. Uluslararası İşçi Kongresi (II. Enternasyonal) 1889 yılında Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ı o kara güne ithafla işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü ilan etti.

 

Bize gelince… “1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde, 1905 yılında İzmir’de kutlandı. İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlaması 1910’da yapıldı. 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak “İşçi Bayramı” ilan edildi. 1924`te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı. 1935 yılında “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” düzenlemesiyle 1 Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ücretsiz tatil günü ilan edildi. 1981’de kendini TBMM yerine koyan askeri darbenin Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs’ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı. 2008 Nisan’ında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edildi. 2009 Nisan’ında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1 Mayıs günü resmi bayram kabul edildi.”


1 Mayıs her ne kadar işçilerin direniş bayramı olarak ortaya çıkmış olsa da bence bugünün ruhuna en yaraşır olan adlandırma, “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” olmalıdır.

*Ne güzel gündür bu gelen gün

Bin Bir Mayıs oldum ben

Sağımdan solumdan

Her yanım mahşer sadece insan…

 *Muharrem Soyek

 

11 Nisan 2021 Pazar

Aşkı ve Tanrı'yı Sınamayın

*Hayat bir sınav mıdır?” Teknik olarak değildir. Sınav olması için sınav konusunun önce öğretilmiş olması gerekir. Sınav, konusu ve süresi önceden belirlenen ve konu üzerine olası soruların yanıtları da önceden çalışılan bir sınama yöntemidir.

Hayat gene de insanı sınava çeken değil de insanın kendisini sınayabileceği bir varoluş ortamı sayılabilir. Tanrı kulu olduğuna iman etmiş kişiler için hayat, ahret yaşamına geçiş öncesi bir hak ediş sınamasıdır; ya cennet ya cehennem hakkına… İnsan, hayat unsurlarını nasıl kullanıp tükettiğine ve hayata ne bıraktığına göre, öldükten sonra ya mezun olup cennete ya sınıfta kalıp cehennem kursuna gidecek...

Sınama, sınav değildir. Sınamada bir beklentinin karşılanması umulur; deney gibi... Sınavdaysa bir öğretinin bilinirliği ölçülür. Sınama, yani beklenti bizim insan olarak ölmemizdir. Doğduğumuzda hayat bize öğretilmiş değildir; yani sınanacağımız ortamı öğrenmiş olarak doğmayız. Hatta ölünceye kadar da hayatın çok azını kendi çabamızla anca öğrenebiliriz. Bizden beklenen şey, hayatı eğrisi doğrusu ile yaşarken doğru varsaydığımıza rağbetle var olmayı vicdan onuru yapmamızdır. İşte bu beklentiye bir sınama, “kim insan olarak ölecek bir bakalım” sınaması denebilir.

İnsan, karşılaştığı iyiler ve kötülerle nefsini sınar. İnsan kendini nefsiyle sınamaktan, yani bir tür kendini denemekten dürüst bir iyilikle çıkarsa hem bu âlemde hem ahrette kurtulur. Onlar, sevgiyle yaşatıp bilgiyle düşünenlerdir ve bir tek aşkı ve Tanrı’yı sınamazlar. Herkes aşkına ve tanrısına güvenmek zorundadır. Güvenmediği an ne aşk kalır ne iman... Her şeye rağmen, eğer ki bu sınama bir sınavsa herkesin sorusu da vereceği yanıt da gene kendinden kendinedir... Yani, sınav özden öze öznel oluşuyla genel bir hayat sınavı sayılamaz. Sorular da yanıtlar da her kişinin kendisine lâyık gördüğü yaşam anlamından oluşur…

Ahret inancı olan için Tanrı’dır insanı sınayan. İnançsız olan da kendi kendini sınar. Kimi de vardır ki kendini bu amaç doğrultusunda sınamayı hiç umursamaz; sadece bencil var-oluş hazzıyla yaşamayı yeğler. Öylesi de bu hayatı yaşar ve ölür amma bencillik dozunu düşük tutamamışsa büyük olasılıkla insan olarak ölememiştir.

Bir aşk bir de Tanrı sınanmaya gelmez… Çünkü bu ikisi mutlak güvene bağlanmadıysa ikisi de yalan olmasa bile kendini kandırmaca olmuştur… Yeter ki aşkını ve tanrını sınama; kalan ötesini berisini ister hayatın ister Tanrı’nın bir varoluş sınaması say, pek fark etmez. Biz ölüme kadar aşktan ve Tanrı’dan gayrısını sınaya sınata anca insanlaşırız… 

Muharrem Soyek

1 Nisan 2021 Perşembe

İmam Nikâhı Aldatısı

 

İMAM NİKÂHLI EŞ 

Şunu en baştan bir belleyelim: Türkiye’de hukuk içre geçerli bir dini nikâh türü yoktur. Sadece, ya resmen kıyılı nikâhın dinsel inanç duası yapılır ya da nikâh doğrudan müftülük yetkisiyle resmi onay alırken dini görenekle de kıyılmış olur.

Aralık 2017 tarihinden beri müftülükler dini görenekle hukuken geçerli resmi nikâh kıyabilir olmuşlardır. Eskiden imam nikâhı denen kaçak nikâh da böylece batıl olmuştur. Buna rağmen TV programlarına konuk edilen bazı evlilik mağdurları hâlâ “dini nikâhlı ya da imam nikâhlı” olarak sunulmaktadır. Oysa öyle bir nikâh türü yoktur ve öylesi nikâhı kıyan da nikâha razı gelen de suç işlemiştir. Cami imamı nikâh kıyamaz. Hatta resmen nikâhlı çiftlere bile imam kalkıp da dini nikâh adıyla ayrı bir nikâh kıyamaz. En fazla resmi nikâhın duasını sunar. Yani, sözde geçerli nikâh kıyan imam müftülükten yetkili değilse suç işlemiş olur. Dini görenekle resmen evlenmek isteyen cami imamına değil, müftülüğe başvurmalıdır.

Haber geçişlerinde bile aynı sunum hatası yapılmaktadır. Daha yakınlarda şöyle bir haber geçti: “Hamile kadın, henüz 17 yaşında; dini nikâhlı eşi tarafından defalarca bıçaklanarak öldürüldü…” Genç kadına Allah rahmet eylesin, ailesinin başı sağ olsun amma, bu haber dini nikâhı toplumsal bilinçte meşrulaştıran bir algı yaptığı gerekçesiyle, basın yoluyla suç işlemeye bile girebilir. En azından yalan haber sayılır. Çünkü böyle bir nikâh türü yoktur. Bu tür nikâhlar, hoş görülmeyen cinsel birliktelikleri ayıplayan ağızları kapatmak için uydurulmuş bir kılıftır. Rahmetli olmuş emekli babanın maaşını almak için boşanıp da aynı kocasıyla yaşamaya devam eden bazı kadınlar da “dini nikâh” kisvesiyle namuslarını korudukları izlenimi verirler. İhbar edilinceye kadar haram yemiş olsalar da bu çiftler genelde namussuz sayılmazlar…

Dinsel törenle nikâh kıyımı sadece müftülük eliyle yapılır ve o nikâh da bildiğimiz resmi nikâh sayılır. Yani, müftülükte nikâhını kıydıran çiftlerden birisi için “dini nikâhlı eş” tanımı yapılmaz. Onlar resmen ve medeni kanun gereği karı kocadırlar… Önce basın ve yayın dilinde “imam nikâhlı ya da dini nikâhlı eş” sunumundan vazgeçmeliyiz. Sonrasında, müftünün yetkisini gasp ile dini nikâh kıyan imamların kulakları çekilmelidir. Evlenme cüzdanı almış da olsalar imam kimseye dini nikâh kıyamaz; en fazlası kıyılmış nikâhın duasını yapar, dine uygunluğunu onaylar. Çünkü, dine uygun nikâh isteyen çiftler müftülüğe gidip hem dini usûlle hem de resmen geçerli nikâhlarını kıydırabilir olmuşlardır. Muharrem Soyek

21 Mart 2021 Pazar

Orman Haftası ve Dünya Su Günü

 

22 Mart Dünya Su Günü ve 21-26 Mart Orman Haftası olarak anılıp önemi vurgulanmaya çalışılır. Orman’ın değerini ve yaşamsal önemini herkes bilir. Bilir bilmesine amma bilenin çoğu da ormanı sadece ağaç topluluğu sanır. Oysa orman yerde gezen ve havada uçan pek çok canlının konakladığı ilahi bir oteldir.


Orman, bağrında barındırdığı canlılarla birlikte güzelleşip dünyaya yararlı olur. İçindeki börtü böcek ve diğer hayvanlardan arındırılmış bir orman, ruhsuz milletlere benzer. Bu bilinci oturtmak için, Orman Haftası boyunca genel bir av yasağı konulmalıdır. Orman yoksa temiz havayı unutun. Orman yoksa yeraltı sularını da unutun. Yağışlar orman alanlarında inceden toprağa işleyerek yeraltı kaynaklarını, dereleri ve ırmakları beslemeye doğru akarlar.

Amazon Yağmur Ormanları yakılarak sözde uygarlık için tarım alanı açılmaktadır. Bu gidişle Yağmur Ormanları bir ömür içinde yok olabilir. Bu ormanlar dünya oksijen gereğinin yüzde yirmisini sağlamaktadır. Yokluğu küresel felaket olur. Topladığım bilgilere göre şunlar kaçınılmaz olur:

1. Dünyadaki bitki, hayvan ve mikroorganizma türlerinin neredeyse yarısı yok olacak.

2. Ölümcül insan hastalıklarının çoğu, Amazon'un doğasından türetilen ilaçlarla tedavi edildiğinden, dev bir sağlık sorunu ortaya çıkacak.

3. Uzun süren kuraklık ve bol miktarda sel gerçekleşecek.

4. Dünya çapında aldığımız gıda çeşitlerinin % 80'ini kaybedebiliriz.

5. Hava kalitesi düşecek ve daha fazla CO2 solumaya başlayacağız.

6. Dünyadaki tatlı suyun % 20'sini kaybetmeye hazır olun.

*

Ormanlarımızı ve meralarımızı gür ve temiz tutalım. Orman canlılarına evimizde baktığımız hayvanlar kadar saygılı olalım. Yılana, çıyana ve domuza da elbet saygılı olmak insanlıktandır. Belki onların duası hürmetine küresel iklim felaketleri bizi teğet geçip giderler… Muharrem Soyek

17 Mart 2021 Çarşamba

Andımız Ve Milliyetçilik

Öğrencilere her sabah tekrar ettirdiğimiz “Andımız” başlıklı bir metin vardı. 1933’ten 2013 yılına kadar okuna geldi. 1972 ve 1997 yıllarında üstünde bazı ekleme ve düzeltmeler yapıldı. Ancak “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” başlangıç sözü ve “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyen bitiş sözü her zaman aynısı korunmuştur. Kaldırılırsa sanki Türk olduğumuzu unutup mutsuz olacakmışız korkumuzla tabulaşmaya başlayan andımız, 2013 yılında uygulamadan kaldırıldı.

İnsan, olduğu ya da olması gereken bir şeyi kendine her gün hem de devlet zoruyla hatırlatıyorsa ben orada bir sorun olduğundan kuşkulanırım. Türk’e yasa zoruyla ant içirerek Türk olduğunu hatırlatmak onu daha iyi bir Türk yapıyorsa bunu sadece okullarda değil, her fırsatta ve her yerde andımızı okumalıyız. Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişindeki gururu hak etmek keşke bu denli kolay olaydı...

Gene de andımızın kaldırılması gerekmezdi hani. “Türk’üm” demeye ırkçılık yüklemek zorlama bir zihinsel algıdır. Çünkü, T.C. vatandaşı herkese zaten Türk denir. Sanırım andın bitiş dizesi biraz sorunlu: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” Burada, doğrudan Türk ırkına feda olma arzusu seziliyor. Bence bu dize, “Varlığım vatana millete armağan olsun!” ya da “Varlığım Türk Milleti’ne armağan olsun!” diye düzenlenip okullarda İstiklal Marşı’nın peşinden okutulursa milli yüreği güçlendiren yerinde bir üst kimlik bilinci oluşturacağı kanısındayım.

Türklük’ dendiğinde elbette sözün köken anlamı gereği sadece Türk ırkından olma durumu anlaşılır. Oysa, ‘Türk Milleti’ dendiğinde kavram farklılaşır. Türklük dediğimde, Azeri Türkü’de anlam içine girer. Türk Milleti dediğimdeyse anlamın tüm içeriğini sadece T.C. yurttaşları doldurur. ‘Türk varlığı’ deyişi tam da bu yüzden ırkçı niyete yakıştırılabilir. Türk varlığı … Türklük … Türk soyu … deyişleri ‘Türk Irkı’ manasına hemen hemen özdeş vurgu yaparlar.

Milliyetçilik, vatan toprağını onun üstünde yaşayan insanların huzuru ve refahı için koruyup kollama ve ihya etme görevi ve ahlâk yiğitliğidir. Bu soylu görevi yaparken, eğer milliyetçi anlayış hizmet sunacağı insanları soya-sopa ve hatta herhangi bir yaşam biçimine göre seçmeye başlarsa, böylesi milliyetçilik, demokrasi adına haklı olarak ırkçılıkla ayıplanacaktır.

Başkanları Bush’un Irak işgalini protesto eden Amerikalıların taşıdığı bir pankart üzerinde, (2006): “Hangi bayrak masum insanların ölümüne neden olan günahı örtecek kadar büyük olabilir?” diye yazmaktaydı. Evet, hangi insan ırkı diğerlerinden daha üstün olacak kadar büyük olabilir ki?

 (Muharrem Soyek)