25 Aralık 2013 Çarşamba

Demokrasinin Yeteneksiz Siyaset Dansı



Dershane meselesinde ve son olarak da Halk Bankası’nda aklanan kara para yolsuzluk iddiaları peşinden tuhaf bir durum çıktı ortaya. Daha öncesinde Fethullah Gülen için “Fetoş, F-tipi, ağlayan şeytan” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanan sosyal çevremden şimdilerde “Sayın Fethullah Gülen ve Hoca Efendi” biçiminde saygıdeğer hitaplar duymaktayım. Bu bilinçsiz bir tutarsızlık mı yoksa çıkarcılığın siyasi çıkını mı?

Bir zamanlar AKP iktidarını ABD istedi dendi. Şimdiyse AKP iktidarını ABD devirsin diye dualar ediliyor. Peki, yerine gelecek olanı da bu durumda ABD iktidara getirmiş olmayacak mı? İşlerin böyle yürümesine demek ki işimize gelende itiraz etmeyeceğiz.

Ergenekon ve bağlantılı benzer davalarda daha iddianame bile açıklanmadan gözaltı ve tutuklamaların sahte delillere dayandırıldığını varsayanlar şimdiki “yolsuzluk” operasyonundan sızan her bilgiyi suça kanıt yapma telaşına girmiş gibiler. Hükümet olan AKP son durumda Ergenekon ve benzeri davalardaki nispeten demokratik duruşunu koruyamadı. “Muhalefet Ergenekon avukatı olursa biz de savcısı oluruz” demişti. Şimdi, muhalefet “kara para yolsuzluğu” davasının avukatı ve savcısı olmaya yeltenmişken iktidar da panikleyip mahkeme hâkimi olmaya kalkışıyor. İkisi de demokrasinin yüz karası oldu. Neyse ki Sayın Bülent Arınç yargının muhakeme sürecine hükümetin hüküm tayin edici bir karışmasının söz konusu olamayacağını açıkladı. Başbakan’dan bir düzeltme demeci çıkmadığına göre, şimdilik Sayın Arınc’ın sözüne güvenle süreci izlemekte bir sakınca görmüyorum.

Kim ne yolsuzluk yapmışsa, kim rüşvetle iş yapmışsa hukuki kanıtlarıyla tespit edilip gereken cezaya çarptırılsın. Kimin itirazı var? Hükümetin mi? Onu da millet seçimde değerlendirsin. Ancak, suçun ve suçlunun mahkeme hukuku içinde belirlenip cezası kesilene dek yargı sürecinin siyasi linç sopası gibi kullanılması demokrasiye hasar verir. Burada yapılması gereken en demokratik davranış yargı sürecindeki kusurları yargı erkine saygı çerçevesinde eleştirmek olmalıdır. Eleştirinin temel amacı da bağımsız yargı kurumuyla demokrasiyi ilerletmek olmalıdır.

Daha düne kadar “ABD’ci, ABD ürünü” diye iktidarı yaftalayanlar ABD devlet yetkilileriyle görüş alışverişi yaptıkları kahvaltılara katılmaktadırlar. Hatta K. Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti sırasında F.G. Cemaati’nin adamlarıyla görüştüğü bilgisi çıkmıştır. Ana muhalefetin ABD büyükelçisiyle görüşmeleri de dikkat çekici. Katılsınlar tabi; fakat önümüzdeki seçimlerde iktidar olurlarsa TC ürünü olsunlar. Bunun için siyasi kimliklerini sadece milletin özgür seçim iradesinin onayına sunmaları yeterlidir.

Cemaat liderinin “Elimde olsa bütün paşaları serbest bırakırdım" demesine sessiz kalındı.  Mehmet Haberal serbest kaldıktan sonra ilk ziyaretini Fatih Üniversitesine yaptı. Şimdi İstanbul'da Cemaat Sarıgül’e destek istiyor.

Sayın Mustafa Balbay serbest bırakıldı. BDP milletvekillerine ret cevabı verildi. Muhalif siyaset Balbay için göstermiş olduğu demokratik çabayı BDP milletvekilleri için de göstermelidir.

Siyaset, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesini onur madalyası olarak boynunda taşımaya devam ettikçe bu böyle sürer gider. Bir zamanlar TC'nin en firavun düşmanı olan F.G. şimdi kurtarıcı destek güç
olarak kabul görebilir.

Her şeye rağmen toplumsal varoluş bilincinin sağduyusu demokratik seçimlerde eğri doğru ortaya çıkabiliyor. Sağduyunun yanılmayacağını umuyorum; yanılsa da demokrasinin ipine sıkıca bağlı kalabilirsek elbet bir başka seçime kendisini düzeltme fırsatı yakalayacaktır. Zamanın sabrı sonsuzdur. Demokratik olgunluğun sabırlı azmiyle çözülmemiş hiçbir sorun kalmaz.

Yolsuzluk veya kara para adli operasyonunu daha iddianame bile hazırlanmış değilken hükümeti linç fırsatı saymak siyasi bir tercih olabilir. Ancak bu bir aydın tavrı olamaz. Ergenekon davasındaki taraflı bakışların önyargılı çıkarımlarını hatırlamalı. Esas olan hükümetin yargısal süreci engelleyici veya durdurucu hukuk dışı bir baskı yapıp yapmadığıdır. Mahkemeyi takip edip göreceğiz. Yolsuzluk suçu işleyeni hükümet korumaya alırsa onu da millet sandıkta değerlendirir. Seçim öncesinde yolsuzlukla suçlanan hükümetin savunma telaşıyla öfke nöbetine tutulup yargıyı rakip siyasetin taşeronu sayması büyük hatadır. Ancak yargının yerine infaza kalkan muhalefet bilmeli ki bu tutumuyla seçmen vicdanında AKP'yi mağdur duruma iteleyerek güçlendirebilir de.

Olayın bir de ekonomik gerçeklik boyutu var tabi ki. İran'dan ithal edilen doğalgaz ve petrol paraları euro cinsinden Halkbank kasasında birikmektedir. Hatta Pakistan bile İran'dan ithal ettiği enerji hammaddesinin parasını Halkbank'a havale etmekteymiş. Ambargodan dolayı bankalar arası para transferinde sıkıntı olduğundan sanırım ki İran'ın da onayladığı bazı güvenilir kimseler kuryeliğiyle İran'ın parası İran'a gitmekteydi. Yani olay ambargoyu delme girişimine yasal çerçeveli siyasi operasyon da olabilir. Bu arada rüşvet ve zimmet gibi yolsuzluk
yapılmış da olabilir tabi ki. Savcılar bu yüzden soruşturma yaparlar;
gerçeği delillendirmek için... Mahkemeler de delilleri değerlendirmek için
kurulurlar. Hâkimler de hukuki değer arz eden delillere istinaden suça ceza keserler. Kesilen cezaya itiraz hakkının da kullanılmasından sonra masumiyet hâli son bulur. Mahkemelik davaları "benim adamım masumdur" veya "bizden değilse suçludur" mantığıyla siyasi çıkar malzemesi yapmak demokrasiyi geriye iter.

Şimdi kalkıp bir diyen çıkar illa ki: “Bir insanın hayatında kaç tane 4-5 yılı var ki seçimden seçime çözüm umuduna bağlasın ömrünü? Adamlar milleti soyarken sen kalkmış, “sandıkta hesabı sorulur” diyorsun. Ben de öpüle öpüle usandım” diyorum. Ayrıca, mahkemenin yansız tutumuyla vereceği adaletli hükmü bekleme tavsiyen hiç de güven vermiyor. Halkın parasını siyaset maskeli hırsız ve rüşvetçilere kaptırmak en kayda değer demokratik ayıbımız olmuşken sandığın adalet bekleyen sabır taşı da çatlar elbette”

Sözü burada kesip bırakmak düşüncemi ifade yeteneksizliğim olacağından, konuyu özüne bağlayan iki çift lâf etmem gerekiyor:

Tabi ki demokrasi insan ömrünü ihya etmeyi amaçlıyorsa bir anlam ifade eder. Ancak, demokrasi bir insanın ömrüne sığıştırılacak özel bir mutluluk hâli de değildir. Geleceği de kapsayan bir insanlık ilerlemesidir. Zaten bu yüzden “ileri demokrasi” kavramı günümüz demokrasi bilincinde ilkesel bir anlam ifade eder olmuştur. Demokrasiyi ilerletmek insan uygarlığının bence en yüce ülküsüdür; ta ki yerine başka bir yönetişim sistematiği tasarlayana kadar.

“Öpüle öpüle usandım” demendeki sitem demokrasinin en temel yapı sistematiği olan seçim hukukuna ve demokratik adaleti sağlayan yargıya güvensizlikse, çaren seçim sandığını kırmak ve yargıyı yok saymak mıdır?  Bence çare, demokrasinin kusurlarını gidermeyi amaçlayan toplumsal çabanın örgütlü işbirliğine demokratik ilkelerle emek katmaktır. İşte bu uğurda insan ömürleri heba olmaktan gurur duyabilmektedir.

İktidar olsun muhalefet olsun, ben siyasetin yargıdaki konuyu mahkeme hükmünü beklemeden oy avcılığına cephane yapmasına karşıyım. Sense peşinen suçluyu damgalayıp paketlemişsin bile. “Her şeyi bilen adam” bile bence senin kadar peşin hükümle konuşmaz. Demokratik sağduyum yargıya saygımı yitirmeden yargısal kusurları hukuk bilgisiyle eleştirebileceğimi söylerken, haddini bilen aydın ahlâkım buna hem bilgimin hem hukuksal çözümleme becerimin yeterli olmadığını fısıldıyor. Ben sadece, mahkemelik bir olaydan yola çıkarak demokrasinin yargı, yürütme ve yasama kurumlarını alaşağı etme siyasetinin demokrasiye bir ilerleme katacağı kanısında olmadığımdan eminim.

Muharrem Soyek

16 Aralık 2013 Pazartesi

BALIK ve PLASTİK



Denize atılan plastikten soframızdaki deniz ürünlerine toksik maddeler bulaşmaktadır.

Yediğimiz deniz, göl ve akarsu ürünlerinden tehlikeli toksik maddeler aldığımız artık bilimsel bir gerçek olmuştur. Cıva ve kurşun bu toksik maddelerin oldukça tehlikeli olanlarından sadece ikisidir. Sular ve su canlıları da tıpkı toprak ve hava gibi insan medeniyetinin atıklarıyla sağlık bozucu toksin  taşıyıcılarına dönüşmektedir. Özellikle denizler insan uygarlığının toksik atıklarını boşalttığı ortak lâğım çukurlarıdır.

Son bilimsel çalışmalar (Nature Scientific Reports raporu) göstermiştir ki, balıklar beslenirken mideye indirdikleri plastik atıklarından kimyasal toksinler almaktadırlar. Sıkça tüketilen kılıç ve ton gibi büyük yağlı balıklarda kimyasal toksinlerin giderek daha fazla birikmesinin nedeni bu balıkların beslenme zincirinin büyük halkalarından oluşlarıdır. Yani, toksik ortamdan doğrudan etkilenmenin yanında zaten hazırda toksinlenmiş küçük balıkları da yiyor olmalarındandır.

Plastik atıklarının beslenme zincirindeki toksinleştirme etkisini değerlendirebilmek için California Üniversitesi’nde araştırmacı bilim insanı Rochman ve ekibi bir deney yaparlar. Deneyin kobayı küçük bir tatlı su balığı olan medaka, (Japon pirinç balığı) seçilir. Üç grup medaka ayrı diyete tabi tutulur. İlk grup normal organik balık yemleriyle beslenir. İkinci grubun diyetine yüzde on kirlenmemiş (kullanılmamış) plastik katılır. Üçüncü grubun diyetineyse aylarca San Diego Körfezi’nde kalmış plastik atıklarından yüzde on katılır.

Yemlerine denizden alınan plastik atıkları eklenmiş balıkların daha fazla toksik kimyasallar depoladığı görülmüştür. Bu balıklarda tümör oluşumu ve karaciğer bozukluğu kayda değer bir artış göstermiştir. Bundan anlaşılacağı üzere plastik, denizde zaten var olan toksik maddeleri bir sünger gibi bünyesine almaktadır.

Plastik balığın mide asitleriyle ayrışıyor ve plastiğin yapısal kimyevi içeriğiyle birlikte denizden emdiği kimyasallar balığın hücrelerinde birikiyor. Yediğimiz balıkların denizde kendiliğinden beslenmeleri sırasında kesin biçimde yüzde on plastik atığını midelerine indirip indirmediklerini bilemesek de, bu insan sağlığını tehdit eden bir sorundur. Ne de olsa balık bilerek veya bilmeyerek denizdeki plastik atıklarını yutmaktadır ve insan da bu balıkları yemektedir.

İnsan atığı uzmanı Edward Humes 40 büyük kargo uçağı dolusu plastiğin her yıl denizlere boca edildiğini söylemektedir. Her ne kadar ABD resmi sağlık kurumları balıkların insan sağlığını tehdit edecek kadar toksik olmadıklarını söylüyor olsa da araştırmacı Rochman balık toksilojisindeki bilgilenmesinden sonra haftada iki kezden fazla balık yemediğini, hatta kılıç balığını asla yemediğini söylemektedir.

kaynak bilgi:
Eliza Barclay, December 13, 2013

http://www.npr.org/blogs/thesalt/2013/12/12/250438904/how-plastic-in-the-ocean-is-contaminating-your-seafood?ft=3&f=1007

***
Kanımca, çevresi büyük şehirlerle sarılı suların dip balıklarını ve kıyılara yakın yerlerde üreyip büyüyen balıklarla beslenen büyük balıkları yemekten kaçınmalıdır. Bence Karadeniz, Marmara ve kısmen de Ege’nin balıkları sürekli bir toksin tahliline tutulmalıdır. İthal balıklar istisnasız toksin ölçümüne alınmalıdır.

Aslında sorun sadece plastik değildir. Yanık yağlar, petrol ve petrol ürünleri, vernik ve boyalar, yalıtım ve elektrik tesisat malzemeleri, piller, aküler, araba lastikleri, mürekkepler, karbonsuz kopya kâğıtları, elektrik anahtarları, ampul balastları, yapıştırıcılar, deterjanlar, ilaçlar, radyasyon sızıntıları, cıvalı, kurşunlu, bakırlı malzeme atıkları eninde sonunda denizlere karışmaktadır. Bu insan atıklarını gömmek veya yakmak sorunu çözmüyor. Eninde sonunda sulara ve oradan da insana bulaşacaktır.

Petrol ve kömür gibi atıkların toksinlerinden arınmak için bu kaynakların tükenmesini beklemekten başka çaremiz yok gibi. Ne yazık ki insan uygarlığı enerji talebini paranın alım gücüne uygun olan kaynaktan karşılamayı kendine kader yapmıştır.

Doğal yaşamı besleyen organik çözünüm ve dönüşüm ekolojisini toksinleştiren atıkları yeni üretime ham madde yapmak üzere tümüyle geri toplamak teknik olarak uygulanabilir olmasa da, atıklardan yeni ürünler yapmayı amaçlayan geri dönüştürme tasarımlarını geliştirmek şimdilik en etkin ve uygulanabilir çözümdür. Bunun yanında, başta plastik olmak üzere organik olmayan sentetik maddelerin tüketimini azaltıcı devlet politikaları geliştirilmelidir. Nükleer atık toksinlerinden kurtulmaksa sadece nükleer enerji santrallerini kapatmakla olasıdır. Gelecek insan neslinin, yani çocuklarımızın, daha sağlıklı beslenebilmesi için “Yeşil siyaset” demokratik toplum bilincinin gözde iktidarı olabilmelidir.

İnsan uygarlığının tüketim atığı olan maddelerin ekolojik hayat halkalarını toksinleyen etkisini engellemek bireysel umursamaya bırakılamayacak kadar tehditkârdır. Çünkü insan henüz ekolojik var oluşun doğasından bağımsız yaşayabilir değildir.

Muharrem Soyek


28 Kasım 2013 Perşembe

KADERİN SUÇU NE?


KADERİN SUÇU NE?


Hayatın kader dansı yapan cilvesi gerçekten de yoktur. Hayat ne anlar ne uğraşır böyle öznel oluşumlarla. Hayat kendi yolunda giderken biz taş gibi önüne yattığımızdan olsa gerek bize çarpar da biz o çarpılmayı “kahpe kader” olarak tanımlarız. Bu tanımı bence insana ancak bencil inkârı belletebilir; ki o bencillik insanın kendi içindeki şeytanın masumiyet maskesidir aslında. Kusurlu seçimlerinin nedensel sonuçlarını kader kısmete bağlaması insanın düşünme tembelliğindendir.

“Kader” kavramının insan kusurlarına önlenemez bahane olarak ileri sürülen bir uydurma yapılması onun gerçeksizliğine kanıt sayılamaz. Çünkü insan varken insanın uydurma ürünleri de kendi varlığının bir gerçeğidir. Kader de bana göre sadece insanla birlikte var olabiliyor. Bu var oluş bile bana göre çok zayıftır. Öyle ki; mutlak biçimde bizim fizik ve zihin gücümüzden hiç etkilenmeden süre gelen ve giden hayat oluşumlarıyla hiç tasarlamadığımız biçimde bilgimiz dışında katışırız ki, işte sadece burası “kaderimizden” sayılabilir. Ne var ki kıyamet dışında kalan her “kader” sadece öngörülmeyenle karşılaşma ve katışmanın başlangıç anından ibaret kalır. Ondan sonrası insan aklının etkisiyle değişebilir ve yönetilebilir bilgiye dönüşmeye başlar.

Kader bu dünyada herkes için bir hayat tasarımı üreten, hele hele de bu tasarımı yöneten bağımsız bir varoluş gücü asla değildir. Bence, öylesi bir kader olsa olsa ahretlik bir inanç gerçekliği olabilir. Tabi ki ahret inancının olmadığı bir zihinde bu kaderin gerçeklik duyumu yok olacaktır. İnançlı zihin varsayımına bağlarsak, insan ahret hayatına ahretlik olduktan sonra müdahale edemez; bu da kaderin hasıdır işte. Kader, anlık ve gelecek zaman içinde müdahale etmeye fırsat ve bilgi vermeyen hayat gidişatıdır. İnançlı insan için ahret hayatına müdahale edilemez ilahi bir dönüşüm hâlidir. Bu yüzden ahret hâli insanın has kaderidir. Buna rağmen, insan ahret kaderini dünyalık yaşamıyla kendisi belirler; bu da bir bakıma insanın dünyalık “kaderini” kendi aklıyla yapabileceği gerçeğidir ki, bu bilginin doğruluğu dünyalık kaderin insanı yönettiğine değil insanın dünyalık kaderini yönetebilir olduğu gerçeğine çıkar. Sanırım akıl yetmezlerinin günahlarından sorumlu tutulmayışı bu yüzdendir. Kader hayatın ne bir yaptırım gücü ne bir şans kısmet kapısıdır; hayat için kader anlamsızdır; çünkü evrensel hayat bir biçimde başlamıştır ve kıyamete kadar sürmesini sağlayacak kurallı bir düzen içinde kendiliğinden ilerlemektedir. Bir bakıma hayat kendi varoluş hâliyle kaderini bütünleştirmiş olduğu için bizim kavramlaştırdığımız kader anlayışı hayatın ilgisinde değildir. İnsanın kendi varlığı için kavramlaştırdığı kader hayatı var eden vazgeçilmez bir unsur değildir. Hayat hiçbir varoluşu için özel amaç edinerek ilerlemez. Bu yüzden insanın kaderinden saydığı hiçbir şey hayatın ona verdiği özel bir anlam değildir. Belki hayatın bir kaderi vardır; başlangıç yazılımı ve son kıyamet gibi… Belki de kader hayatın tümlüğünü Tanrı’nın arzusuna bağlayan dinsel bir kavramdan öte değildir; bunu bilemem. Fakat bilirim ki, hayatın akışını kendine özel “kader” sandıran şey insanın tembel bencilliğidir.

İnsan düşününce kavramlar değişmese bile farklılaşabiliyor. Müslümanlıktaki kadere iman da her Müslüman’ın ve Müslüman olmayanın kavrayış düşüncesiyle farklılaşabiliyor. Zaten İslamiyet’teki kader esnek bir tanım ve kavrayışa uyarlıdır. Çünkü Allah kaderin koluna insana bahşettiği en muhteşem nimet olan akıl yürütme (düşünme) melekesini takarak, “başına gelen ve başına sardığın her şeyi kaderin marifeti sayma” demek ister gibi, Kuran vahiylerini “oku” ayetiyle başlatmıştır; ayrıca, göklerde ve yerlerde insan için hayırlı bilgiler saklı olduğunu, öğrenmenin ve düşünmenin ibadet olduğunu belirtmiştir. Bu yol gidişatınca düşünüldüğü zaman kader kavramı da insan yaşamını önceden belirleyen bir ilahi yazılım (yazgı) olmaktan çıkmaktadır. İslami bilgiyle düşünsek bile kaderin insan yaşamını bağlayan bir pranga olmadığını fark edebiliriz. Düşünen Müslüman’ın kaderi hayatın henüz çözümleyemediği bilgilerinden ibarettir. Müslümanca kavranabilen kader aslında herkes için geçerliği olabilecek bir bilgiden sayılabilir. Şöyle ki; Müslüman’ın kadere imanı, “Allah her şeyi bilir ve görür; hayrın ve şerrin yapıcı sahibidir; ne gelir ve giderse Allah’tandır” der. Ancak, hayatın tümünü bağlayan doğum ve ölüm ilmikli “büyük kaderin” türev ürünleri hayırda ve şerde sonsuz çeşit ve biçimlerle tezahür eder ki, Müslüman bunların bilgisine vakıf oldukça içlerinden Allah’ı memnun edecek olanı akıl yoluyla belirlemek ve bir bakıma kaderini seçmekle yükümlü tutulmuştur. Cehennem ve cennet ödüllü olan ahret kaderi de bu seçimlerindeki hayır ve şerre bağlanmıştır. Tanrı’ya iman etmiş dindarlar ve Tanrı inancı olmayan veya Tanrı inancı bir biçimde olup da dinsiz olanlar şimdi burada durup kendilerine sormalıdırlar; “Seçilebilir olmuş bir kaderi suçlamak ne kadar adildir?” “Allah’a iman etmiş veya etmemiş bir akıl, bilinmeyişinden dolayı seçilebilir olmayan bir kader olgusunu sorgulama yetisiyle çözümleyebilir olmasına rağmen onu hayrın ve şerrin önlenemez nedenseli saydığında kendini ve dolayısıyla Allah’a imanını inkâr etmiş olmaz mı?”

Ben insan olmuşsam yaşantım mutlak kaderim olamaz; kader mutlak yaşantım olmuşsa ben insan olamam. Soru ve sorun kaderin ne varlığı ne yokluğuyla ilişkilidir. İnsanı var eden akıl yürütme yetisiyle ilişkili tutarak kısaca sormalıyız: “Ben varken kaderin suçu ne?”


Muharrem Soyek
***

GIDALARIN HEKİMLİĞİ



Gıdaların Hekimliği

“Alternatif tıp”; “alternatif tedavi”; “bitkisel tedavi” başlıklarıyla tıp adeta hastalık yapıcı bir bilime dönüştürülmeye çalışılıyor. Sırf yeni bir ticari kapı açmak uğruna insan sağlığıyla oynama merhametsizliği yapılabiliyor. Kanserde ilaç tedavisini reddetmeye kadar işi sulandırabiliyorlar. Her şeyden önce bilmeliyiz ki bilime alternatif gene bilimdir; Bu yüzden karşıtlık (alternatif) tıp olmaz; çünkü bilim kendi yerine sadece bilimi oturtur. Bir bilim dalının yanlışını bir başka bilim dalı gösterebilir olsa bile, gene aynı bilim dalı içinde yapılan düzeltme ve doğrultma bilgisine güvenebiliriz. Bilim kendini sorgulayabildiği için güvenilirdir zaten.

TV kanalları, sosyal medya, yazılı basın otlar ve gıdalarla hastalık iyileştirme yarışına girmişler sanki. Baharatlardan tutun, ısırgandan çıkın… Şekere ensülin olan narlar; kısırlığı tedavi eden pekmez ve macunlar; karaciğer nakli yapan enginarlar; cildi gençleştiren lahana ve karnabaharlar; hatta taşlar, tuzlar, renkler ve sular… Gözüne gözüne sokulunca insan da hâliyle bitki ve gıdalardan mucize şifalar umar oluyor. Ne de olsa düşünmek kolay iş değil. Oysa bilen bilir ki değil narda, soğan sarımsakta bile yüksek şeker vardır. Gıda ile tedavi olunabileceği gerçek olaydı, bin bir derde deva mesir macunu her hekimin çantasında hazırda bulunurdu. Ancak şu da bir gerçektir ki, doğru ve dengeli beslenme hastalık nedenlerini bertaraf etmekte tıbbi çareye destek güç katar. Sırf alkol almayı bıraktı diye insanın hepatit hastalığı tedavi olmaz; fakat alkol almayıp karaciğere yük olmayacak biçimde beslenir olması tıbbi tedaviye olumlu katkı sağlar.

Sarımsağın her zaman yüksek kerameti olmuştur. “Başına sür saç çıkar; boynuna as vampir ısırmaz; kapına as nazar değmez; ister çiğ ye ister tozunu hapını kullan, şekere, kolesterole, tansiyona, yorgunluğa, soğuk algınlığına, cinsel güce falana filana bire bir devadır” denir durulur.

Bir arkadaşın anlattığı tarife göre sarımsak dişlerini limon suyunda on gün beklettiğinizde bu karışım kolesterol ve şeker düşürmede ciddi ilaç oluyormuş. Aynı zamanda yüksek tansiyona da iyi geliyormuş. Hazırlanan bu sarımsaklı limon suyundan her sabah aç karnına bir tatlı kaşığı içmeliymiş.

Bence, sarımsağın düşürdüğü bir şey yoktur; aspirin gibi kanı sulandırdığı için birim hacim kanda tutulan kolesterol ve şeker miktarı seyrelmiş olacağından öyle bir görüntü çıkıyordur. Gerçekte toplam şeker ve kolesterol miktarı aynı kalmaktadır.

Yüksek tansiyonu dengeye getirmede sarımsak ve limonlu sirke devede kulak misali fayda verir. Esas olan; şekerli, tuzlu, yağlı beslenmekten, sigara içmekten ve hareketsiz yaşam biçiminden vazgeçmektir. Tabi ki fazla kiloları da atacak miktarda yemeye ve içmeye önem vermek gerekir. Yüksek tansiyon sorunu beslenmeye bağlı oluşuyorsa diyet yaparak ilaçsız idare edilebiliyor. Kendimden deneyimli bir öğüttür. Ben tuzsuz kek bile yemiyorum; çünkü kekte kullanılan kabartma tozu veya karbonat tuz etkisi yapmaktadır.

Bazı durumlarda yüksek tansiyon fiziksel bir arızadan kaynaklı olabiliyor. İşte o zaman diyet yetmez; tıbbın tedavi yatağına uzanmanız şarttır. Bunu anlamanız için önce beslenme biçiminizi şekersiz, tuzsuz, az yağlı ve az nişastalı biçime getirmeniz ve tansiyonu takip etmeniz gerekiyor. Üç dört ayda tansiyon yeteri kadar gerileyip dengede kalabiliyorsa fiziksel arıza yok sayılır. Her ne yaparlarsa yapsınlar, yüksek tansiyon adayları tansiyonlarını takip altında tutmalıdırlar.

Tansiyon ilacı her gün alınmalıdır. İlaç alınca çok düşüyorsa veya yeteri kadar düşmüyorsa doktora danışarak doz ayarı yapılır. Hayatın duygusal yükünü, hareket ve beslenmeyi tansiyonu dengede tutacak biçimde değiştiremiyorsak, her gün ilaç almak bile fayda etmeyebilir.

Hiçbir yiyecek içecek tedavi edici değildir; sadece ön koruyucudur ki, bu da disiplin içinde düzenli bir dengeli beslenme bilgisiyle yapılabilir. Peşinen belirteyim ki, dengeli beslenmede yemekten içmekten zevk almayı hayatın önceliğine değil, soncalığına koymak gerekir. Sağlıklı ve uzun yaşamak için doğru beslenme tek başına yetmez. Bencil ve vurdumduymaz olmak da gerekir; ayrıca gene yetmez de, çevresel etkenleri sağlık bozucu olmayan ortamlarda düzenli hareket içinde var olmak gerekir.

Bence esas olan, insanın kendini uzun süreli mutlu hissedebileceği (kararlı mutluluk veren) yaşam biçimi bilgisini kendi arzu ve iradesiyle uygular olabilmesidir. Ölüm herkese geliyor. Kimi için ölümün peşinden güzel hatırlanmak, sağlıklı ve uzun yaşayabilmek için duyguda ve mantıkta bencil takılmaktan daha önemlidir. Fakat esas olan bence, sağlıklı ve uzun yaşamayı insanlığı onurlandıracak keyifli bir varoluş aracı yapmayı amaç edinmektir.

“Doğru ve dengeli beslenme” sözünün içeriği kapalı kaldı; bunu biraz açmalıyım. Beslenmedeki denge terazi kefesindeki gramlı gıdayla olmuyor; doğru beslenme de helal gıdayla ilgisiz bir davranıştır. Dengeli beslenme, edinilebilir olan her çeşit gıdadan azar azar yemekle başarılmış olur.

Doğru beslenmedeyse esas olan önce kişinin gıda duyarlığıdır; yani, kişi kendisini rahatsız eden gıdadan vazgeçmelidir. Doğuştan gelen alerjik duyarlık, sonradan oluşabilen şeker ve tansiyon gibi gıda diyetiyle yakından bağlantılı rahatsızlıklar doğru beslenmede bazı gıdaların tüketiminden vazgeçmeyi gerektirir.

İkinci olarak; doğru beslenmede gıda malzemelerini basitçe suda veya kendi hâliyle pişirmek gerekir. Gerekli yağ pişme tamamlanırken eklenmelidir. Mangal, közleme, ızgara ve kızartmalar doğru beslenme yöntemi dışında tutulması gereken lezzet yöntemleridir. Haftada bir lezzete öncelik vermek doğru beslenme ilkesine ters düşmez; çünkü insan vücudu seyrek yapılan yanlış beslenmenin zararlarını giderebilecek donanımdadır.

Üçüncü olarak; doğru beslenme doğru gıdaları doğru yeme biçimiyle tamamlanır. Hızlıca tıkınmak yanlış olduğu gibi, kahvaltı dışındaki öğünlerde her çeşit gıdayı bir arada yemek de yanlıştır. Örneğin, pilav üstü kuru fasulyenin yanında az miktarda sebze ve salatadan başka bir şey yenmez. Bakliyatın yendiği öğünde ayrıca ne et ne ekmek ne de tatlı yenmelidir; fakat bakliyatlı yemeğe lezzet için az miktar et katılabilir. Sade et eğer ekmekle yenmişse ihtiyaç olunan karbonhidrat alınmış olacağından üstüne bir de tatlı yenmez.

Sadece kahvaltıda, protein, mineral, vitamin, karbonhidrat ve yağ zenginliği içeren bir gıda çeşitlemesi yapılmalıdır. Kuru yemiş, taze yemiş, meyve suyu, salata, tereyağı, zeytinyağı, yumurta, reçel, pekmez, tahin, bal ve hafifçe kızarmış ekmek gibi kafanıza göre sağlıklı bulduğunuz her şeyi birden sadece kahvaltıda yiyiniz. Hatta meyve suyu ve süt yerine çay ve kahve bile içebilirsiniz.

Yemek üstüne lıkır lıkır su içilmez; çay veya kahve de içilmez. Gazlı içecek ve alkollü içecekler ne yemekle birlikte ne yemek üstüne içilmelidir; bunlar zaten doğru beslenmede yeri olan gıdalar değillerdir. Yemek sırasında bir bardak su, cacık veya ayran en uygunudur. Çay, kahve, meyve, kek, kurabiye, çikolata, baklava, çerez, künefe, yoğurt, meyveli süt ve sütlaç gibi yemekten sayılmayan gıdalar ana öğünlerin arasında yenip içilmelidir.

Görüldüğü üzere dengeli beslenmede pek bir zorluk çıkmayacaktır; ne de olsa ülkemizde gıda çeşitliğinin maşallahı vardır. Ancak iş doğru beslenmeye gelince nefsin isyanıyla rahatsız edilmekten kurtulamayız. Lezzet tiryakiliği doğru beslenmenin en başa çıkan yanlışıdır.

Gerçeğin elçisi olmak gerekirse sadece hareketli yaşam içinde doğru ve dengeli beslenmeyle sağlıklı bir uzun ömür elde etmeyi garantilemiş olmuyorsunuz. Genetik etkenler, kazalar, belalar, savaşlar, bulaşıcı ölümcül hastalıklar, doğal ve doğal olmayan afetler, yaşadığın yer ve zamanı belirleyen kaderin cilvesi, hava durumu, çevre kirliliği, küresel ısınma, para yokluğu, duygusal varoluşu bunaltıya basan trafik sıkışıklığı, gelecek kaygısı, aşk acısı, kıskançlık, intikam, açgözlülük, bencillik, vesvese ve korkuların neden olacağı hasarlar garanti dışında sayılacaktır.

Anlamış olduğum kadarıyla hiçbir gıda ve gıda katkısı tek başına bir şifa ve sağlık kaynağı olamıyor. Esas olan, duygusal huzur ortamında tüm gıda çeşitlerinden doğru biçimde tüketiyor olmaktır. Aynı biçimde tüm zayıflama diyetleri de palavradan ve ticari yalandan ibarettir. Zayıflamak için tek doğru ve güvenli bilgi; yağı, tuzu, şekeri bir anda iyice azaltmak ve bir kerede yediğimizi de haftalık aşamalarla en geç bir ayda yarıya indirmektir.

Korkmayın; yiyip içip gülün, hoşgörüyle sevin, gezin dolaşın, öğrenip düşünün; fakat asla oburluk yapıp tombiş olmayın. Gerisi kaderin cilvesindendir…

 Muharrem Soyek



19 Nisan 2013 Cuma

Marksist Demokrasi

Marksist sosyal demokrasi olasılığı:
Bir cemaat içinde Marksizm kısmen de olsa uygulanabilir mi acaba? Uygulanabilirse Marksist sosyalistler bunun için birleşip emek vermeli değiller mi? Marksist demokratik sosyalizm ileri demokrasinin ürünü müdür yoksa demokrasiyi ilerleten demokratik bir unsur mudur? Yoksa, hem Marksist hem demokrat hem de sosyalist olunamaz mı?
Olunabilirse aynı zamanda bireysel özgürlükçü de olunabilir; çünkü bu üç kavram da bence kendi içindeki özgürlükçü özellikle önemsenen bir anlam taşımaktadır.

Toplumsal huzur ve bireysel mutluluk için komünist toplum bir önkoşul mudur? Yoksa denetimli serbest rekabet içinde sermaye ve emek gücünü sosyalleştirip çıkar işbirliğine bağlayarak mutlu eden bir demokrasi oluşturulabilir mi? Liberal ve hatta sosyal kapitalizm demokrasi içinde iyi kötü bir varlık gösterebilmektedir. Komünist bir demokrasi elbette olabilir; ancak bu özlenen ileri yani ilerleyen demokrasiyle ne kadar bağdaşır? Ne de olsa komünizm bireysel özgürlükçü takılan yoldaşını saf dışı bırakmak isteyebilir ki, bu da ileri demokrasiyle çelişen bir durum gösterir.
Eğer Marksizm demokrasiyi reddetmiyorsa, ne kadar ilerisini reddetmez? Bireyin toplum yıkıcı olmayan, ancak toplumsal faydaya da hizmet etmeyen özgürlükteki özel yaşam hakkını güvenceye alacak kadar olsun bireyselliği ve mülkiyet hakkını tanır mı? Dinlerin inanç özgürlüğü ve özel sermaye işletim özgürlüğü olacak mı? Olacaksa sınırları hangi özgürlükte kapanacak? Eğer sermaye özel işletimden alınıp devlet işletimi emrine verilecekse patronların yerini müdürler mi alacak?
Marksist sosyal demokrasi kavramı aklıma böyle sorular takınca düşündüm ve sağlama basmaya karar verdim. Bence Marksist sosyal demokratlar bir araya toplaşıp şu anda var olan demokrasinin nimetlerinden faydalanarak düşünce ürünlerini toplumsal somutlukta kısmen de olsa uygulama gerçekliğini sağlamalılar. Siyasi partilerinin aracılığıyla öngördükleri toplumsal ve bireysel var oluş biçimine en olası yakınlıkta somut bir yaşam tarzı sergileyebilmeliler ki ben ikna olayım. Kanımca bugünkü birçok ileri demokrasi Marksist sosyal demokrat düşüncenin özendirici yaşamsallıkta örgütlenip kendisini açık topluma sunmasına itiraz etmeyecektir. Zaten ileri (ilerleyen) demokrasi bir tek kendini yok etme emel ve amacına karşı direnir.

Marksizm bence demokrasiyi ilerletici bir bilgidir; demokrasiye karşıt bir seçenek değildir. Çünkü bildiğim kadarıyla Marksist felsefe sermaye ve devlet hükümranlığını reddeder. Ben sermaye ve devlet yokluğuna katlanabilirim de, bireysel varoluş hükmümün reddine katlanamam doğrusu. Marksist komünist toplum için yaşam emeği vermeyi reddeden bireysel özgürlük hakkım saklı kalmalıdır. Aksi durumda komünizm ne kadar Marksist olabilse de bana yaramaz. Çünkü ben bireysel yaşamımı özel yapabilen demokratik özgürlüğümden vazgeçemem her hâlde. Eğer amaç demokrasiyi sosyalleştirmekse, Marksist felsefenin komünizmi sosyalist demokrasi yapma gayretlerine saygı duyarım.

Aslında her ileri demokrasi kendi özünde sosyalleşme emeli taşımaktadır Demokrasiyi ilerletme amacı bence sosyalleşmektir zaten. Ancak, sadece sosyalist demokrasi yetmez bana. Aynı zamanda bireyci bir sosyal demokrasi isterim. Yani, demokrasi hem toplumsal hem bireysel var oluşun özgürlük ihtiyaçlarına göre yapılandırıldıkça ilerler. Ya da, demokrasi bireysel ve toplumsal var oluşun özgürlük ihtiyaçlarını karşılayabildiği kadar ileridir.

Geçmeli işçi sınıfının iktidarını; çünkü benim demokrasim toplumsal sınıf üstünlüğünü reddeder. Sınıfların ve halkların kardeşliğinden daha ileri bakıp,“yaşasın insan kardeşliği” demeliyiz. Demokrasi bireysel özgürlük güvencesiyle sosyalleşip sermaye ve emek işbirliğiyle ilerledikçe, birlikte ve demokratik haklara saygılı yaşamak da kolaylaşacaktır... Bazılarının acelesi olabilir. Devrimle komünizme geçmek isteyebilirler. Eğer bunu siyasallaştırılmış Marksist felsefe ile yapabileceklerse buyursunlar ileri demokrasi nimetlerinden faydalansınlar. Eğer bir an önce insan ve insan toplumunu özgürleştireceği sanısıyla komünist toplum yapılanmasına geçmek için demokrasiyi devirmekle devrimlerini başlatacaklarsa ben yokum.

Aslında, Marx’ın teorik toplamının gerçek “sert çekirdeği” insanın özgürleşmesi teorisidir.  Marx’ta insanın özgürleşmesi  “her bireyin özgür gelişimi” şeklinde  sağlam bir temel üzerine  yerleştirilmiş olur ve karşıtların tam iş birliği sağlanır. Bu birlikten meydana gelen topluluk, insanların bir sınıfın, inancın, kültürün veya bir başka tür aidiyetin parçası/üyesi olma koşuluyla katıldıkları “çarpık/yanıltıcı bir özgür topluluk” değil, uygulanabilir bireysel özgürlük kapasiteleriyle insanların bizzat kendileri olarak katılmalarıyla “özgürlüğü gerçek olmuş bir topluluk” olacaktır; başka bir deyişle “özgür insanların topluluğu” olacaktır.

Bense, bireyin ve insan toplumlarının özgürce kendi mutluluklarını yapabilecekleri gerçeklikte bir toplum yapısı zaten ileri demokrasinin amaç edindiği bir aşamadır diyorum. Ben ilerletilen demokrasiyle aynı amaca varmayı yeğliyorum; çünkü onun ilerleyen somutluğunu hissedebiliyorum. Demokrasi en aykırı tek bireyin bile çevresine zararsız var oluş özgürlüğünü en yığınsal toplum özgürlüğüne yedirmeyecek kadar cesur olduğunda, özgür insanlar toplumu gerçekleşmiş olacaktır. Demokrasinin cesareti elbette ki onun kurumsal yapılarını işlevli kılan bireylerin tavrıyla belirlenir. Amaçlanan “mutlu demokrasi” aşamasına Marksistler “komünizm” diyebilirler; bence sakıncası yoktur. Sakıncalı bulduğum şey demokrasinin bir ürünü olarak komünizmin gerçekleşmesi değil; komünizmin tepeden atma devrimlenerek toplum üstüne çöreklenmesini sakıncalı bulurum…
Doğrusu zamanın şimdiki geçiş mekânında, demokrasi deyince ben herhangi seçimli bir toplum yönetiminden söz edemem. “Proletarya diktatörlüğü de tıpkı burjuva diktatörlüğü ve kapitalizm gibi demokrasi ile çatışmaz pek âla uylaşır” demek, bana anlamsız gelmekte. ABD, İran ve Çin’de demokrasi vardır diye demokrasi kötü örneklenemez. Buralardaki demokrasi dogmalaşmış demokrasidir; genelde bir ideolojiye bağlı tek partili seçimlerle iktidar belirlenir; ya da sermaye gücünün yönlendirdiği sözde çok partili elemeli seçimlerle belirlenen başkan ve parlamento yönetimleridir. Bize ileri, yani insanlığı ilerleten demokrasi gerek. Serbest siyasetin, özgür düşünce ve inancın uygulanabilir olduğu, bireyci olduğu kadar toplumsal faydacı olabilen ileri demokrasi evresi bence başlamıştır artık.

Diktatörlüğün hiçbir biçimi, proletarya olsa bile, ileri demokrasi ile bağdaşmaz. Ben bağdaştıramadım. Çünkü diktatörlüğün misyonu her koşulda yalnızca kendini otorite yapmaktır; oysa ileri demokrasi iktidarla birlikte özerk toplumsal kurumların ve tek tek bireylerin hukuksal otoritelerini muhatap alır ve onların özgürlük alanlarını genişletirken uygulanabilirliğini sağlamayı da kendine görev edinir.

Sonlama sözüm: Sosyalistler, komünistler, anarşistler, Marksistler, dinliler dinsizler ve hatta dinciler açık toplumda yapılan/yapılacak demokratik seçimlerle demokrasi içinde kalmak koşuluyla iktidar olma umutlarını yitirdiklerinde, demokrasi tehlike altında demektir...

Muharrem Soyek

Yaşamak bir Ağaç gibi Tek ve Hür ve bir Orman gibi Kardeşçesine


"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine" demiş şair Nazım Hikmet Ran. Ne kadar reddedilemez güzellikte bir şiirsel arzunun gerçekliği değil mi? Oysa söz konusu arzunun, yani insan, ağaç ve orman benzetimindeki şiirsel gerçekliğin somutlaşmış bilgisi hiç de öyle değildir.

DAVET

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...

Nazım Hikmet
***
Her şeyden önce insan ağaç değildir; ağaç gibi yeryüzünün sabit bir alanına bağlı değildir. İnsanın yaratılıştan hareket özgürlüğü vardır;  benzetmedeki bir ağaç kadar tekil nitelikte olduğu gerçekliği yanında, insanın bedensel varlığının bile bir ağaçtan daha ileri özgürlük talep edeceği de bir gerçektir. Ayrıca, ağaç kendi cinsinden bir başka ağaca muhtaç olmadan tek başına da yaşayabilir. Oysa insan kendine has tekil ve özgür bir varlık olsa bile tek başına insanlık vasfıyla var olamaz. En önemlisi de bir ormanda ağaçlar asla kardeşçe yaşamazlar. Her ağaç ve her bitki güneşten ve topraktan daha çok faydalanmak için var olduğu alanı sırf kendisi kaplamak ister ve büyüyüp çoğalmasını buna göre biçimlemeye uğraşır. Ormanda yüksek rekabet vardır. En köklü, en dallı ve en uzun olabilen en güçlüdür; böylesi genetik davranışla serpilip büyüyen ağacın en geniş varlık alanını mülkiyetine alması doğal varoluş başarısıdır. Bu yüzden bir ulu meşenin altında ikinci bir meşe asla ululuk payesi alacak kadar serpilemez...

Yaşamak, vicdan gibi tek ve hür ve insan gibi sevecen kardeşçesine… diyebilirim demesine de vicdansız ve sevgisiz kardeşlerimi nereye koyayım? Onların var olma hakkı da sanırım doğal varoluş diyalektiğinin aziz bir gerçekliği. Ancak, insan uygarlığı zıtların diyalektik çatışmasına bağlı ve bağımlı da yürüyemez; bu doğal kadere teslimiyet olur. İnsan, doğanın diyalektik gerçekliğini kendi istemleri doğrultusunda bilinçli istençle değiştirme hayalini gerçek yapışı kadar diğer canlılardan farklılaşır. Fark o kadar açık ve özgünce belirgin olmuştur ki, artık insan sadece insanla kıyaslanabilir. Öyle ki, aklı ve kalbi kadar tek ve hür ve insanlık onuru kadar kardeşçesine merhametli paylaşımla yaşamalı insan... Ağaç gibi doğal yazgıya bağımlı bir özgürlük insana asla yetmez. Orman gibi, güçlünün varlığını onurlandıran bir kardeşlik de asla insan uygarlığına örnek tutulamaz.

Ben aslında şiirin dünya gerçekliğinden kopuk noktasına vurgu yapmak istedim; asla şiirin benzetim sanatsallığına eleştiri yapmıyorum... “Orman kanunu” deyişindeki gerçekliğin hakkını vermek istedim. Ormanda insan ahlâkıyla aynılaşan bir kardeşlik (merhametli sevecenlikle paylaşım) ortamı yoktur. Orman canlıları sandığımız kadar türel ve özgür bir ortamda var olmazlar. Ormandaki doğal ekolojik denge, pek sıkı bir rekabet üzere kuruludur; ideal insan toplumuna örnek yapılamaz. Ormanda veya herhangi bir doğal ortamda varoluş yasalarının dayattığı zorunlu içgüdüyle oluşan sürü birlikteliği vardır. İnsan toplumu doğal diyalektik olguyla evrimleşen bu zorunlu birliktelik düzeyini geçmiştir; içgüdüsel zorunlu birliktelikten öteye geçmiştir; artık kendi doğasını tasarımlayabilir, düşünme yeteneğiyle, bilinçli ve özgür bireyler arası işbirlikçi ilişki sistematiğiyle örgütlenmiş bir toplumsal yaşam ortamı kurabilir olmuştur. Yani insan toplumu, doğanın merhametine bağlı bir ağaç ve ormanla kıyaslanamayacak kadar ileri düzeyde bireysel ve toplumsal özgürlük hukukuna bağlı kardeşlik düzeneğine lâyıktır.

Aslında hiçbir şiir gerçeğin yüz aynası değildir; şiir gerçeğin sihirli aynasıdır… Bu yüzden şiirsel gerçeklik aynen somutlaşamaz. Asıl olan şiirin özünde saklı insani dilektir. Bu bakımdan ele alınca, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” şiirselliğindeki insani dileğe hiçbir sözüm olamaz; bu dilek, kardeş ağaçların oluşturduğu ormanın sürdürülebilir ekolojik varoluş dengesini, insanın bireysel ve toplumsal varlığı için de arzulamaktadır. Benim bu şahane dizeden duyumsadığım mana böyle olsa da, insan toplumunu ağaç ve ormanla özdeş bir yapılanımdan ileri düzeyde hayal etmek isterim. Çünkü ağaç ve orman kendi gerçekliğini oluşturan koşullara sorgusuz bağımlı olduğundan asla hayallerim kadar hür ve kardeşçe var olamaz. Oysa, insan kendi var oluş koşullarını düzenleyebilir ve oluşturabilir olmasıyla kendi yaşam ortamını tasarlayabilen muhteşem bir candır. Doğal içgüdü, yani “orman kanunu” boyunduruğuyla güçlünün ağa-beyliğinde kardeşçe yaşamaktan ileri geçip, tarihi insanlık bilinci ahlâkıyla hakkaniyet temeline oturtulan iş birliği tasarımıyla oluşturulmuş insan toplumunda en olası bireysel özgürlüğümle takılmak isterim…

Ağaç ve orman ilişkisini kanımca bir nevi birey ve toplum ilişkisi olarak değerlendirebiliriz. Orman, ağacı var eden en güçlü ekolojik nedensel ortamdır. Toplum da insanın kendini birey olarak hissedebileceği en güçlü varlık nedenselidir. Benzerlik kadar farklılık da keskindir. Çünkü hiçbir ağaç ne ormanın farkındadır, ne kendi ormanını kuracak hayaldedir. Oysa insan farkındadır; insan, içinde var olduğu toplumsal sistematiği var eden ve işleten nedenselin kendisi olduğunun bilincindedir. Ağacın ve ormanın varlığı genelde dinamik ve kendiliğinden bütünsel ekolojik dengeler sistemine bağlıdır; insanın bireysel ve toplumsal varlığı emek ve sermayenin iş birliği düzenine bağlıdır. Ben insanların bu bağlam üzere kendi toplumsal dengelerini oluşturduklarını ve bu dengelerde yer yer bireyciliğin veya toplumculuğun ağır bastığını görüyorum. Oysa, var oluş hakkının önceliği ne birey ne toplum içindir. İdeal olan çatışmasız biçimde bireysel ve toplumsal varoluşu sürdürebilecek insanlık dengesini tutturmaktır. Bilmeliyiz ki, şiir insan hayalinin sesidir; hepimiz biliriz ki ağaç ormanda bulur en güzel gerçekliğini. İnsansa hâlâ en güzel gerçekliğini bulacağı uygarlık ormanını tasarlamaktadır... İnsanın ormanı kendi emeğine, ağacınkiyse tamamen doğal kaderine bağlı...

Yaşamak,
Bir tanrı gibi tek ve hür ve insan gibi kardeşçe
Bizim olsun bu haslet, ölmeden yaşanan cennet…

Muharrem Soyek

Zarif Bir Hüzün



Derin bir özlem ısınır gecenin ıssız koynundan
Yıldız titremleriyle pullanan sulara yansıyan
Zarif bir hüzün eğilir beyaz kuğunun boynundan;

Gül dökümlü hayallere ilmek
Kayan yıldıza bağlanan dilek
Zarif bir sevinç yapar hüznümden öpmek…

Muharrem Soyek

9 Nisan 2013 Salı

MUTLULUK RESMİM




Sabahın alası
Güneşin sarısı
Gecenin siyahı
Sabrın anasıyım

Ölüme beyaz
Hayata alaz
Umutta pembe
Toprakta emeğim

Hazırım mutluluğun resmini yapmaya
Fırçamı bandım güneşe düşen yağmura
Ellerimi bekliyorum
Kalbimi giysin diye...

Muharrem Soyek

24 Şubat 2013 Pazar

TÜRKİYELİM

                                                                  TÜRKİYELİM


E-Posta kutuma şöyle bir uyarı düştü:

“Türk ve Türkiyeli kavramlarının ortalıkta dolaşması kesinlikle gizli bir bölücülüktür. İlginç ve güzel bir mozaik olan Türkiye'nin yapısını kökünden sarsmaya, dengeleri alt üst etmeye sebebiyet verebilecek bir durumla karşı karşıyayız gibi geliyor bana.

Ben ecdadı 1492 yılında İspanya'daki engizisyondan kaçıp Osmanlı Türkiyesi’ne sığınmış ve kabul görmüş Yahudi bir Türk vatandaşıyım.

1955 yılında doğup 1961 yılında ilkokul 1.sınıfa başladığım günden beri "Türküm, doğruyum, çalışkanım" düsturuyla beynime Türk olduğum (duygusu) kazındı. Bayrağım ve milli marşımın ne olduğu öğretildi; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, Atatürk'ün söylediği "Ne mutlu Türküm diyene" sözünü okul duvarında, kitabında ve her türlü malzemenin üzerinde öğrenerek bilinçlenip büyüdüm.

Şimdilerde birileri kalkacak ve bana "yok kardeşim sen Oğuz ve Kayı boylarından, Orta Asya'dan gelmediğin için Türk değil Türkiyelisin" diyecek ve ben de, "ha peki öyle olsun!” mu diyeceğim?

Hadi canım sen de... Ne olacak benim 50 yıllık eğitimim, öğrenimim. Ne olacak 32 yaşına gelmiş oğluma, 29 yaşına gelmiş kızıma aşıladığım Türk kimliği? Şimdi kalkıp kendilerine "kusura bakmayın çocuklar, biz Türk değilmişiz, sadece Türkiyeliymişiz" mi diyeceğim”? Beni Türk bilenler şimdi “vay be Yahudi’den Türk olmazmış” mı diyecekler?”
**
Sevgili yurttaş-Yahudi-Türk vatandaşı nasıl ve ne hissediyorsa kendisini öyle bilmelidir derim. Ancak kendisini bilirken şunu da bilmelidir:

Yahudi kendisini Türk saymışsa kime ne?
Türk Yahudi dinine girmiş ve gene de Türk kalmışsa da kime ne?
Hangi yasal gerekçeyle Yahudi Türk vatandaşına “sen Türk değil, Yahudi değil, sadece Türkiyelisin”  diyeceğiz? Vatandaşlık tanımı kanımca milliyet ve ırk aidiyetini belirlemez; sadece hukuken bağlı olunan devleti belirleyici olur. Bu yüzden “Türkiyeli” sıfatlaması vatandaş tanımını eksik bırakıyor. Çünkü bizim devletin resmi adı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiyeli Cumhuriyeti değildir. Dolayısıyla doğru adlandırma “Türkiye vatandaşı” olmaktadır. Vatandaşın nereli ve hangi din, ırk ve milliyetten olduğu da sadece kendi özelini ve izin verdiği kadar da sivil toplum yaşamı ilişkilerini ilgilendirebilir bir ayrıntı bilgisi kalmalıdır.

Yeni Anayasa çalışmalarında sıkıntı yaratan soru şuydu: Eğer Anayasa’da belirtmek gerekiyorsa, -ki bana göre gereği yoktur-, T.C. vatandaşlarına ne diyelim? Eski tanım tam da burada sorunlu duruyor zaten. Yürürlükteki 1982 tarihli Anayasa'nın 66. maddesine göre, "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür" tanımı yapılmıştır. Türk vatandaşı olan Alman, İngiliz, Ermeni, Yahudi, Rum ve Arapları vatandaşlık tanımına atfen “Türk” yapabiliyoruz. Irkçılığa karşı olmak adına veya ırkçılık adına bu tanımı ırk üstünlüğüne oturtanlar durumun toplumsal varoluş sorunu yarattığı görüşünde birleşiyorlar; asıl amacın Kürtleri Türkleştirmek olduğunu ileri süren bazı terör örgütleri de yaratılan bu sorundan beslenmektedir. Bu sakıncalı durumu atlayabilmek için, ırkçı çağrışımla suçlanabilen  “Türk” tanımı yerine “Türkiyeli” denmesi önerilmiş olabilir. Aslında bana göre gereksiz bir öneri; ancak bunun neresi bölücülüğün daniskası oluyor anlayamadım! Anayasaya böyle bir tanım konsa, kim çıkıp da Kürt olduğunu söyleyene “sen Kürt değil Türkiyelisin” ya da Türk olduğunu söyleyene, “sen Türk değil Türkiyelisin” diye tutturabilir ki? Şimdi anayasal tanımı “Türk” diye, hangi Kürt’e kalkıp da “sen Kürt değil Türk’sün diyebiliriz ki? Aynı şey Yahudi Türk vatandaşı için de geçerli; kendini Türk sayan bir Yahudi anayasal tanımla başka bir şey yapılamaz. Öyle olabilseydi, İsrail kendi Arap vatandaşlarının hepsini Yahudi yapardı.

Aslında biz öncelikle millet bireylerinin kültürel, etnik ve ulusal kimliklerini anayasada tanımlamanın gereği ne denli önemlidir onu bilmeliyiz. Ben bilemedim bana sormayın. Bilemediğim için de önemsiz bir ayrıntı görüyor olabilirim. Vatandaşın ırksal, etnik, ulusal, kültürel kimliğini anayasal bir tanım yapmanın toplumsal huzura bir faydası olacağını sanmıyorum. “Doğumla doğal olarak veya sonradan T.C. Devletine tabi olan herkese 'Türkiye vatandaşı'  demek bence yeterli olacaktır. Türk vatandaşı nitelemesi gerekmez; ne de olsa devletin adı Türk Cumhuriyeti değildir... Böyle olunca isteyen kendine “Türkiyeli” diyebilir elbette; ancak bunu bir anayasa maddesi yapmanın gereği yoktur.

Yabancılar bizi kendi dillerince tanımlasınlar; bu onların derdi olsun; ben de Türkiye vatandaşı olarak bir Türkiyeli, bir Türk, bir Kürt, bir Yahudi ve kendimi ne sanıyorsam öyle olabileyim. Zaten yabancılar ülkemize  “Turkey” diyorlar; Türkiye bile demiyorlar. T.C. pasaportu taşıyana “Turk” demektelerken, biz  “Türkiyeli”  denir diye yırtınsak bunu değiştirirler mi? Tam da burada, Türk'ü küçümseyici tavır takınan bazı yabancıların karşısında "Ne mutlu Türk'üm diyene!" deyişindeki onurlanma cuk oturabiliyor işte. Bu söz Türk'e karşı söylendiğinde bence anlamsızlaşıyor. Kendini Türk saymayan kişilere karşı söylendiğindeyse bir kibir algısı yükseltebilir. İngiliz pasaportu taşıyan bir İskoç biz ona “İngiliz” deyince İskoç olmaktan çıkar mı? Alman pasaportu taşıyan bir Türk, İngiltere’ye giriş yaparken kendisine “German!” diyen gümrükçü yüzünden Türklüğünden mi olur?

Kimlerin vatandaş sayıldığını resmen belirleyen vatandaşlık tanımı demokratik hukuk devletiyle ilişkilendiği için önemlidir. Anayasa’da yeri olmalıdır. Bu yüzden vatandaşlık tanımı maddesine “hangi devletin vatandaşı” sorusuna cevap olabilecek “Türkiye vatandaşı” ibaresini düşmek yeterlidir. Ulusa şu denir, millete bu denir, halklarımız da şunlardır gibi ayrıntılara girmek bence anayasal bir ihtiyaç değildir. Vatandaşlara ortak bir ulus kimliğini anayasa ile dayatmanın toplumsal bir faydası olduğunu da sanmıyorum. Bu olacaksa toplumsal bilincin sağduyusuyla kendiliğinden olabilmelidir. Kendiliğinden olamıyor diye de anayasa ile vatandaşa bir halkın üstünlüğünü ima eden aidiyet kimliği dayatmak sorun çıkartır.

“Türkiye vatandaşı” dendiğinde “Türkiye” herhangi bir halkı işaret etmediği için sorun çıkartmaz diye düşündüm. Elbette sade vatandaşın âlimane düşünce üretmesi beklenmez. “Türkiye vatandaşı” olmanın Türklüğe, Kürtlüğe veya başka bir ırka, ulusa, millete ve halka aidiyet hissini köreltici veya aşağılayıcı bir sakıncası varsa onu da siyaset, sosyoloji, felsefe ve filoloji âlimleri açıklamalıdır derim.

“Bugün Kürtlere hat safhada pozitif ayrımcılık yapılmakta, Türk olarak kabul edilen ırka göre haklarının daha kolay kullanımı sağlanmaktadır” deniyor. Niyetin amacı sonul gerçekliğin çizgisini ayrı gayrı sınırı yapmak olmuşsa zaten bunun önüne yasal biçimlemelerle geçilemez. Bölünmeyi önleyici tek güç, Türkiye sınırları içinde tüm vatandaşlarının demokratik-sosyal-laik-hukuk içinde eşit hak ve özgürlüklerle var olabilmesini sağlayabilir olan T.C. Devlet Erki’dir. Bizler, Aleviler, Kürtler, Türkler, Lazlar, Araplar, dinli ve dinsizler ve daha başkalarımız, hep birlikte Türkiye vatandaşları olarak demokrasinin bu bilinçle kurumsallaştırılıp işletilmesini talep edebilmeliyiz.

Şu da bilinmelidir elbette; ileri sürüldüğü gibi bugün Kürtlere hat safhada pozitif ayrımcılık yapılmıyor.  Benim olmayan bir hakkın Kürt vatandaşa verildiğinden doğrusu haberim olmadı. Kürtlerin fazlaca bulunduğu bölgelere ekonomik teşvik ve yatırım ayrıcalığından söz ediliyorsa bu zaten özgür var olma hakkıyla dolaylı ilişkisi olan demokratik kalkınmanın bir yol yöntem tasarımıdır ve sadece Kürtlerin ilgisine değildir. 

Her sorun hem kendi içini hem ilişkili olduğu dış ortamını en yüksek düzeyde memnun edici çözümlerle giderilebilir. Bu bağlamda demokratik alt yapıyı güçlendirici siyasi partiler yasasını yapmış, yaygın ve adil temsil olanağı sunan bir seçim sistematiğini belirlemiş olsaydık, “vatandaşın milliyeti ne olacak?” sorusunun cevabını bugün anayasa yapımı gündemine almazdık.

Siyasi partilerin daha demokratik bir işlerlik kazanması, milletvekili adaylarının merkezden değil de parti tabanı tarafından seçilmesi, seçilme barajının indirilmesi demokrasinin adil temsil kefesine asla fazla gelmez. Ancak şimdiki siyasi malzeme ile de yepyeni bir anayasa yapılabileceği kanısında değilim.

Aslında bana kalsa seçimlerde partiye değil de adaylara oy verme sistemini getirirdim. Bu biraz sorunlu olabilir. Partili sistem zorunlu gibi duruyor. Ancak partilerin birinci tur seçimde bir aday üzerinde ittifak yapmaları yasaklanabilir. Bu da başkanlık sisteminde iyi işler sanıyorum. Koşullu iki kademeli başkanlık seçimi… Oyların yüzde 40 ve üzerini almış aday çıkmazsa ikinci tur en çok oy almış üç adayla devam eder ve en fazla oy alan seçilir. Başkan, yürütmenin başı olarak yürütme (hükümet) kurulu üyelerini seçer. Öte yanda yasa yapıcı meclis dar bölge -(bir milletvekili çıkaran bölge)- temsil seçimleriyle belirlenir. En çok oy alan aday MV seçilir.

Meclis sadece yasa yapıp yasa kaldırmaz; aynı zamanda hükümet uygulamalarının yasalara aykırı olup olmadığını da denetler. Aykırılık durumunda konuyu kanıt belgeleriyle birlikte yargıya iletir. Bunun dışında yargı erki de hükümet üyelerini, başkanı ve milletvekillerini belli kurallar içinde sorgulama ve kovuşturmaya alabilir olmalı. Kısmi dokunulmazlık yani…
*
Kafamdaki ileri demokrasi bilinci rüzgârı almış açıldıkça açılıyor maşallah. İleri olmak bir önceki iyiden daha iyi olmaya doğru ilerleyiş göstermek anlamında. Mevcut olan eğer iyi niyetiyle durağan değilse ileri olabilir. İleri olan da mevcudiyetini (varlığını) iyi niyetiyle bile olsa durağan olmaya (statükoya) bağlarsa tutucu olur ki ilericilik sanısıyla geride kalır. Sanırım ileri demokrasi bilincinin sınırlanabilir bir mevcudiyeti yok. İleri demokrasi bilinci bugündeki ve yarındaki demokrasi ile yetinip toplumsal yönetişimi sorgulamaktan vazgeçmez. İleri olsun olmasın, demokrasi bilincinin mevcut yetkinliği her zaman demokrasinin toplumsal somutluğuyla ortaya çıkar. Toplumsal somutluk da toplum bireylerinin demokrat davranışlarıyla biçimlenir. İleri demokrasi bilinci mevcut demokrasiyi daha iyiye ilerleten toplumsal bir düşünce ve davranış enerjisi olarak aynı zamanda mevcut demokrasinin bir ürünüdür. Fakat hiçbir zaman mevcut demokrasinin veya mevcut ileri demokrasinin kendisi değildir…

Muharrem Soyek
**

21 Şubat 2013 Perşembe

Temiz Aile Kızı




Soru şu:
‘Aşk olmadan cinsel ilişki yaşanabilir mi?’
Erkek cinsinin dürüst olanları neredeyse tümden bu soruya 'Evet’ diyebilirler. Kadınların da birçoğu aynı fikirde olabilir. Ama ben,  özellikle toplumsal gerçekliğe kafa tutacak dirilikte duramayanlara, “yaşanabilir olsa da aşksız cinsellik yaşamayın" derim. Peki neden? Çünkü yaşandığında cinselliğin toplumsal gerçekliği kadının değerini erkeğin altına indirmek için daha da güçlenmektedir?

Erkek evlenmeye karar verdiğinde annesine veya annesi kadar yakın bulduğu bir büyüğüne gidip şunu söyler: "Bana temiz bir aile kızı bulun; beğenirsem evlenirim" der; ya da kendisi ‘temiz aile’ kızı olduğuna inandığı birini koluna takıp annesine takdim eder. Erkeğin annesi her iki durumda mutlu olur. Çünkü oğlunun artık durulup olgunlaştığını düşünür! Deyim yerindeyse, oğlu kızlarla yeterince gönül eğlendirmiştir; yani âşık olmadan, çapkın cinselliği yeterince yaşamıştır. Aşksız cinsel ilişki nedense erkeği onurlandıran bir çapkınlık sayılırken, kadının iffet eksikliğinden sayılır. Aşksız cinsel ilişki erkek elinin kiri, kadınınsa alnına yapışan bir iffetsizlik lekesidir. Erkek, eli yüzü düzgün ‘temiz aile’ kızıyla evlendiğinde elinin kirini de yıkamış olurken, erkeğin çapkınlığına cinsel meze olmuş kadının bakir bir erkekle evlenerek alnındaki lekeden kurtulmasına geleneksel ahlâk algısı izin vermiyor.

Peki bu cinsel ayrımcı tutumun kusuru kimde? Bence kusurun daniskası kadındadır. Her şeyden önce anne olmuş kadınlar oğullarının kulaklarını çekmeliler: Onlara, “âşık numarası çekerek veya evlenmeye niyetliymiş gibi görünerek bir kadınla cinsel ilişkiye girersen hakkımı helal etmem” diyebilmeliler. Ya da, “bir kadının aşkına içten ve güvenilir bir aşkla karşılık veremediğin yerde kadın ne kadar ısrarcı da olsa cinsel ilişkiden uzak durmalısın; kadının duygusal yaklaşımını cinsel nefsini tatmin fırsatı yaparsan sütümü helâl etmem” diyebilmeliler.

İkinci olarak da, kadınlar erkeğin çapkınlığını kendilerine yönelik bir aşkın başlangıcı yapabilecekleri sanısıyla aşkı erteleyerek erkeğin koynuna girmeyi cinsel ahmaklıktan saymalılar. Kadınlar aşk yemini etmiş erkeğe bile güvenip de onunla cinsel ilişkiye girmekte hızlı davranmasınlar; erkek en azından bir yıl boyunca içten bir aşk yakarışıyla kadının peşinde dolanabilmelidir. Ancak ondan sonraki aldanmışlık bir ahmaklık olmaktan çıkmış olur.

Aşk yoksa cinsel ilişki de yok diye tutturamam tabi ki. Benim için esas olan kimsenin aşk ile aldanarak ve aldatarak cinsel ilişkiye girmemesidir. Yoksa kadın erkek gönüllerince sevişip cinsel haz almak istemişler de ben mi ayıplamışım? Aşksız da cinsel ilişkiye girilir; ancak iki taraf bunun sorumluluk yükünün farkında olabilmeli; aşk ile ısıtamadıkları bir yatakta cinsel haz alma noktasında “aşkım, aşkım!” diye çığlık atarak kendilerini kandırmasınlar. Zaten bilerek aşksız cinsel ilişkiye girmişlikte ilişkinin mağduru da olmaz. Geleneksel ahlâk her ne kadar erkeği ‘çapkın kerata’, kadını ‘motorlu yosma’ görmeye devam ediyor olsa da böyle olduğu ve olacağı iki tarafın da bilincinde kayıtlı bir öngörü sayıldığından ortaya mağdur çıkmaz.

Zamane kadınlarının birçoğu aşk içinde seks yapma arzusundan sıyrılıp, seks için aşk ayaklarına yatmayı öğrendi; tıpkı erkek milleti gibi davranır oldu. Çok kadın aşkı kutsamak için değil, zevk almak için sevişmeyi kendine özgürlük yaptı. Kadınlar da erkekler gibi 'uçkur düşkünü' birer zevk bağımlısı olmaya başladılar. Bir veya birkaç gecelik cinsel ilişkiye aşktan hoşgörü kılıfı uydurdular. Bu da erkekler için kadın cinselliğini seks malzemesi yapmayı kolaylaştırdı. Kadının aşksız cinsel ilişkiye heveslenen özgür cinselliği erkeğe çok kolay cinsel doyum fırsatı sunmaktadır.  Evlenmeden, aşksız ve kolayca seks yapabilen bir erkek neden evlensin ki? Teknolojik yaşamın kolaylığı da göz önüne alındığında zamanla erkekler sadece baba olma tutkusuyla evlenmek isteyecekler sanıyorum. Tabi bu durum annelerin oğullarına ‘temiz aile’ kızı bulmalarını da zorlaştıracaktır. Belki de kadınlar için hayırlı olan böyle bir gidişattır. Temiz aile kızlarının kıtlığa düştüğü o zaman geldiğinde geleneksel ahlâk tabusu da yıkılmış olabilir; o zaman toplumsal bilinç, erkeğe ve kadına aynı ağırlıkta ahlâki sorumluluk yükleyen yeni bir cinsellik ahlâkını benimsemiş olabilir…

Eskiden, "Erkekler tanımadığı bir kadınla nasıl sevişebiliyor?" diye soran kadın şimdi erkekten duyabilmektedir benzer şaşkınlığı. Artık erkekler de soruyor: "Bazı kadınlara şaşıyorum; tanıştığı günün gecesi adamın koynuna nasıl girebiliyorlar, anlamıyorum! ” diyorlar.

Hadi, gönül ve akıl rızasıyla aşksız seviştikten hemen sonra memnuniyetle yollarını ayıranları anlayabiliyorum. Ancak, cinsel hazzı gönül ve akıl rızasıyla aşksız bir ilişkide yaşadıktan sonra pişman olanları ben de anlayamıyorum. Adama demezler mi, gönlün ayran çektiğinde aklın neredeydi de ayranın ekşimişlikten köpürdüğünü göremedin? Hele de en çok kadın milletinden çıkar aşksız bir seksten sonra bin pişman ağlayan. Derler ki şundandır pişmanlık: Kadın doğum kontrol hapını almamıştır; erkek de yırtık kaput takmıştır. Eh, olur böyle kazalar sevişmelerde; aşk bu kazaların en sağlam emniyet kemeridir…

Muharrem Soyek

11 Şubat 2013 Pazartesi

10 Şubat 2013 Pazar




Karanlığa Doğru
• Orijinal Adı: FADE TO BLACK
• Yazar: Francis Knight
• Çevirmen: Kahraman Türel
• ISBN: ISBN_11113
• Sayfa Sayısı: 291
• Ebat: 13x21
• Baskı Tarihi: Şubat 2013
• Yayınevi: Elf Yayınları
• Birim Fiyat: 19,50 TL (KDV Dahil)

Kitap Açıklaması

Hikaye Mahala’da geçiyor. Mahala, vadinin karanlık derinliklerinde inşa edilmiş bir şehirdir. Bir uçtan bir uca değil, katmanlar halinde inşa edilmiş bir şehirdir. Sokaklar caddeler üst üste inşa edilmiş durumda; binalar üzerinde yükselen binalar… Tehlikeli bir denge inşası vardır. Bir şehir ki, güneşli zirvesine yüce Başkanlık oturmuş ve diplere doğru indikçe karalığa gömülen alt katmanlarında acı çekmeyi kutsayan sefiller, kaçaklar  ve terk edilmişlerin olduğu bir yerdir.

(ağrı) Acı-büyüsü, bundan çıkarılan güçle sağlanan enerji ve bunu elde etmenin bedelini canlarıyla ödeyen, çoğu kız, yüzlerce çocuk.
Aşağıdakiler ve yukarıdakiler, tıpkı bugün dünyamızda yaşananlara benzer türde bir ilişki içindeler. Yukarıdakilerin rahat yaşamı için feda edilen aşağıdaki insanlar. Onların kanını ve canını emen yukarıdaki egemen güç.
Aşağıdakileri, hele de bunlar çocuklarsa, inançlarıyla kandırmanın korkunçluğu, işledikleri günahların kefaretini acı çekerek ödemenin kandırılmışlığı.
Ve ilk başta salt kendi ailevi nedenleriyle yola çıkarak, bu acıya son vermeye çalışan hoppa, günlük yaşayan bir kahraman. Herkes onun hovarda biri, sorumluluktan kaçan kaytarıcı biri olduğunu biliyordur. Ama onlar bu adamın aynı zamanda bir ağrı sihirbazı olduğunu bilmiyorlardır. Kendinden ve başka insanlardan ağrıyı çekebiliyordur. Adam bu gücünü kullanmaya pek meraklı değildir ama yeğeni kaçırıldığı zaman bu gücünü açığa çıkarması gerekmiştir.
Ağrı büyücüsü olmasına rağmen sonunda acının gerçekliğini duyumsayacağını fark etse bile, yaşamının bir yerinde acı çeken insan topluluğu için faydalı bir varoluşa dönüşmenin onurlu gururunu taşıma fırsatı bulan hoppa bir serserinin macerası başlamış olur.
İlginç olduğu kadar, tüyler ürpertici sahneleri de olan fantastik bir çağdaş masal.
***
Kitabın aranabileceği adres:
http://www.elfyayinlari.com/fade-to-black-4-urun

Eşcinselin Günahı Ne?



Metabolik ve psikolojik somut nedenleri kesinlik kazanmış olmasa da eşcinsellik bazılarına göre bir hastalıktır. Hatta bunu eşcinsellik geninin etkinleşmesine bağlamaktadırlar. Varsayalım öyledir. Peki, insan sahip olduğu bir özelliğin genini taşıdığı için “hasta” sayılabilir mi? İnsanlar zaten toplamda aynı genetik çözümlemeye sahiptirler. İnsanı doğuştan farklı yapan neredeyse sonsuz biçimlenim sunabilen varoluş genlerinin eytişimli etkinlik özellikleridir. Buna rağmen, tek yumurta ikizleri bile aynı yaşam ortamında tıpkısı davranış biçimi göstermezler. Sanırım bunun nedeni insanın sırf genetik özelliklerine bağımlı yaşayan canlılardan farklı oluşudur. İnsan genetik özellikleriyle duyumsadığı ve sezgilediği gerçeklik algısını aklının düşünme tasında terbiye ederek değiştirebilen tek canlıdır. Dolayısıyla, eşcinsel genin azdırdığı cinsel yönelim arzusunu aklın düşünme duvarına çarparak kırabiliriz miyiz diye soruyorum. Sorunun yanıtı bilimsel bir ""evet" çıksa bile, eşcinsellik genini baskılayıp normal sayılan cinsellik genini etkinleştirmek eşcinselin özgür seçimine bırakılmalıdır. Eşcinsel eğer genetik cinsel güdüsüyle yaşamayı seçen bir irade göstermişse ben artık bu eşcinselliği “hastalık” olarak nitelemekte zorlanım doğrusu. Çünkü bir hastalık herkesten önce ‘hasta’ diye nitelediğimiz kişinin kendisinde rahatsızlık belirtisi göstermelidir. Ya da insanın kendi duyularıyla hissedemeyeceği bedensel veya ruhsal bir bozukluğun sinsi ilerleyiciliğinin tıbbi yöntemlerle tespit edilmiş olması gerekmez mi? Eşcinsellik geni varsa bile bu geni taşıyor olmak tek başına eşcinselliği bir hastalık olarak nitelemeye yetmez sanıyorum. Bir virüs taşıyıcısını, örneğin HCV (hepatit C) virüsü taşıdığı hâlde hiçbir sağlık sorunu tespit etmeyen tahlil ve biyopsi sonuçlarını almış bir insanı hasta sayabilir miyiz? Bence, hastanın olmadığı vakada hastalık da yoktur. Yani, hastalık nedeninin var olduğu her vakada hastalık ortaya çıkmayabilir. Kaldı ki, genler virüsler gibi dışarıdan bedene musallat olan bozucular değillerdir. Genler yaratılışın yazılım kodlarıdır; canlanma varoluşunun kaderidir. Galiba eşcinselliğin hastalık olması tıbbi tartışmayla sınırlı kalmaktadır.
Tabi ki eşcinselliğin bir hastalık olmadığı varsayımı da bizi eşcinselliğin bir cinsel davranış seçimi olduğu gerçekliğine çıkartmaz. Sıradan bir mantık bile bunu sezinleyebilir; cinsellik kişinin doğduktan sonra seçebileceği bir özellik değildir; öyle olsaydı bu kadar az sayıda eşcinsel olmazdı diye düşünüyorum. Gene de kendi seçimiyle eşcinsel ilişki yaşayan az sayıda heteroseksüel insan varlığını inkâr edemeyiz. Ancak bunları eşcinsel olarak nitelemek de doğru bir ifade durmuyor; ben bunları cinsel sapkın olarak görmekteyim. Bırakın eşcinsel ilişkiyi, hayvanlarla bile cinsel ilişkiye giren insanlar vardır; işte size hastalık…
Doğumsal varoluş nedenlerinden dolayı eşcinsel olmuşluğu kanıtlanmış olsa bile, böyle birini sakınılması gereken “hastalıklı” insanlar arasına koymanın bilimsel bir açıklaması henüz yapılmış değildir. Bu bence, dinsel ve toplumsal ahlâk kültürünün koşullandırılmış bir uyarı algısıdır; asıl tartışılması gereken de sanırım bu olmalıdır. Eşcinselliği hastalık saydığımız gün doğuştan gelen bedensel ve zihinsel engelleri de hastalık saymamız gerekebilir. Kişinin daha doğumdan beri taşıdığı özellikler onda eşcinsel davranış güdüsünü ateşliyorsa, o kişinin bence ruhsal bozukluğundan da söz edemeyiz. Ne de olsa “ruh” insana sonradan eklenmiş bir takı değildir; ruh bence bedenin doğal, yani kendiliğinden ifadesidir. Aşk da böyledir; asla bedenden dışarıda bir ruhun duyumu değildir; aksine, bedenin duyumsadığı zevkle var olabilen bir ruhsal davranıştır. Kimse âşık olduğu için hasta sayılmaz; ancak aşkın ifade biçimi bazı insanlarda hastalıklı olabilmektedir; kara sevda gibi… “ölürüm de kimseye yâr etmem” gibi… Bu bağlamda hastalık cinsel kimlikte değil, kimliğin kendini ifade biçiminde olabilir.
Eşcinsel erkeklere kibar ortamda “gay” diyorlar. Eşcinsel kadınaysa 'lezbiyen' denmekte. Eşcinsellere yönelik korku, kaygı ve nefret duyumuna da 'homofobi' denir.  Nedense lezbiyenlerden çok erkek eşcinsellere karşı homofobi daha yüksek düzeydedir. Her iki cinsiyete cinsel ilgi dduyanlara da (biseksüellere) homofobi düşük düzeydedir. Doğuştan heteroseksüel olduğu kuşku götürmez bir bedenin cinsel davranışı eşcinselliğe meyletmişse, o bedenin ruhsal ifadesinde bir bozukluk anlamında hastalıktan söz edebiliriz. Bunun nedeni kendi cinsel doğasını inkâra götüren ruhsal bir göçüntü darbesi olabileceği gibi, heteroseksüel özelliklerini de koruyan çoklu cinsellik sapkınlığı da olabilir. Cinsel sapkınlığı cinsel sapıklıkla karıştırmamak önemlidir. İkisi de bir bozukluk ve hastalıklı bir cinsellik sayılsa da, sapkınlık toplumsal bilincin ahlâk anlayışına görecelenmiş ayıplı bir cinsel eğilim olmaktan ileri gitmezken, sapıklık zarar verici tehlikeli niteliğiyle suç oluşturan bir cinsel davranış biçimidir. Burada “hastalıklı” sayabileceğimiz sapkın kişi bedensel doğasından dolayı eşcinsel değildir; böylesi sonradan olma, çakma eşcinseldir.
Çakma eşcinsellerin cinsel davranış bozukluklarına bakarak doğal genelliği içinde kalan eşcinselliği bir hastalık gibi göstermeyi doğrulayamayız. Doğumla birlikte kişinin cinsel özelliği olan eşcinsellik bir hastalık sayılmasa bile, bir eşcinsel cinsel davranış bozukluğundan dolayı hasta sayılabilir. Hastalık cinsel kimliğin kendisi değil, cinsel davranışın tıbbi ve toplumsal niteliğidir. Şöyle ki, eşcinsel olduğu gerçekliğini idrak etmiş olmasına rağmen karşı cinsini de becermeye kalkan bir eşcinselin hastalıklı bir cinsel eğilime girdiği söylenebilir. Ya da, bilerek ve isteyerek sübyan sayılan yaştaki cinsleriyle ilişkiye giren eşcinsel de hasta olarak nitelendirilebilir. Ancak bu hastalıklı durumları eşcinseli çok da ötekileştirecek kadar özel değildir; tıpkı heteroseksüel birinin eşcinsel ilişkiye girmesi kadar hastadır; tıpkı sübyancı bir heteroseksüel kadar hastadır. Sonuçta bana göre genetik eşcinsellik, biri siyah biri yeşil olan çift renk gözlü olmak kadar doğal bir çeşitliliktir; hastalıktan söz edilecekse eşcinsel kimliğin kişiliğine bakmadan her eşcinseli ateşe atan zihniyeti sorgulamak kanımca daha iyileştirici bir tutum olacaktır…
Bir gözüm kırmızı diğeri sarı olsun diyelim; ben bundan dolayı görme bozukluğu çekmiyorsam göz hastası sayılır mıyım? Ancak benim kırmızı-sarı gözüme bakınca rahatsız olan kişiyi hasta sayabiliriz… Genetik özelliğinden dolayı renk körü olduğu için belli ışık ortamında görme bozukluğu çeken insanı hasta değil, olsa olsa düşük düzeyde görme engelli sayabiliriz. Ancak, renk körü olduğu tıbben doğrulanmış kişi bunu inkâr eden bir yaşam tarzı sürdürüyorsa kişinin davranış bozukluğundan söz edilebilir; hatta bunu tedavi edilmesi gerekli bir ruhsal hastalık olarak bile niteleyebiliriz.
**
Aslında karşıcinsellik (heteroseksüellik) kadar doğal sayılması gereken eşcinsellik, ataerkil toplum yapısına karşı en büyük tehditlerden biri görüle gelmiştir. Bu yüzden lanetli bir hastalık sayılması geleneksel bir öğreti yapılmış olabilir. Çünkü insan uygarlığı kadının erkeğe tabi hizmet edici özelliğini yücelten bir aile kurumu tasarlamıştır; Müslüman kültür de kadını erkek egemenliği yönetiminde tutma eğilimi gösterir. Kadın, Allah’ın erkeğe emanetidir; Allah rızası için korunup kollanması gereken zayıf bir insan cinsidir. Baba soyundan yürüyen ataerkil aile kurumu, erkek liderliğinde üremeyi kutsayan nikâhlı cinselliği korumak adına eşcinselliği toplum dışına itelemekte kendisini haklı bulur. Eşcinselliği, üreme amaçlı aile kurumunu temel yapan toplumsal yapıyı yıkabilecek olası bir tehlike sayar. Ataerkil aile geleneği kadın ve erkeğin sadece nikâhlı cinsel birliktelikte tam bir insan olabilecekleri inancını toplumsal bilincin algısına gerçeğin tek doğrusu olarak dayatır. Belki de bu yüzden kadın ve erkeğin birbirinden bağımsız cinsel davranışla da saygın bir kimlik olabileceği gerçekliğini inkâr etmeye meylederiz. Toplumsal bilinç kendi cinsinden olanla seks yapan insanı bence bu yüzden lanetleyip hastalıklı gösterme gayreti içindedir. Aslında hiçbir cinsel kimliği ben bir hastalık olarak niteleyemem; ancak her tür cinsel ilişkide sapkınlık ve sapıklık derecesinde bir bozukluk olabilir…
Eşcinsellik bedenin yapısal bir rahatsızlığı olmayabilir. Ruhsal bir rahatsızlık olabilir mi? Belki bir kadın ruhunun erkek bedeninde olması ya da tersi gibi. Bir tarama yaptım şöyle bir bilgiye ulaştım; doğru mu yanlış mı bilemem; ancak az çok farklı bir bakış açısı gibi göründü.
Cinsel Tıp Enstitüsü Genel Başkanı Dr. A. Cem Keçe, “Eşcinsellik ruhsal bir bozukluk mudur?” sorusunun genel hekimlik uygulamasında önemli bir sorun olduğunun altını çizip devam ediyor: “çünkü, ruhsal bozukluk veya anormal davranış göreceli kavramlardır. Öncelikle normalin tarifindeki gerçekliğe muhtacız. Yaşadığı toplumdaki kişilerin çoğunluğunun değer yargılarını benimseyen ve toplumun geneline uygun davranan birey ‘normal’, aykırı hareket eden birey ise ‘anormal’ olarak adlandırılabilir. Bu açıdan bakıldığında eşcinsellik anormal bir davranış olarak görülebilir. Ancak ruhsal bozukluk olup olmadığını belirleyen en önemli etken, kişinin kendini nasıl hissettiğidir. Eşcinsellerin kendilerini suçlu, huzursuz, yalnız, depresif, sıkıntılı ve gergin hissetmeleri sık rastlanan bir durumdur. Bu açıdan baktığımızda eşcinsellik ruhsal bir bozukluktur, bir cinsel kimlik bozukluğudur”  diyor.
Eşcinselin ruh hâllerine baktığımızda eşcinsellik bir ruhsal bozukluk gibi görünebilmekte; ancak bunun bir cinsel eğilim sapkınlığından dolayı yaşanan bir cinsel kimlik bozukluğu mu; toplumsal baskının cinsel kimliğe binen dayanılmaz yükü mü; ve bu yükün altında ezilen eşcinselin kendini ifade edemeyişindeki ruhsal tepinmesi mi olduğunu kesinleştirmeden, ‘ruhsal hastalık’ sayılabilecek bozukluğun doğrudan eşcinsel kimlikten oluştuğu kanısı bir önyargıdan ileri geçmez…
**
Eşcinselin de mutlu olması aslında sağlıklı bir toplum yapısının ihtiyacından sayılmalıdır. Bunun olabilmesi için eşcinsel bireyin öncelikle kendisiyle, çevresiyle ve tanrısıyla barışık yaşaması gerekir. Bunlar aynı zamanda ruh sağlığının da temel unsurlarını oluşturur. Kendisiyle ve özelinde tanrısıyla barışık olmasını eşcinselin içsel hesaplaşmasına bırakabilsek de, çevresiyle barışık olmasına yardımcı olmak tüm toplum üyelerine yüklenmiş bir sorumluluk olmalıdır.
Sanırım her eşcinsel, ailesinden ve çevresinden insanı cennete veya cehenneme gönderen sevap ve günahların bilgisini alarak cinsel erginliğe büyümüştür. Hemen her din ve kutsal inanç eşcinselliği büyük günahtan sayar. Bu öğretiyle eğitilen kişi ergenlik dönemini geçerken eşcinsel olduğunu, yani lanetli bir cehennemlik olduğunu keşfeder. Zaten eşcinselliğini fark etmesiyle ahlâk bataklığında çırpınan genç eşcinsel daha ölmeden cehenneme atılarak toplumdan en kahredici darbeyi almış olur. Bence bu darbe bile tek başına hastalık yapıcı bir ruhsal göçük oluşturmaya yeterli güçte duygusal sarsıntı nedeni olur.
Peki, bu ruhsal göçüğe bakarak eşcinsel kimliği bir hastalık sayabilir miyiz? Ben sayamam, çünkü hastalık olan aslında göçüğün nedenidir. Zina yapan, hayvanlarla bile cinsel ilişkiye giren, cinayetler işleyen, insan emeğini ve cinselliği köleleştiren, haram yiyen, dinin hemen hiçbir emrine uymayan heteroseksüel insanlar dinin dışına atılmıyorken, sırf eşcinsel diye gencecik birisi neden ve hangi hakla cehenneme atılıyor?
Bazı ilahiyatçılar camide cemaatle namaz kılma esnasında erkeklerin, hünsaların (çift cinsiyetlilerin, erdişilerin), çocukların ve kadınların peş peşe sıralanmaları gerektiğini söyler. Sıralamanın hangi dini gerekçelere göre yapıldığını bilemiyorum. Eğer biçimsel cinsellik esasına göreyse, cinsellikte bir olanların aynı safta namaza durmasını sorgulamayı çok da anlamlı bulmam. Ancak bu sıralama, başka bir cinsel kimlikle neredeyse temas yakınlığından dolayı cinsel nefsin uyarılmasını önleyici bir tedbir olarak sunulmuşsa, bazı kuşkulu yanlarını sorgulamadan geçemem. Her şeyden önce kadının cinsel nefsinin önündeki hünsanın erlik kimliğiyle uyarılma olasılığını def etmek için araya çocuk sıralamak her zaman yapılabilir bir şey değildir. Yeteri kadar çocuk bulunmayabilir. Ayrıca o anlıkta erdişilerden (hünsalardan) hangisinin kadın ve hangisinin erkek eğilimli olduğu belirginleştirilmeden hepsinin aynı safa yerleştirilmesi maksada uygun durmuyor. Aslında bu sıralamanın doğruluğunu tartışmak ayrı bir konudur. Burada önemli olan erdişilere (çift cinsiyetlilere) namaz safında yer açılarak onların Müslümanlar arasına yerleştirilmiş olmasıdır.
Hünsa olarak adlandırılan bu erdişiler gibi eşcinsellere de Müslüman saflarında bir yer açmaya hâli hazırdaki toplumsal ahlâkın, din bilgisi ve inanç kültürünün yeterli hoşgörüye ulaştığı kanısında değilim. Bence, erkekler, hünsalar, kadınlar, çocuklar ve eşcinseller aynı mekânda fakat ayrı alan bölümlerinde saf tutarak da pek âlâ toplu ibadet gereğini yerine getirebilirler. Tabi ki bunun olabilmesi eşcinsel kimliği ayıplamayı ve taşlamayı kınayabilen bireysel bilincin toplumsal bilinç düzeyinde benimsenmiş olmasına bağlıdır.
Fiziksel görünümde eşcinseller heteroseksüeller gibi tam bir erkek veya kadının biyolojik yapısına sahip olsalar bile, cinselliğin ruhsal kimliğe bürünüşü noktasında ayrılırlar; biçimin varsayılan ruhsal davranışıyla örtüşmezler. Bu cinsel duyu kimliğindeki ayrışmanın doğuştan gelen yaratım özellikleri nedeniyle olduğu varsayımıyla eşcinseller de hünsalar kadar Tanrı kulu kabul edilebilmeli değil midir? Onlara da dini cemaatlerin içinde yer açılmalıdır. Her şeye rağmen eşcinselleri aramıza almayı dinen sakıncalı buluyorsak, hiç olmazsa onlara kendi ibadethanelerinde toplu hâlde tanrılarıyla yüzleşme fırsatını verebilmeliyiz.
Hiçbir eşcinsele "sen neden eşcinselsin?" diye soramayız. Bunu sorabilmek için neden heteroseksüel olduğumuzu bilmiş olmamız gerekir. Benzer biçimde, iki eşcinsel bireye " siz neden birbirinizi seviyorsunuz" diye de hesap soramayız. Fakat, "Ben tam bir erkeğim; rakı masamdan meze diye kadını, yatağımdan ibneyi eksik etmem" diyen cinsel kimlik kırığı insanın ve cinsel kimliği saklı tutmak için takınılan ikinci yüzün davranış temelinde hastalık sayılabilecek bir bozukluk arayabiliriz. Cinsel kimlikleri değil, olsa olsa cinsel davranışları, yani cinselliğin nasıl yaşandığını sorgulayabilir, cinsel eğilimde bir bozukluktan söz edebiliriz; ve ancak tıp bilimi bu bozukluğu bir hastalık olarak niteleme yetkisine sahiptir.
Ola ki eşcinsellik bir hastalıktır. Hastalıklar tedavi edilir ve yaygın bulaşıcı olmaları durumunda iyileştirilinceye kadar tecrit edilirler. Peki, eşcinsellik bulaşıcı mıdır? Bildiğim kadarıyla değildir. Kendi varlık doğasından dolayı eşcinsel olan birisi tedaviyle heteroseksüel yapılabilmiş mi? Varsayalım eşcinsellik tedavi edilebilir bir hastalıktır; böyle olması durumunda tedavi olmak istemeyen eşcinsele her hangi bir hastanın haklarından ileri bir ayrıcalık tanınmış olmaz. O zaman, eşcinselleri toplumsal yaşamın dışına atmanın gerekçesi ne ola ki? Bunun yanıtı ne eşcinsellikte ne eşcinselin cinsel kimliğinde bulunabilir. Geleneksel ahlâkın eşcinselliğe ve eşcinsele bakan dar açısında sıkışıp kalmış yanıtsa, ataerkil cinselliğin savunma güdülü sözünden ileri bir anlam içermez
Sorunun genel anlamıyla lanet bir hastalık değil de toplumsal bilincin hastalıklı bir gerçeklik dayatması olduğunu anlamış olan eşcinsel kendisini arınmış hissedebilir; bu güzel bir şey; ancak bu anlayışa uygun toplumsal sorumluluk yükünü taşımaktan kaçınan eşcinseller huzurlu bir cinsel yaşam sürdürme umudu taşımaktan da vazgeçmeliler. Eşcinsel olanlar ezilmekten, saklanmaktan ve dışlanmışlıktan kurtulmak için örgütlenip toplumsal varoluşta güçlü bir unsur olabilmeliler… Değişmez varsayılan heteroseksist toplumsal yapı ancak bu şekilde yeniden bilinçlenerek, cinsel hoşlanımın sadece kadın ve erkek arasında olabileceği yargısını tabulaştıran cinsel ideolojiyi aşabilir; gelecekteki cinsellik bu sayede “helal-haram, sağlam-hasta, sevap-günah” ikilemli sıfatlardan sıyrılıp insan ruhunun bedensel doğasındaki özgür ifadesi olarak saygı görebilir. Tabi ki her ifade tarzı gibi cinsel duyum ifadesi de bireysel ve toplumsal varoluş özgürlüğünü koruyan sınırları aşamayacaktır. Elbette ki bu sınırlar örgütlenmiş insan topluluklarının etkileşimiyle oluşan toplumsal bilincin uyarı çizgileridir…
Eşcinsellerin sahnede alkışlanıp sokakta taşlandığı bir toplum olmayalım. Çoğumuz eşcinsellere ‘sapık’ gözüyle bakıyor, onlardan korkuyor ve aramızda özgür kimlikleriyle bulunmalarını istemiyoruz. Her ne kadar eşcinsel üçüncü bir insan cinsi değilse de, eşcinselliği bir cinsel yönelim azınlığı olarak içimize sindirebilecek kadar demokrat olabilmeliyiz.
Önüne çıkarılan tüm toplumsal engellere karşın kendi doğal cinsellik gerçeğiyle yüzleşebilmiş eşcinselin açık cinsel kimliğiyle yaşama isteği her zaman saygıya değer bir seçimdir. Bu insanları ister sevelim ister sevmeyelim, onların aramızdaki varlığını saygıyla ağırlamak bence yüksek bir insanlık değeridir.  Ancak bu insanlık değeri eşcinselin de her cinsel kimlik gibi toplumun cinsel ahlâk ve davranış hukukuna uygun yaşamasını talep eder. Eşcinsel vatandaşın cinsel ahlâk ve cinsel suç hukuku içerisinde hiçbir ayrıcalığı yoktur. Yani iki eşcinselin ortalık yerde sevişmesi, ortalık yerde sevişen kadın ve erkek kadar ayıplanabilir.  Bir eşcinselin bir başka eşcinselin ırzına geçmesi, bir heteroseksüelin ırza geçme eylemi kadar suçtur.
Bence, cinsel kimliği onurlandıracak ve toplumsal yaşama katacak en etkin güç, özgürlüğün sorumluluğuyla var olmayı seçen kişilerin örgütlü dayanışmasıdır… Özgürlüğünün sorumlu yüklenicisi olabilen bir kişilik eşcinsel olsa bile toplumsal yaşamı yozlaştıracak bir tehdit olmaktan çıkar.
Muharrem Soyek