10 Aralık 2018 Pazartesi

Tevfik Uyar: Astroloji bilim açısından bir tehdittir

Burçlara iltifat zekâyı düşürmez; ancak, zekâdan daha önemli olan aklın düşünme eylemini rezil eder. Muharrem Soyek

2 Aralık 2018 Pazar

Bildiğim Bilmediğimdir


* “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiş Sokrates: 

Hiçbir şey bilmediğinden değil elbet; her bildiği şeyde nice bilinmeyenlerle karşılaştığı için böyle demiştir. Bu özdeyiş, bilimsel felsefenin dokunulmaz yöntem kuralı olmalıdır bence. Kendini tanıma yolunda ilerlemenin ön koşulu önce bildiğini inkâr etmektir. Sana öğretilmiş bilincinle kendini ancak başkalarının sana çaktığı kimlik künyendeki kadarıyla tanıyabilirsin. Bu yüzden, Sokrates’in sözü muazzam bir bilimsel düşünme ilkesidir. Sözün mana özü, ‘Bildiğin hiçbir şeye asla son ve mutlak bilgi inancıyla bağlanma’ diyor. Ben bu özdeyişle tanıştığımdan beri gün gelip de bildiğimin bilemediğim olduğunu görünce hiç şaşırmadım. 

Bildiklerimiz, yeni bildiklerimizin bilinciyle ele alındığında yanlış olabiliyor. “Ne kadar çok bilirsem bilmediklerim daha çok artıyor” demeye de geliyor. İnsan, bildiklerini işlerken önünde açılan bilinmedik bilgi deryasında bildiklerinin “hiçbir şey” kadar azaldığını hissediyor. Biraz felsefe ıkınmasıyla gelse de aynı sözden olumlu bir mana çıkarımı da sezinliyorum: “Bildikçe, çoğalan bilmediklerimi bilmeye daha da yaklaşmış oluyorum” demeye de geliyor. 

Bilincimin iman pusulası yaptığım bu söz bazan kafamı karıştırır. Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğim olabilir mi? Sözün özünü sorguladığımda bildiğim şeyin asla ‘hiçbir şey’ olamayacağını görüyorum. Sadece, bildiklerim bilmediklerimin yanında ‘bir hiç’ kadar önemsiz kalmaktadır. Çok şeyi bilirken bildiğimin her şey kadar çok nice bilinmedik hâlleri olabileceğini de görmüş oluyorum. Yani, Sokrates’in epeyce bir bildiği vardır; ancak bildiklerinin içlerinde bilinmedik nice bilgiler saklı olduğunu sezmesiyle bildiğini de henüz tam bilinmedik varsaymaktadır. Bildiklerinin henüz bilemedikleriyle gerçeklik yapan eytişim (sarmal diyalektik) nedensellerini, salt kendi özlüğünden olma en ilk bilgiden son kıyamet bilgisine varıncaya kadar tümüyle çözümlemiş olmadan, hiçbir şeyi tam bilmiş sayılmayacağından emindir. Görünen o ki her şeyi bilmek de ancak Tanrı’yı tahtından indirip yerine geçmekle olasıdır… 

Burada, “Hiçbir şey bilmeyen bilmediğini bilebilir mi?” sorusu felsefenin mantığını ayıltabilir. Çünkü biliriz ki insan bilinci bilmediklerini sadece bildikleriyle fark edebilir. Yani, gerçekten hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey bilmediğini de bilemez. Zaten sözün ilerisinde Sokrates şöyle diyerek aslında ne çok şey bildiğini de ima etmiştir: “Hiçbir şey bilmediğini anlaman için çok şey öğrenip bilmen gerekiyor.” 

Hayatın kader dümenine asılan insan bilincinin egemenlik gücü, bildiği kadar bilemediğinin de farkında olmasından kaynaklanır. Bu yüzden, eğitimin ana ilkesi öğrenciye bilgiyi ezberletmek değil, düşünüp de bilmediklerini fark ettirecek meraklı bir bilinç edindirmek olmalıdır. 

Sokrates’in bu özdeyişini bilincimize bir kara delik gibi oturtup tüm bildiklerimizi hiçlik çöpünden mi saymalıyız? Elbette hayır! Vurgulanan şey, bildiğimizin hiçbir şey olmasıyla bilginin bilinemezliği değildir. Bilgi öyle çok göreceli doğruluk oluşturabilir ki, insanın hepsini bildiğini iddia edebilmesi için ölümsüz olup kıyamete kadar da yaşamışlığı olması gerekir. Yani, kesin bilinebilir olan ancak ‘hiçbir şeyin ezelden sonsuza kesin ve mutlak olamayacağı’ bilgisidir. Herakleitos’un, ‘Değişimden başka hiçbir şey sonsuz değildir’ sözüne kardeş bu özdeyiş, kesin olan tek doğrunun (hiçbir şeyin mutlak doğruda sabit tutulamayacağı) gerçeği olduğuna vurgu yapıyor. Yanlış anlamış olabilir miyim acaba? Sanmıyorum! Çünkü hâlâ hiçbir şeyi kesin değişmezlikte tutamıyorum… Hâlâ, doğru bildiğim şeyin az sonraya göreli yanlış sayılmayacağından emin değilim…

*Uygarlığın tasarım ve işletiminde, insanlığı yüceltici başarıya ulaştıran bilginin gerçeklik sırrına ermek için, kendini bilmeye eğitimli zekâların azimli ve sabırlı iş birliğinin yerini dünyada hiçbir şey tutamaz…

Muharrem Soyek

8 Kasım 2018 Perşembe

Organ Bağışı


Bireyleri sağlıksız bir toplumun uygarlık düzeyi ne olursa olsun, mutlu yaşam hayali Cennet’e ertelenmiş bir inançtan ibaret kalır. Bu yüzden sözü uzatmadan konuya dalacağım.

Sağlığında aksini istemediyse 21 yaş ve üstü her ölenin organları mirasçılarının izni alınmadan bir başkasına takılabilmeli. Ne de olsa; Tanrı leşleri değil, ruhları sorguya çekiyor. Bence, insanın tıbben beden dokunulmazlığı bedenin canlı oluşundaki irade hükmüyle koşulludur. Ölünün aklı başında iradesi yoktur. Ancak ve ancak kişinin aklı başındaki iradesiyle sunacağı beyanla ölümünden sonra organlarının alınmasına insani engel oluşturulmalı.

Aslında dinsel bakışa göre de diyebilirim ki organlarımız bizim değil Tanrı’nın malıdır. İtiraz bizden değil Tanrı’dan gelmeliydi. Hangi tanrı nimetlerinin iyilik için kullanılmasını istemez ki? Bu gerçek üzere yorumlayınca, ölümden sonra işe yaramaz organımızla Tanrı’nın kullarından birine şifa olunması, nice günahların affına neden olacak büyük sevap olmaz mı? Gene de ahrete organlarıyla birlikte göç etmek isteyen her kimse, 18 yaş üstü herhangi bir zamanda nüfusa uğrayıp kimlik hanesine “organlı gömü” notu düşürtebilir. Mirasçıları razı olsalar bile bu kişilerin organları alınamaz; kişinin yaşarkenki iradi seçimine saygının gereği bu istek mirasçılarını da bağlar. Ancak henüz organlı gömü beyanı yapmamış 18 yaştan büyük 21 yaş altı ve her 18 yaş altı ölülerden mirasçı iradesiyle organ alımı yapılabilir. 18-21 yaş aralığındaki herkese organ bağışı hukukuyla ilgili yılda en az iki kez bilgilendirme mektubu gönderilir. Bilgilenmelerine rağmen, organlı gömü beyanı yapmamış tüm 21 yaş üstü insanlar, öldüklerinde hukuken organ bağışı yapmış irade sayılırlar. Elbette 21 yaşından sonraki herhangi bir yaşında kişi fikrini değiştirip “organlı gömü” seçimi yapabilir.

Kan bağışı da toplumsal bir insani paylaşım görevi yapılmalıdır. 18-60 yaş aralığındaki kan vermek istemediğini beyan etmemiş olan sağlıklı herkesten yılda bir kez ve ihtiyaç hâlindeyse özel davetle aynı yıl ikinci kez kan alınabilmelidir. Kan alımı, davetiye ile yapılmalıdır. Davette, kan vermeye gelemeyenin özür bildirmesi için e-posta ve telefonlar da yer almalıdır. Kan vermek sağlıklı bedene hiçbir zarar vermediği için bence bu işlem kişinin beden dokunulmazlığı ilkesini bozmaz. Tıpkı aşı olmak gibi, kan vermek de toplum sağlığını koruma yöntemidir. Yani, kan vermek bireyin toplumsal varlığının gereği insani hizmet görevi yapılmalıdır. Sağlıklı olduğu hâlde beyanla kan vermek istemediğini bildirenden gerekirse kan vergisi alınmalıdır. Bir gün gelir sentetik kan yaparız da bu tartışma da gereksiz kalır inşallah!

Muharrem Soyek

Adalet

Adalet, kendiliğinden var-oluş eşitsizliğine eşit fırsat ve huzur hakkının mülkiyet onayıdır. İnsan uygarlığını doğal var-oluştan ayrımlayan bir betimlemeyle diyebilirim ki: Adalet doğal evrimin kendini bilmiş bilinç düzeyinin en yüce erdemidir… Muharrem Soyek

İnsanın kendine tutulu kaderi

İnsan kendi dünyasını mahvedebilecek ve aynı zamanda koruyup kollayabilir olan tek canlıdır. Bizi hiçbir din, felsefe ve bilim kurtaramaz; ta ki beynimiz tapınağımız ve ibadetimiz kendini bilmiş bilincin vicdanına secde oluncaya kadar…

30 Eylül 2018 Pazar

Kendini Kandırmaca

                 foto: Bilkan Uçkan


"İnsanın en büyük zaafı kendisini bizzat kendi tarafından kandırabilmesidir. Bu yalan meşrulaştırılır ve zamanla gerçeğe dönüşür." ( Freud )

Bence bu zaaf, bilincin haddini bilecek kadar kendini bilir olmayışından kaynaklanıyor. Genel doğruluk yapan bir insan zaafı sayamam. Eğitim-öğretim ve görenek, bilgilendirmekten öte bilgi yapan düşünmeyi sağlasa ve ayrıca var-oluş başarısı da bilgiyi kullanma ahlâkıyle değerlendirmeye bağlansa insan bilinci kendini kandırma zaafına karşı oldukça güçlendirilmiş olur.

Bana göre insan bilinci iki biçimde haddini bilme olgusu yapar. İlk olarak dış gerçekliğe karşı haddini bilmesi vardır. İkinci olarak da insanın içsel duyum ve algı gerçekliğine, yani bilincin kendinden oluşturduğu kavramların gerçekliğine karşı haddini bilir olması vardır.

İlkindeki haddini bilmişlikte, yani dış gerçekliğe karşı yeteri kadar bilgiyle bilimsel çözümleme yapabilir âlimlikte değilse ileri sürdüğü savların kesin doğruluk iddiasında olmaz. Bilgilenip de bilgiyi sınamadan doğruluk iddiasında olan bilinçse kendini kandırma zaafına tutulmuştur.

İkinci durum haddini bilir olmada bilinç kendi üretimi kavramların doğruluk bilgisini dış yaşam ortamında deneyleyip sınamadan kesin gerçeklik doğrusu saymaz. İkinci durumluk bilincin haddini bilmezliğiyse, yani kendi üretimi bilgi kavramlarını kendi dışında sınamadan kesin gerçeklik doğrusu sayması da bence bilincin haddini iyice aşarak kendini kandırmasıdır.

Bir insan kendini ancak gene kendi bilinciyle kandırabilir. İnsanın kandırılması da dışarıdan sunulan yalanı gerçek sandıran bilinçsel algısıyla oluşur; ancak bu durum kendini kandırma değil de kandırılma eylemini oluşturur. Şimdi ben buradaki görüşlerimin doğruluğunda ısrarcı bir inatla karşı görüşleri reddetsem ve bilincimin ürettiği mana kavramlarını mutlak doğru saysam kendimi kendi bilincimle kandırmış olmaz mıyım?

"Düşünmeyi öğrenmiş insan hiçbir şeye gözü (aklı) yumulu kanmaz." Tolstoy... Şimdi, Tolstoy'un özdeyişini doğru sayarsak Freud’un görüşünden herkesin her zaman kendini kandıran zaafla var olduğu tespiti yapılamaz. Gene de herkesin bir zaaf anı olmuştur ve bilincinin gerçeklik yanılsamasıyla kendini kandırmıştır. Bakın işte bu tespitim her insan için geçerli doğruluktadır. Her kim, "ben hiçbir zaman kendimi kandırmadım" dediği an kendini kandırmıştır bile...

Muharrem Soyek
***

10 Eylül 2018 Pazartesi

Aşkın Cinsiyet Değeri


* Bir erkeğin aşkı belli bir tatmin döneminden sonra hissedilebilir derecede azalır; başka kadınlar onu sahip olduğu kadından daha fazla çekmeye başlar.  Hâlbuki bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun nedeni, doğanın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek, kolaylıkla bir yılda yüzden fazla kadına çocuk yaptırabilir; oysa kadın ne kadar fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda bir kez doğum yapabilir. Yani, kadının cinsel güdüyle çok erkekle çiftleşmesinde doğal var-oluş amacına uygunluk yoktur. Bu sebepten dolayı, bir kadın her zaman tek bir erkeğe bağlı kalır. Zira doğa onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan bir erkeğe bağlanmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat olgusu kadın için doğal bir durumken, erkek için doğal değildir.
- Schopenhauer

(Cinsel güdüyle kadının seçkin bir erkekle yetindiği ancak erkeğin birçok kadınla olmayı arzuladığı doğal var-oluş nedenseline bağlanabilir. Ancak, kadının evlilik sadakatini doğal bir durum saymak hatalı bir yaklaşım yapar. Her şeyden önce kadının evlilik bağına daha sadık kaldığı kuşkulu bir gerçeklik yapar. Diğer bir mantık bükücü tespitse evliliğin doğal bir olgu olmayışıdır. Evlilik doğal değilken evlilik sadakati doğal oluş nedenine bağlanabilir mi? Bence bağlanamaz. Üstelik insan artık kendi doğal güdüsel var-oluşunu çoktan aşmıştır. Schopenhauer bir de maddi gözlem hatası yapmış. Doğal var-oluşta genel olarak çocukların bakımı ve büyütülmesini dişiler üstlenir. Bu nedenle kadının doğal güdüyle çocuğunu bakıp koruyacağı beklentisiyle erkeğe bağlandığı iddiası da zorlama bir gerçeklik yapıyor. Ayrıca, insan artık sadece doğasındaki üreme dürtüsüyle cinsel sevişme yapmıyor; bunu yaşantısına haz kattığı için bilinçli olarak arzuluyor. Yani kadın da çocuk doğurmayı bir kenara bırakıp birçok erkekle cinsel sevişme arzusu duyar ve bunu yapabilir de. Üstelik kadınların çok kocalı oldukları devirleri de görmezden gelemeyiz.

Evlilikte ve cinsel sevişme ilişkisindeki sadakat kadının ve erkeğin doğal var-oluş meziyeti olmaktan çıkmıştır. Şimdi insanın kendini bilir bilinçle var-olma zamanıdır. Yani, artık aşkı cinsel güdüye ve evlilik sadakatini doğal var-oluş genlerine bağlayarak değerlendirme vakti geçmiştir. Şimdi kendini bilir insan, aşkı da evliliği de kendinden sorumlu bilinciyle yaşar. Bu bizi insan yapan evrimsel var-oluşumuzun en üst düzeyidir.

Schopenhauer hiç kuşkusuz ki çok önemli bir düşünür ve eğitmendir. Ancak... Türkiye'de bizi asıl yanıltan, sözü söyleyen yabancıysa onu mutlak doğru saymaya yatkınlığımızdır. Schopenhauer'un bu sözü kendi gözlem ve kişisel deneyimleri içinde ciddiye alınmalıdır; kendi okumalarımız, bilgi birikimlerimizle ve sorgucu kuşkuyla kendi zaman boyutumuzun algısıyla yorumlayabilmeliyiz.  Muharrem Soyek)

9 Eylül 2018 Pazar

Hak Verilmez Alınır

Doğrudur! Hak ancak kendisini alanın kullanımıyla somutlaşır. Tarihte hakların kanlı ve zor uğraşlar sonunda alındığı gerçeği de kayıtlıdır. Ancak kurumsallaşan ileri demokrasiler yüzünden bu hak alma uğraşısı artık eskisi gibi kanlı ve zorlu olmuyor. Alınacak hak için artık silahlı devrim zoru gerekmiyor. Haklar oy karşılığı hak ediliyor; edilemezse şiddetsiz gösterilerle dayatılıyor. Bence günümüz demokratik dünyasında bu söz, “Hak, almak istemeyene bile hakkınca verilir” deyişine evrilmiştir bile. Her şeye rağmen, demokrasi adına verilmiş olsa da sahiplenilip benimsenmeyen bir hak, alınmış sayılmaz.

Örneğin, kadına seçme ve seçilme hakkını ilk tanımışlardan olmakla böbürleniriz de bu hakkın hâlâ daha istekle ve etkin biçimde alınmış olmayışına pek kafa yormayız. Bu bağlamda “hak verilmez alınır” sözü cuk oturmaktadır aslında. Günümüz demokrasi tıynetinde sözün özü, ‘hak verilmiş olsa bile onu alan yoksa o hak yok hükmünde kalır’ demeye gelir... Şairin, (Attilâ İlhan) “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” demesi gibidir...

Özgürlükçü demokrasiyle bağdaşır olan hakkımızı almaya istekli ve azimli olmak yetmez; o hakkın kullanımını da öğrenmek zorundayız. Verilmiş olsa bile, almaya çekindiğimiz ya da demokratik adalet düzeyinde kullanılabilir koşulları oluşturulmamış yasal bir hakkın, anca kullanımdan düşmüş para kadar değeri olur... Beri yanda yasal güvenceye bağlanmamış bir hakkın kullanımı da demokrasiyi huzursuz eder. Demokrasi, hakların hukukunu belirlemeden insanlık hakkınca işletilemez…

“Hak verilmez, alınır!” demişler demesine de bu sözdeki “verilmez” hükmü, gerçek demokraside uygarlık ayıbı büyük utançtır. Sözün doğrudan geçerliği anca ilkel insanlık ve hayvanlar âlemi içindir. Hayvanlar, doğal olarak haklarını alırlar da hak vermeyi düşünmezler.

Uygarlaşmış insanlık âleminde işler farklı yürür. Gerçekten insan olan, her şeyin hakkını vermeyi ve her şeyden de hakkını almayı aynı değerde erdemden sayar. Bu erdemli davranışa bağlanarak, “Hak verilir, hakkıyla da alınır!” demek bence insanlığın uygarlık tıynetine daha uygun düşüyor. Ayrıca kendiliğinden, yani bir alma zorlamasına tutulmadan verilen hak, vicdanlı olmanın da erdemindendir…
*
Muharrem Soyek



8 Eylül 2018 Cumartesi

Dünya Okuma Günü



Bugünün Dünya Okuma Günü olduğunu öğrenince son zamanlarda ne kadar az kitap okuduğumu fark ettim. Galiba bilgisayar başında ve internet içinde okuma alışkanlığım okuma arzumun egemen gücü olmuş. Oysa eskiden kitabı tez açıp okumak için ne kadar heyecanlanırdım…
Okumak üzerinden bir geçelim bakalım:
***
* Sordular anneye, "Çocuğunu okumaya nasıl teşvik ettin?"
Dedi ki, " Çocuklar bizi duymazlar, duysalar da anlamazlar, anlasalar da tez unuturlar. Onlar büyüklerini taklit etmeyi severler; çünkü tez büyümek isterler." Muharrem Soyek
*Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız; söyleyeyim: ANNEM'dir. Abraham LINCOLN
*"Kitapsız büyütülen çocuk, çorak toprağa benzer." (Çin Atasözü)
* "Niye kitap okumuyorlar?" demek, "Niye piyano çalmıyorlar?" demek gibidir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, ona göre hazırlanmak gerekir. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu da çocuklukta başlayan disiplinli alışkanlık süreciyle oluşur. Reşat Nuri Güntekin
* Ne kadar okuyup öğrensen boşunadır; bildiğine yakışır biçimde yaşamazsan gene cahilsindir. Sad-i Şirazi (Ne kadar bilirsen bil, bildiğinle insana yakışır biçimde yaşamıyorsan cahilsin demektir. Ya da, “Ne kadar okursan oku, okumaktan öğrendiğinle insana yaraşır biçimde yaşamıyorsan cahilsindir.” Muharrem Soyek)
* Okumak ciddi bir iştir. Okumayı sevsek ve okuyacak kitap bulsak bile, eğer neyi okuyacağımızı bilinçli seçimle belirleyemiyor ve okuduğumuzla bilinç yapıcı ilişki kuramıyorsak okumanın ne olduğunu henüz kavramış değilizdir. Muharrem Soyek
* "İlginçtir, insan bir kitabı okuyamaz: ancak yeniden okuyabilir," (Vladimir Vladimiroviç Nabokov 1899 – 1977; ) Rus asıllı ABD'li yazar:
(Kitabın hası asla okunmuş olmaz; ancak yeniden okunmak üzere kapanır. Kitap okumak, haber ve ilan okumaya benzemez. Haberi ve ilanı okursunuz ve okuduğunuz anlam sabitliğinde kalırsınız; hayal ve zihinsel duyumlarınızın kurgusuyla biçimlendirip yeniden okuyamazsınız. Kitap okunurken zihinde ve gönül aynasında kendini yeniden okutan hayaller üretir. Farkı bundandır. Eğer kitabın içinde zihinsel ve duygusal hayallerinizi de okuyor değilseniz kitabı okumuş olmazsınız; sadece öğrenmiş olursunuz. Kitap, yenilenen hayaller, düşünce ve duygularla farklı kavramlar oluşturur. Tabi ki sözü edilen kitap duygusal ve zihinsel mana açımları engin olandır. Böyle bir kitap okunmaz; hep yeniden okunur. Muharrem Soyek)
*"Hiç bir iyi kitap, anlama gayretiyle okuyup bitirilmeden gerçek yüzünü göstermez." (Carlyle)
* Düşüncenin ufkunu genişleten hayal gücünü edebi özlüğüyle yükselten bir kitap insanı kendinden soyutlar; cismen küçültür ve her okunduğunda insanlığa yükselen yeni duygu ve düşünce hâllerine çeker. Konusu ne olursa olsun böylesi bir kitap artık uygarlık mirası olmuştur. M. Soyek
* “Çok fazla okuyan, fakat beynini çok az kullanan insan, düşüncenin tembel alışkanlıkları içinde kalır.” Albert Einstein (Bu sözün öz manası, anladığını değil de okuduğunu düşüncesi sanan bir tembel alışkanlığına yergidir.)
* Gezmeyi hayatın somut gerçekliğiyle tanışmak olarak anlamlandırınca “Okuyan değil, gezen bilir” özdeyişi okumayı küçümsemez; “Okumak yetmez, gezmek de gerek” der. “Hayatı tanımlamak için okumak yetmez, nice yaşantılardan da bilmek gerek” der. Okumaktan fikir yapılır; nice okurlar nice farklı fikirler yaparlar. Okumaktan yapılan fikir yaşamaktan alınan bilgiyi çözümleyici en etkili unsurdur. Yani, okunmuş olanı yaşamla somutlaştıran kişi daha bilgiç olur. Muharrem Soyek
* Samuel Smiles; “Kitaplardan elde edilen tecrübe, ekseriya kıymetli olmakla beraber, sadece bir öğrenmedir; asıl hayattan edinilen tecrübeler ki hikmet mahiyetini taşır.”
Kısa mesaj hızında yaşadığımız dünyada daha fazlası okuma eziyeti yapar; burada keseyim.
Sevgiyle okumada kalın,
Muharrem Soyek

10 Ağustos 2018 Cuma

Aşıyı Red Hakkı

Aşı Olmayı Reddetme Hakkı

Aşı yaptırmayı reddetmek özgürlük hakkı sayılır mı?

Türkiye’de 23 bin ailenin çocuğunu bulaşıcı hastalıklara karşı aşılamayı reddettiği saptanmıştır. 2019 yılının ilk dokuz ayında ise kızamık vakaları önceki yılın aynı dönemine kıyasla 5.2 kat artarak 2 bin 666’ya ulaştı.

Ana babanın çocuk üzerindeki iradesi dokunulmaz mıdır? Aşıyı reddetmek çocuğun anası babasının bileceği iştir demek bence çok temel bir insan hakkının gaspına bahane vermektir. Sağlıklı yaşama hakkı vazgeçilemez bir insan hakkı değil midir? Ayrıca, aşıyı reddetmek sadece çocuğun bireysel varlığını ilgilendiren bir durum değildir. Aşısız insan sayısı arttıkça ciddi bir toplum sağlığı sorunu oluşur. Çünkü, aşı genellikle bulaşıcı hastalıklara karşı öngörülmüş koruyucu bir tedbirdir. Nitekim Avrupa’da aşı reddi modasından dolayı şimdiden ölümlü kızamık vakaları görülmeye başlamış bile.

Aşıyı reddetmek bilmişlik kibridir; ya diplomalı cehalettir ya kör kaderciliktir. Hani haddini bilen diplomasız cahil bu konuda bir fikir yürütemediği için iradesini devletçe yürütülen bilimsel toplum sağlığı politikalarına teslim eder. Bu teslimiyeti kırmak içinse bazı aşılarda koruyucu madde olarak domuz yağı kullanıldığı bilgisi yaymakla dini kaygı yaratılmaktadır. Bir diğer korkutma yalanı olarak da bazı aşıların içerdiği alüminyum katkısının alzheimer, yani ‘anlık hafıza’ hastalığına neden olduğu haberi yayılmaktadır. Oysa alzaymır ile alüminyum fazlalığı arasındaki doğrudan veya dolaylı bağlantıya bilimsel kesinlik kazandırılmış bile değildir. Ola ki bir bağlantı olsa bile aşının içerdiği alüminyum miktarıyla olmadığı kesindir. Olaydı ortalık gencecik alzaymır hastalarından geçilmezdi. Bir çocuğun 1 yaşına gelene kadar yapılan bütün aşılardan aldığı toplam alüminyum miktarı, BİR adet derin deniz balığında (levrekte, barbunda) bulunan alüminyumdan çok daha azdır.

Diyelim ki ben çocuğuma aşı yaptırmayı reddettim. Çocuğum kızamıktan ölürse ben hukuken ne kadar sorumlu olurum? Hukuk sorumsuz bulursa hangi vicdan bu hükmü onaylar?

 “Ben aşı yaptırmam!” demek de bir özgürlüktür elbet; ancak bu özgürlük koşulludur. Aşı yaptırmayan toplumsal ilişkilerini de dondurmalıdır; en azından salgın geçinceye kadar... Hani bulaşıcı olmayan hastalıklarda neyse de bulaşıcı olanlar için koşulsuz özgürlükle aşıyı reddetme hakkı oluşmaz. Bunun hukuki gerekçelerini ve yaptırımlarını belirleme TBMM görevidir. Hele de şu Covid-19 salgını sırasında ivedi bir görev olmuştur.

Ancak, bireysel iradeyi hepten dışlayan yasakçı bir zihniyetle sunulacak yasal çözüm; aşı karşıtlığını gidermez, tersine daha da güçlendirir. İnsan inançla kaderine sarılmışsa işte onu kendi inanç kaynağı dışındaki hiçbir toplumsal varoluş gücü ikna edemez. Gene de inançsal görüdeki inat bile özgür bırakıldığında kendi tarihsel deneyimleriyle evrilerek bilimsel gerçekliğe tutunmaya başlar. Bu yüzden ceza yaptırımlı zorunlu toplumsal aşılamayı uygun bulmam. Sadece, salgın hastalık aşılarını yaptırmayanlara, en azından salgın nedeni giderilinceye kadar bazı toplumsal yaşam kısıtları getirilmelidir.

*
Muharrem Soyek

2 Ağustos 2018 Perşembe

Eko İnsan


Ben insanın doğa ile uyumlu çevreci bilinçle var olmasını sadece yeşil ve temiz bir çevrede yaşama arzumdan dolayı değil; ayrıca, dünyanın yokluğunda bile insan uygarlığının sürdürülebilir yapılmasına yeterli zaman kalması için önemsiyorum. Şöyle ki, her şeyin zaten bir sonu var; ölümün bile… Yani, biz zaten dünyanın kendini yenileyici devinim sistemini sonsuza kadar koruyamayız. Bence böyle bir sonsuzluk, doğanın evrimsel gerçekliğine de aykırı olurdu. Ne var ki, ‘dünya doğasının nasılsa sonu gelecek’ boş vermişliğine kaptırıp doğal varoluş dengesine salacağımız uygarlık kirleri, zorlamalı bir erken bozulma nedeni olabilir. Henüz uzaysal yaşam uygarlığına geçmediğimizden dolayı bu bozulma bizim sonumuzu bile getirebilir. Daha Dünya’nın sonu gelmeden biz kendi sonumuzu getirmiş oluruz. İnsanlığı Dünya yok oluncaya kadar sürdürmek, ancak doğanın varoluş devinimini kollamayı kendine görev sayan küresel insan uygarlığıyla olasıdır. Varlığımızı sürdürsek bile pek mutlu olamayız… Eko-insan bu uygarlığı hem talep eden hem de yaşantısını doğanın varoluş devinimini bozmayacak biçimde düzenlemeye uğraşan insandır.

 Dünya doğasının kendi varoluş evrimi içinde doğal yok oluşundan önce, umarım insan uygarlığı evrende bir yerde var olabilmek için yapay yaşam doğasını üretmeyi başarmış olur. Bir gün gelecek dünyayı terk etmek zorunda kalacağız; işte o gün geldiğinde insan başka dünyalarda, hatta uzay gemilerinde yaşamını sürdürmeye yeterli ortamı yaratabilecek bilgi ve beceriye sahip olarak dünyayı terk edebilmelidir. Eh, bu bilgi ve beceriyi de ister istemez dünya üzerindeki doğadan öğrenerek edinmek zorundayız. Bilgisine ve nimetlerine henüz bağımlı olduğumuz doğayı kendi elimizle yok etmek tam bir budalalık olur. Ancak, sadece ulusal çapta somutlaşan çevre politikaları ulusal çevreyi bile kurtarmaya yetmez. Çünkü dünya doğası bir bütündür ve hiçbir ulusal sınırla parçalanamaz.

 Dünya’nın canlılık doğasını hepten yok edecek kadar doğal varoluşu bozabiliriz de! İnsan neslini umursamadan doğayı sömürüp kirletmeye devam edebiliriz… Seçim bizimdir! Böyle bir olasılıkta hayat bizi umursamadan zamanın sabrına sarılıp farklı doğal ortamlar oluşturmaya devam edecektir. Can çivileyici soru, “Hayatın yeni doğasında insana da bir yer olacak mı?” merakımdan geldi... İnsanı hayatın bir mucizesi sayan aklım, aynı mucizenin ikinci kez oluşacağına inanmadı. Zaten tekrarı olası olan hangi şey mucizeden sayılır ki? Endişem bu yüzden sıkıntı basar geleceğin hayaline. Bu nedenle insan uygarlığı, aklın bilimini kendine yol yapıp da varlık nedeni olan dünya doğasını korumayı, uzak geleceğinin sigortası saymalıdır. “Eko-insan” davranışı bu bilinçle anlam kazanır.

 Yaşadığımız dünya bizim değerlerimizden başka bir şey değildir. İlk yapmamız gereken şey değerlerimizi gözden geçirmek olmalıdır. En büyük ve pahalıyı, en lüks olanı satın alabildiği için insanın özlük değerinde bir artış olmadığını bilincimize dank ettirmeliyiz…

 Deniz Kızılçeç çevirisi; “Marx’ın Ekolojik-İktisat ve Doğa Üzerine Düşünceler” adlı kitabın tanıtım sözcesinden bir alıntı: “Marx’a göre insan, doğadaki güzelliğin yasaları doğrultusunda üretmeyi ve tüketmeyi hedeflemelidir.” Bence, insan uygarlığının onuru olabilmenin en bağlayıcı ipucu budur. Çünkü insanın en yüksek uygarlık ülküsü ancak böyle gerçek olabilir. Çevre koruma ve kollama kavramı insandan bağımsız bir anlam yapmaz. İnsanın her tür varoluş eylemi, doğal çevreyi ya bozucu ya koruyup kollayıcı ya da iyileştirici bir etken oluşturur…

Muharrem Soyek

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Adalet, eşitsizlikte eşit fırsat ve huzur hakkıdır



Yaratılışın doğası eşitsizlik üzerine kuruludur; doğa ne var etme ne var olma fırsatında eşitliği umursar. Fırsat ve hak eşitliği sadece insan uygarlığı ürünüdür. Eşit nesnellikte doğmayan ve yaşayamayan insanlar, mülkiyet üretme ve özgür yaşama hakkı koşullarını sadece adaletin gücüne yaslanarak eşit hak ve fırsatlarla hem seçebilir hem belirleyebilir olurlar. Bu da eşitsizlikten ivmelenen doğal evrimden insanı ayıran üstün bir uygarlık özelliğidir. Adalet doğal evrimin kendini bilmiş bilinç düzeyinin en yüce erdemidir…

*  Adalet zaten eşitlik değildir; eşit olma fırsatına özgürlük vermektir. Öte yanda eşitlik de adalete engel değildir. Adalet herkesi eşit yargılama ilkesini hükmüne temel yapsa da, adaletin görevi hiçbir zaman insanları eşitlemek değildir; görev, adalete erişim yol ve fırsatlarını herkese aynı ölçüde açık tutmaktır. Adalet, güçsüzün savunma hakkını güçlüye eşitleyen toplumsal vicdanın gücüdür. Ancak, güçsüzün hakkını güçlününkine eş tutarken güçlünün yasal haklarından kırpıp güçsüzünkine eklemez.

Muharrem Soyek
***

27 Temmuz 2018 Cuma

Büyülü Dükkân


Uzak hayal diyarlarından birinde, mor tepelerin arasında, istediğin zaman bembeyaz kar örtüsü ile ve bir daha istediğin zaman rengârenk kır çiçekleri ve meyve bahçeleriyle kaplanan bir vadi vardı. Ortasından duru mavi bir ırmağın geçtiği bu vadi, "Büyülü Vadi" olarak anılırdı. Ona bu adı veren vadideki bilge adamın dükkânıydı. Ünü dünyanın dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı "Büyülü Dükkân" idi. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı. Bu bedelin ne olacağı dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, Büyülü Dükkân’da maddi bedellerin hiçbir hükmü yoktu. Bazı müşteriler bir şeye sahip olmak için verilebilecek tek bedelin para olabileceği yanılgısıyla, cepleri ve keseleri altın dolu gelirlerdi. Oysa burada yapılan alım satım pazarlığı günlük yaşamdakilere benzemez ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.

Bilge satıcı, yorgun adamı kapının önüne gelinceye kadar dükkânın küçük penceresinden izledi.  İyice kulak kabarttı. Tahta basamakla çıkılan ve gene tahta döşemeli geniş verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı. Büyülü Dükkân’ın sahibi bilge adam, müşterisi birkaç kez kapı tokmağını vurmadan kapıyı açmamayı ilke edinmişti. Çünkü hemen her gelen o kapının önünde durup bir kez daha düşünmeliydi. Az da olsa kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı; bekledi ve aralıklarla birkaç kez vurulduktan sonra kalkıp kapıyı açtı.

Müşteri:
-Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım.

-İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?

-Bakın, ben altmış altı yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor amma yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadarki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?

-Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz? Oturun şöyle, kapatın gözlerinizi ve hatırlayın.

Adam gözlerini kapatınca hayatının bütün görüntüleri bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar. Acı hatıraların yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, bilge satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi:

-Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum... Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat avucumdan kayıp gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ancak hiçbiri fayda etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken bir gün birisi bana sizden söz etti. Marifetinizi duyar duymaz sanki içimde bir ateş yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen altmış altı yılımı bana geri verin. (Nedense burayı okurken Orta Asyalı sufi Ebu Said Ebu’l Hayr’ın çağrısını duydum: “Ne olursan ol, yine gel!”… “Bin kere pişman olsan da gene kendine gel” demek ister sanki…)

-Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?

-Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım.

-Herhalde bunu çok istiyorsunuz.

-Evet, hem de her şeyimi verecek kadar.

-Peki, benim size vereceğim altmış altı yılın bedelini biliyor musunuz?

-Ne isterseniz?

-Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz.

-Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin.

Bilge satıcı, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun ritmine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin sabırsızlıkla pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek suskunluğun içinden müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı:

-Beyefendi, her ne kadar siz altmış altı yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da ben sizden para etmeyen ve sizi de anlaşılan pek memnun etmeyen bir şey isteyeceğim.

-Ne isterseniz vermeye hazır geldim.

-Böyle bir isteğin gerçekleşmesi için zorunlu bedel olan bilincinizi istiyorum.

-Anlamadım?

-Bilincinizi dedim... Altmış altı yılın yaşantısından elde etmiş olduğunuz bilincinizi istiyorum.

-Ah evet anladım. İlginç bir bedel; fakat daha iyisini elde edebileceğim bir şey. Kabul ediyorum. Tamam, alın bilincimi.

-Emin misiniz?"

-Neden olmayayım? Karşılığında altmış altı yıl daha kazanacağım.

-Bilincinizi içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz.  Altmış altı yılın tek bir anlığını bile yorumlayabilecek bilinciniz kalmayacak. Buraya neden geldiğinizin bile farkında olamaz duruma geçeceksiniz...

-Daha iyi ya! Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişimi unutmak istiyorum.

-O halde, altmış altı yıl sonra burada yeniden pazarlık edebilirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir başkası size yardımcı olacaktır.

-Hayır, hayır! Emin olun ki, şu dakika tüm bilincimi size bırakıp altmış altı yılımı geri alacağım ve bir daha dönmemek üzere bu dükkânı terk edeceğim.  Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiç birini tekrar etmeyeceğim.

-İsterseniz başka sözler vermeyin; çünkü az sonra, bilincine vardığınız tüm hatalarınızı ve doğrularınızı burada bırakıp gideceksiniz. Ne olduğunu artık bilemeyeceğiniz hataları tekrar etmeme sözünüz anlamını yitirecektir. Olmayan hatanın tekrarı olamaz.

Bilge satıcının son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

-Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarımızı bile, öyle mi? Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta!

-Aslında tam da öyle değil amma sonuç bakımından ne yazık ki öyle. Beni ve dükkânı ve kim olduğunuzu elbette hatırlayacaksınız; ancak ne benim ne de bu dükkânın kendinizle anlamlı bir ilişkisini kurup kavrayamayacaksınız. Aynı şey geçmiş yaşamınız için de geçerli olacak elbette. Geçmişinizin özne ve nesnelerini hatırlayabilir olsanız da onların öz benliğinizle olan yorumsal ilişkisini kaybetmiş olacaksınız. Geçmişin yüzünü hatırlarken deneyim bilgisini unutmuş olacaksınız.

Bilge satıcı, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissetmişti. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Adamın aydınlanan bilinciyle parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden fırlayacak bir coşkunun habercisi gibiydi. Bilincin bilincine varılması anıydı bu muhteşem an. Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı:

-Sanırım ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Eğer altmış altı yılın bedeli bu ise, vazgeçiyorum. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının çok beğendiği bir saç tokasını kafasının derisi karşılığında satın almasına benziyor. Çok bilge bir insansınız. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı geri almaya gelmiştim, ancak siz bana bugünden sonraki yaşamımı hediye ettiniz. Size teşekkür ederim.

-Bir şey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşça kalın.

(Dr. Psk. Yeşim Türköz’ün Büyü Dükkânı adlı kitabından bir iki ekleme ve düzeltmeyle alıntıdır)
***
"Masal bu ya!" deyip de geçmeyin. Masalın kendisi hayalden bile gerçek dışı olsa da, masalın içine saklanan bir güzel hayal vardır ki okuyanın ve dinleyenin gerçeği olmak ister.

Bilge adam, müşterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklından benim bir deyişimi geçirmekteydi:

“Bilincinin geçmişi olmayan, ya da geçmişinin bilincinde olmayan, kısacası bilincinin bilincine eremeyen kimse hatalarını ve pişmanlıklarını kaç kez yaşayacağını asla bilemez...”

"Çoğumuz ikinci el insanlar hâline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Kendimizden hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz; durup yeniden ve yeniden tekrar ediyoruz. Biri bize, "Senin düşüncen nedir?" diye sorduğunda şaşırıp kalıyoruz." Diyor, Jiddu Krishnamurti.

Sanki hep zamanın başlangıcında duruyoruz; sanki sürekli olarak bilincimizi yeniden başlama büyüsünün bedeli olarak harcıyoruz. Oysa geleceği ancak bilincimizin geçmiş zaman yorum bilgisiyle hayal edebiliriz. Geleceği geçmişin acı tatlı deneyim bilgisiyle hayal edemeyense kaç kez yeniden başlamış olsa da geçmişin pişmanlığından arınamaz… Geleceği hayal edecek geçmiş bilinci olmayan düşünemez bile. Düşünemeyen insan zaman boyutunda nasıl kusurlarını düzeltebilir ki?

Bilge adamın müşterisinden 66 mutsuz yıla karşılık bilincini istemesi bir maliyet tutarıydı. Zaman, insan bilincini somutlaştıran en etkin maliyettir. Zaman silindiğinde bence bilinç de silinir ki bu yüzden zamanda yolculuk bana hiç heyecan vermiyor. Bilincimizi feda etmeden asla başlangıca dönemeyiz. Geleceğe geçebilsem bile bilincimin beni orada mutlu etmeye yeterli geçmişi olacağından ciddi kuşku duyarım.


Geçmişin bilinci kadar yaşlı, geleceğin hayali kadar gençtir kendini bilmiş bilinçle yaşayan insan…
Muharrem Soyek

26 Temmuz 2018 Perşembe

Ey İnsan!

Beylik sözleri sıralayarak, eğriyi doğru göstermeye çalışan, bir şey bilmezken biliyor görünerek ille de saygı görmek ve onurlanmak isteyen kaba ve boş beyinli bir sürü insan vardır. Bunlar çoğu zaman ağızları köpürerek hep birden konuşarak karşılarındakini sindirmekle kalmazlar, doğru bilginin kaynaklarını da kurutmayı hedef alırlar. O leke sürmeler, bilinci yenileyen bilgiyi çekemeyen cehalet nice nice onurlu güzel insanların yok olmasına yol açmıştır. Her şeye rağmen, değeri ne denli az olursa olsun bir işi yaparken ölüm kalım endişesine kafa tutarak doğruyu eğriyi zaman boyutuyla sorgulayan yiğit insanlardır dünyayı mutlu geleceğine taşıyacak olanlar. Onlar kendini bilmiş bilinçlerdir…

Bilgeliğin yolları taşlı tozlu ve tuzludur. Hatta tabanlarım ne denli kalın olursa olsun, dikenleri batar bu yolların. Fakat beni ulaştırdığı vahalar bütün acılara değer… “Elde edilmesine çaba gösterilmesi gereken şey, “asıl iyi” olanı (yani hayatın tümlük bilgisine iyi geleni) amaç edinerek bilgiye özenli ve ödün vermez bir araştırmayla ulaşmak ve böylelikle bilginin gerçeğiyle donanmış erdemli bir bilinç ile mutlu yaşamaktır” diyen Sokrates, beni duyduysa kesin alkışlıyordur.

Bildiklerimizin ve sanılarımızın gerçekliği ve ipuçlarıyla düşünerek bilmediğimiz şeyleri araştırmalıyız. Bilinmeyen şeyi bulmanın olanaksız olduğuna, evrenin sırlarını çözme gayretinin tanrısal iradeye isyan olduğuna inanmak ve inandırmak evrensel varoluş bilincini taşlamaktır... Ve onlar bilmezler, aslında Tanrı evrensel varoluşun en yüce bilincidir...

Ey insanlar, ey canlarını başlarını para kazanmaya koyanlar! Boynunuzun borcu olan şeyleri ihmal ettiğinizin farkında değil misiniz? Çocuklarınıza bırakacağınız parasal zenginlik huzurlu bir dünya satın almalarına yetecek mi? Buna aldırdığınız yok; kendi kendinizi de yetiştirmeye pek uğraşmış değilsiniz zaten. Okuma yazma, sanat teknikleri, spor, bilgisayar ve matematikte uzman meslek sahibisiniz; aklınızca yüksek bilinçli oldunuz. Siz sadece, çatışmacı rekabetle yükselen tüketim uygarlığının ihtiyaçlarını gözeten meslekli oldunuz…

Ey insan, tüm öğrendiğin sadece mal mülk edinmek için midir? Erdemli ve mutlu yaşam uygarlığının yeni bir düzen ve eğitim sistematiğiyle kurulabileceğini görmüşken neden bu düzen ve eğitim ortamını sağlayacak bilinci oluşturmaya emek vermezsin de mal mülk tapulamayı uygarlık başarısı yaparsın?

Ey insan! Bu kendini bilmezliğe derhal bir son verecek çarelerin bireysel ve toplumsal alt yapılarını düşünmeye başlamalısın. Kendini bilmeye yükselten erdemli yaşamı gözün kesmiyorsa çocuk sahibi bile olma. Kendini bilmiş bilincin sorgusuyla özeleştiri yapamıyorsan bari ölümün dünyaya bir nimet olsun. Canından ne yapacağını bilmeyen canlardan olma. Gelişigüzel yaşayacaksan geleceğin gelişini rahat bırak.

Ve aslında insanlık tarihi, maddenin eytişim (diyalektik) doğallığı içinde basitçe bir var bir yok oluşun bilincidir. İnsanlık bilincinin toplumsal bir oluş olduğu bilgisinin gerçeğiyle bu bilinç bireysel var oluş gerçekliğinde yeniden yapılandırılmalı; bilimin ve teknolojinin kullanımıyla bireylerle paylaşılmalı ve bireysel bilinç ürünlerinin toplumsal varlık boyutunda demokratik hak tanımı çerçevesinde serbest dolaşımıyla maddenin bilinci artık özgürleştirilmeli...
Ben de artık kendi akıl bakışımı bilincimin kendini bilmesine temel yaparken, başka canların varlık bilgilerini de bilincimin özgürlük nedeni yapmalıyım...

Muharrem Soyek

22 Haziran 2018 Cuma

Goril Koko



En azından birer goril Koko olmadan hiçbirimiz insan olarak öldük diyemeyiz… İyi ve güzel eden eğitimle bireysel varlığımızı ve dolayısıyla toplumsallığımızı uygarlaştırmak olasıdır. Goril Koko bunun deneyim kanıtıdır. Buna rağmen şu da bir gerçektir ki, hepimiz birer Goril Koko olsak bile arzulanan insan uygarlığı kurulmuş olmaz. Koko ne denli insancıl davranır olsa da kendini bilen insanın eline su dökemez…

Goril Koko, hayata sahiplik taslayan ezici egemenlik egosunun insan bilincine uygarlık başarısı olarak yedirildiğini fark etmiş değildi. Paranın ezici gücüne yaslanan egemenlik bilincini henüz fark edip de reddetmediği için, Goril Koko deneyimi insan uygarlığı için tam da insanca bir gelişim örneği yapılamaz. Hepimiz Goril Koko kadar insan olsak bile, kendimizi bilip de evrensel insanlığın ne olması gerektiğini kavrayan bilinçle uygarlık yapamadıkça biz asla tam da insan olmuş sayılmayız. Paranın gücünü kutsayan bir uygarlık bilinciyle biz asla bireysel ve toplumsal huzura varan insanca sürdürülebilir bir insanlık yolu açamayız…

Bireyin nefsine uyarlı ‘sahiplik azgınlığını’ dizginleyecek olansa her şeyden önce işlevselliği demokratik kurumlarla denetlenebilir devlet gücüdür. Daha sonraysa, insanın toplumsal var-oluşuna parasal değer biçmeden rağbet edecek estetik ve erdemli yaşam kültürünün çekim etkisidir. İşte burada eğitim ve görenekle yapılandırılan insan bilinci pek önem kazanır.

Koko kimdir? Koko, gorildir. Öyleyse niye “Koko nedir?” diye sormadım? Çünkü, Koko öğrendiği 2000 kadar işaret dili sözcüğünü anlayabiliyordu; ayrıca 1000 kadar işaret dili sözcüğü kullanarak da bizim eğitimli saydığımız milyonlarca insandan daha insancıl bir anlatıyla konuşabilmekteydi. Koko, 4 Temmuz 1971’de San Francisco Hayvanat Bahçesinde doğdu; 20 Haziran 2018’de öldü.

Doğanın sesi adlı videosunda işaret diliyle şunları demişti: “Doğa sizi izliyor. Ben gorilim. Ben çiçeğim, hayvanım. Ben doğayım. Koko insanı seviyor. Koko dünyayı seviyor. Ama insan aptal. Koko üzgün; Koko ağlıyor. Zaman akıyor. Dünyayı düzelt. Dünyaya yardım et. Acele et! Dünyayı, doğayı koru. Doğa sizi görüyor! Teşekkürler.”
*
(Koko bunları öğrendiği ezber bilgilerden mi alıntıladı, yoksa kendi öz-bilincinin görüsünden bir eleştiri mi yapıyordu, bilemem. Sadece, yaşamsal çevreye çoğumuzdan daha duyarlı bir tespit yaptığı kesindir.) 

Koko’nun ölümünü bakıcısı Dr. Patterson bildirdi. “Koko, işaret dili ile duygularını ne kadar karışık olursa olsun anlatabiliyordu. Espriler ve şakalar yapabiliyordu.” Dr. Patterson onun hakkında bir inceleme yazısı yazarak, bu bilgileri aktardı. 

Koko’nun birçok ünlü arkadaşı vardı. Robin Williams ile arkadaştı. Koko, arkadaşı Robin’in ölümünü duyunca hüzünlenip ağlamıştı. Red Hot Chilli Peppers basçısı Flea ile de arkadaştı. Flea, ona basgitar çalmayı öğretmişti.
*
Şu da bir gerçektir ki, Koko hiçbir zaman insanın en vahşi yüzünü ne görmüş ne bilmiş ne de hayal edebilmiştir. Eğer ki insan uygarlığının vahşetini tam kavrayabilmiş olaydı “Koko insanı seviyor!” demeye yüreği yetmezdi. Zannediyorum yaşama sevincini yitirip yemeden içmeden kesilerek ölmek isterdi. Biz, gene de kendi ürettiğimiz vahşet uygarlığı karşısında pes edip de asla güzel umutlarla yaşamaktan vazgeçmeyelim. Vazgeçmeyelim amma hiç olmazsa Koko kadar insan olarak ölemiyorsak, yaşamanın ne anlamı kalmıştır ki? Eğer, Koko kadar insan gibi ölemeyeceksek, ancak insan uygarlığında yaşayıp ölen sevimli bir hayvan kalırız... Aramızda ne çok insan görünümlü pek sevimli hayvanlar olduğunu bir bileydiniz geleceği parayla satın almaktan derhal vazgeçerdiniz…

Goril Koko eğitimle bu denli insan olmaya yaklaşmışsa insanı da kendini bilmiş bilince erdirecek biçimde eğitip, vicdanlı, düşünceli, merhametli ve sevgili bir ruhla insanlaştırmak olasıdır. Ne de olsa hiçbirimiz doğuştan insan değiliz; doğuşta sadece insana benzeriz. Biz ancak bizi kendini bilmiş bilince erdirecek eğitimle büyütülerek insanlaşırız…

İnsanlığı onurlandıracak bir gelecek tasarımı, haddini ve kendini bilmiş insan bilincine danışmayan hiçbir güce bırakılamaz. İnsan uygarlığının onuru, ancak insan bilincini kendini ve haddini bilmeye vardıracak bir eğitime emanet edilebilir… (Bilincin kendini bilmesi bilimselliği; haddini bilmesi ise bilgiyi insana ve evrensel doğaya saygıyla işleyen erdemli bilimselliğidir…)
*
Muharrem Soyek

21 Haziran 2018 Perşembe

KARAKTER

Düşününce anlaşılıyor. Birini karaktersiz ilan etmek için karaktersizliğin herkesi her koşulda bağlayıcı niteliklerinin belirlenmiş olması gerekiyor. “Yalan dolan; ikili oynayan; bencil; çıkarcı…” sıfatları kişiyi mutlak karaktersiz yapmaya yetmez. Ben kendimi veya sevdiğimi korumak için yalan söyleyebilirim; hatta ikili bile oynayabilirim. Belki de bu yaptığım yüksek karakterdir. Hani, iyiyi ve güzeli korumak adına karaktersiz görünmeyi göze alacak kadar karakterli sayılırım…

Bencillik de bir karakter hakkıdır bana göre; ilişkilerimizde hangimiz bencil değiliz ki? Sevilme beklentisi olmadan kaçımız severiz? Çıkarcılık da öyledir. Hepimiz çıkarımızı gözetiriz. Bence, karakterli karakter başkalarının hakkından yemeden, kişinin kendi çıkarını öncelemesidir… Demem o ki, olumsuz davranışları öznenin kendi özelinde irdelemeden, bilincimde yer etmiş kavram genellemesiyle kimseyi karaktersiz sayamam.

Karakter, kişiyi ayırt edici özellikler bütünüdür. Felsefi anlamdaysa sözlük şöyle der: “Bireyin kendi kendine egemen olmasını, kendi kendisiyle uyum içinde bulunmasını, düşünüş ve hareketlerinde tutarlı kalabilmesini sağlayan özellikler bütünü.” Bu tanım bağlamında, sırf yalan söylemesi kişiyi karaktersiz yapmaz; sadece yalancıdır. Ortaya çıkan yalanını dürüstçe kabullenen biri karakterli bile sayılabilir… Herkese mavi boncuk dağıtması, kişinin gönül hoşlama niyetinden bile olabilir. Gizli kapaklı olmayan bir beklentiyle “karakterli” biçimde birine mavi diğerine kara boncuk da sunabilir… Yeter ki kişi kendini inkârda olmasın; bence karakterli sayılır…

Bu durumda “karaktersiz” sözcüğü de kullanımda anlamsız mı kalıyor? Kalmıyor elbette: Karaktersiz, kendi yaşam biçimine dürüstlük bağıyla egemen olamayan kişidir. Bir bakıma kendini bilmez bir kişiliktir. Yani, dolandırıcı sadece dolandırıcıdır. Foyası ortaya çıktığında masum mağduru oynamaya başlamışsa ve yemin billah tövbeye gelip de gene dolandırıcılık yapıyorsa işte o zaman karaktersizin teki olmuştur. Eğer kişi kendini bilmişse, yürüdüğü yolu kendi seçip gene kendi adımlarıyla ilerliyorsa, o kişi kendi var-oluşuyla tutarlı olmasından dolayı yeteri kadar karakterlidir. Kendi var-oluşuyla tutarlı dürüstlükte kalan herkes karakterlidir… Tersi durumsa karaktersizlik nedeni olur. Kanımca, kişi olduğu gerçekliğini inkâra kalkıştığında karaktersizleşmeye başlıyor… Gene de genel bilinçsel kavramlarımızda karaktersiz nitelemesi bu karakter tanımına pek de aldırmadan, daha çok hoşlanmadığımız kişileri aşağılayıcı bir algı yapmaya yöneliktir.

Kişinin niyet ve eylemde tutarlı ve tutarsız karakteristik yaşantısı onun kişilikli ve kişiliksiz oluşuna da az çok denk gelir. Kişiliksiz nitelemesi de kişilik yokluğunu betimlemez; sadece olumsuzlar. Manada olumluluk algısı oluştursa bile şurası bir gerçek ki ne karakterli ne kişilikli olması kişiyi gerçekten iyi biri yapar. İyi niyete bağlı girişilen eylemdeki kayırmasız vicdan ve adalettir, iyi olmanın başat koşulu… İşine gelen duruma ve adamına göre iyi olan kişi en büyük iyilik madalyasını takıyor olsa bile bence hem karaktersiz hem kişiliksiz sayılır… Muharrem Soyek



20 Mayıs 2018 Pazar

Dost Bildiğin


Kalbin kapısına vurunca dostun acısı Çıkmalı candan dışarı bir vicdan sızısı Dost dediğin bir kucak derman sarması



2 Mayıs 2018 Çarşamba

Hayatı Güzel Eden Birkaç İpucu


*Her gün yarım saatlik olsun yürüyüş yap. Yürürken hızlanma; salına salına ve çevrendeki ayrıntıları keşfetme arzusuyla yürü.
*Şöyle bir 10 dakika kadar sessizce oturup çevreni dinle.
*Sabahları kendine "günaydın" diyerek o günü güzel yaşamaya niyet kurduğunu açık et.
*Doğal ortamında yetişmiş, işlenmemiş ve sadelik suyunda pişirilmiş gıdalarla beslenmeyi önemse ve asla doydum diyene kadar yeme.
*Krallar gibi kahvaltı yap; öğlende etli sütlü, akşamdaysa sebze meyve ağırlıklı beslen.
*Yaşam enerjini, geçmişi onurlandırmak ve geleceği kurtarmaktan çok bugünü sevimli ve verimli yapmaya harca.
*Hayat hiçbir zaman herkese adil olmadı; buna rağmen hayat yaşlanmaya değer.
*Yaşam nefret etmekle geçirilecek kadar uzun değil; herkesi her şey için bağışla ve ıslık çalarak hayat yolunda yürümeye devam et.
*Her konuda kendini illa ki haklı çıkarmak gibi bir derdin olmamalı; anlaşamazlıkta anlaşmaya varabilmelisin; o da olmazsa, öğrenmek için dinlemekle yetinebilirsin; daha da olmadı efendice izin isteyip ortamdan ayrılabilirsin.
*Kendini çok da ciddiyetle önemseme; kimse buna değmez.
*Geçmişinden memnun olmasan da onu asla pişmanlıkla hatırlama; geçmiş sadece deneyimden ibarettir; sen geçmişin deneyimiyle bugünü yaşayıp geleceği tasarlamaya bak.
*Kendi yaşamını başkalarınınkiyle ne örnekle ne de kıyasla; onların nereye yolcu olduklarını bilemezsin.
*Eğer büyümüşsen, artık senden başka hiç kimse senin mutlu yaşamandan sorumlu tutulamaz.
*Başına gelen çaresiz kötü şeyleri, altına "Bu da geçer ya Hu!" yazarak çerçeveleyip hatıra duvarına asabilirsin. Zaman acının ilacıdır.
*Ne kadar kötü ya da şahane olursa olsun her durum geçici ve değişkendir.
*Üretici ve de paylaşıcı ol. Yardıma muhtaç olanın elinden tut.
*Kıskançlık zaman kaybıdır; sen zaten kendine gülümseyip bir "günaydın" dediğinde neyin eksik kalıyor ki?
*Uyumadan önce gününü naasıl yaşadığını şöyle bir gözden geçir ve ertesi günü daha güzel hatırlatacak bir hayal kur.
*Unutma ki aşırı övgü senin başkalarının başarısı için daha çok çalışman içindir.

Muharrem Soyek
***

19 Mart 2018 Pazartesi


Stephen Hawking, bu sabah (14 Mart 2018) 76 yaşında öldü. Günümüzün en büyük bilim insanı olarak kabul edilen ünlü fizik profesörü, kara delikler, uzay bilimi ve kuantum fiziği alanındaki çalışmalarıyla ünlendi.

Allah rahmet eylesin; ruhu evren dervişi olsun...

STEPHEN HAWKİNG KİMDİR?

"Stephen William Hawking, 8 Ocak 1942'de Oxford'da doğdu. Biyolog olan babası, annesiyle birlikte Almanya'da bombardımanlardan kaçıp Londra'ya taşınmıştı.

Hawking Londra'da ve St. Albans'da büyüdü. Oxford Üniversitesi'ni birincilikle bitirip Cambridge Üniversitesi'nde kozmoloji (evren bilimi) doktorası yaptı.

Gençliğinde at biniyor, kürek sporuyla ilgileniyordu. Ama Cambridge'teyken motor nöron hastalığı teşhisi kondu ve vücudunun işlevini neredeyse tamamen yitirdi"
*
'İNSANLIĞIN DÜNYAYI TERK ETMESİ LAZIM'

Son olarak geçen yıl yaz mevsiminde Norveç’teki bir festivalde konuşan bilim adamı, “İnsanlığın Dünya'yı terk etmesi gerektiğine inanıyorum” demiş.

"Hawking’e göre uzay programlarında öncü olan ülkeler astronotlarını 2020 yılına kadar yeniden Ay'a göndermeli. İklim değişikliği gibi sorunlardan ancak başka dünyaların keşfiyle kurtulunabilcieceğini belirten İngiliz bilim adamı, önümüzdeki 10 yıl içinde Mars'a gidilmesi, 30 yıl içinde de Ay'a bir uzay üssü kurulması için çağrı yapmıştı."

Hawking sözlerini, "En iyisini umuyorum. Başka çaremiz yok" diyerek sonlandırmıştı.
***
Ben de öyle düşünüyorum. Ancak iklim değişikliği ve yaşam kaynakları sorununa çözüm olur diye değil; o sorunların üstesinden gelebiliriz. Gerekçede aynı düşünmesek bile ben de insanın dünyayı terk etmesinin kendisi için hayırlı olacağı kanısındayım. Ancak bu terk edişte paranın gücüne dayalı çekişmeci uygarlık bilincini de dünyada bırakmalıdır. İçinde ırkçılık, dincilik, milliyetçilik, bencillik, evlilik, zenginlik ve fakirlik olmayan, kısacası sadece insancı olan bir uygarlık tasarımıyla dünyayı terk etmeliyiz...

Yeni bir barışçıl ve işbirlikçi yaşam düzeni temelinde yükselmeyen uygarlık tasarımı yapmadan dünyayı terk etmek cehenneme gönüllü gitmekten farksız olur...

Muharrem Soyek

19 Şubat 2018 Pazartesi

İdam Ceza Değildir

İdam çözüm olaydı darağacı kurulan yerlerde cinayet işlenmezdi... Asla affa girmeyen ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası yeterlidir. İdam cezası, telafisi olmayan bir adalet yanılgısı da olabilir. Ayrıca idam zaten bir ceza bile değildir; cesetlerin özgürlük acısı çektiği görülmüş değildir.

İdam yerine suçluyu yaşadığına kahrettiren hücre hapsi cezanın çilesini çektirmesi bakımından bence daha adildir. Hücre cezasına hem yaş hem de süre koşulu konmalıdır. En az çekeri 10 yıl olmak üzere 60 yaş sınırına kadar hücre hapsi verilebilir. 10 yılı tamamlayan ve 60 yaşını geçenler koğuş düzeni hapsine alınabilirler.

Muharrem Soyek