23 Ocak 2021 Cumartesi

Hayvan Hakları

 

Canın küçüğü büyüğü olmuyor. Ne kadar küçük olsalar da ölene kadar hem yaşam hazlarını hem acılarını tıpkı bizim gibi çekerler. Onlar sadece geleceğin acısını çekmezler. Çünkü ölüm bilinçleri zayıftır; yani öldükten sonra ne kendilerine ne arkada bıraktıklarına olacakları hayal edip de endişe duymazlar. Ölümden sonrasını hayal edip de tasarlayabilen tek canlı şimdilik insandır.


İnsan insanın hem kurdu hem şifasıdır. Şifa olmak için Evrensel İnsan Hakları bilincini oluşturup benimsemeye başlamıştır. Ancak, bu dünyadaki varoluş hakkı sadece insana indirgendiğinde insanın yok oluş nedeni de hazır edilmiş olmaktadır. Çünkü biz her ne kadar doğayı kendi yaşamına uydurabilen harika canlılar olsak da doğa bizim varoluş hakkımızı koşulsuz ve sınırsız karşılayan bir düzenek içre var olamıyor. İnsanın dışındaki doğa diyor ki, “Benden yararlanman için benim varoluş haklarıma saygı duyacaksın. Beni zenginlik ve güç hırsınla sömürmeyeceksin; sadece sürdürülebilir saygın tüketimle kullanacaksın.”


Hayvanlar insanların dış doğasında çok çeşitli ve geniş alan kapsamlı bir varoluş kaynağı oluşturuyor. Onların varlık haklarını belirleyip yasal çerçeveye oturtarak koruma altına almak, gerçekte insan haklarına hizmettir. Hayvan Hakları Yasası geleceğin acısını çeken insana bir umut yolu açarken hayvanların da insan ırkından çektikleri çileyi bir nebze hafifletecektir. Biz, hayvan haklarını gerçekte hayvanlar için değil kendimiz için sayıp kollamak zorundayız. Yoksa; önce hayvanlar, sonra ağaçlar ve çiçeklerin peşinden insan nesli yaşadığına bin pişman veda eder bu dünya cennetine…


Kenarda kendi başına duran taşın ve taşın altında yuvalanan karıncanın var olma hakkına saygı duyuncaya dek kimse uygar olduğunu sanmasın. Çünkü insanın gerçekten uygarca var-oluşu, işte o taşın altındaki canlara kadar eğilen saygısıyla ancak olasıdır…

Muharrem Soyek

16 Ocak 2021 Cumartesi

Lütfi Hoca'nın Yorganı

Lütfi Hoca bankamatikten ilk maaşını çekmişti. Çok sevinçliydi. Sanki canevinde düğün kurulmuş da çiftetelli oynanıyordu. Eve dönüşte kocaman bir pasta aldı. Pastırma da aldı; birden canı pastırmalı kuru fasulye çekmişti. Ayakkabılarına baktı, beğenmedi. Gitti, çoktandır almak istediği marka ayakkabıdan iki çift aldı. Kılığına baktı, beğenmedi; çoktandır heves ettiği markadan spor bir takım çekti üstüne. Nasılsa kredi kartına taksitle. Eh, devlet memuruydu artık; imamlık maaşı garantiydi. Nasılsa ödenirdi. Saatine baktı; daha erkendi, ikindiye çok vardı. Kuyumcuya uğradı; nişanlısı Lütfiye’ye yakut taşlı bir kolye aldı. Altı taksit yaptırdı.

Lütfi, ikindiye kalmadan eve girmişti. Evi de zaten görev yaptığı camiye bitişik imam eviydi. Oğlunu eli kolu dolu gören Latife Hanım; “Hayrola, kazı kazan mı oynadın yoksa? Haramdır oğul, ben istemem” diye çıkışır.

-Yok ana, ne piyangosu? İşim olmaz öyle şeylerle. Sağlam para, maaştan.

-Yaa! Demek maaşını çektin! İyi de senin maaş pul olmuş şimdiden?

-Maaş cepte ana, bunları kredi kartıyla aldım.

-Krediye faiz vericen, bize haram mı yedirecen?

-Yok, yok; öyle değil. Şimdi alıyorsun bir ay sonra ödüyorsun. Para kredisi değil; taksitli satış.

-Benim kafa almaz öyle şeyleri. Ben şu pastayı dolaba koyayım, ablan da gelsin akşam yemeğinden sonra keseriz.

-Az dur hele, bak sana ne aldım.

-Aaa! Bu çok pahalıdır; hani geçende bakıp da pahasına sebep almadık ya! Sen bunu geri ver. Ben daha ucuz bir şey alırım düğünde giymek için.

-Taksitle be ana! 12 taksit. Maaşın onda biri bile değil.

-Sıkışmayız ödenir yani diyorsun; iyi o zaman pek de beğenmiştim zaten.

-Bunu da ablama aldım. Kol saati. Meşhur marka, taklit değil ha!

Lütfi maaşı anasına teslim etti. Nişan hediyelerinin taksit borçlarını kapatırdı. Abla da gelince yatsıdan sonra pasta kesip kahvelerini yudumladılar. Düğünü yemekli yapmaya karar verdiler. Ertesi gün gelinlik beğenmeye çıkacaklardı. Ve ertesi gün şahane bir gelinlik beğendiler. Kredi kartına taksitle tabi…

Lütfi cep telefonunu değiştirdi. Bir de Lütfiye’ye aldı son modelden. Tabi sormuştu hangisinden istediğini. İşte böyle mutlu mesut taksitlenmeyle geçiyordu kış ayları. Hele bir de yaz gelsin düğün etsin değmeyin Lütfi’nin keyfine.

Kış geçti bahar yaza döndü. Bizim Lütfi maaşı alır almaz artık doğruca bankaya gidip kredi kartı asgari ödemesini yatırıyordu. Asgarisi de maşallah maaş kadar olmuştu hani. Annesi de “Oğlum, maaşı ne ediyon? Kötü yolda mı yiyon yoksa?” diye sorunca suratı düşüyordu tabi.

-Canım sıkkın, bir de sen gelme üstüme. Muharrem Bakkal’a da epey borç birikmiş. “Sen de çalışıyorsun ya artık yakında kapatırsınız; Latife Ana’ya selam söyle, canını sıkmasın” deyip bana duyurdu aslında.

-Sana güvendik ya ondan açıldık biraz. Neyse canım rahmetli babandan kalan maaş yetmezse ablan kapatır üstünü.

-Valla bana bel bağlamayın. Yakında gidici miyim neyim, kötü kötü rüyalar görmekteyim.

-Hayırdır oğul. Üç harflilere mi uğradın yoksa. Dur ben seni bir okuyayım!

-Ben de okurum amma ana nefesi başka bir iyi gelir. Oku bakalım!

-Ya Allah, ya şifa! Tüh tüh tüü!

-Yağmur olsa haber verirdi inmeden önce; ta gözümün akına tükürdün be ana!

-Şifadır şifa! Sen şimdi diyesin bakalım ne rüyasıdır bu?

-Şöyle sabaha doğru geliyor. Yukarılardan kendime bakıyorum. Ayaklarım uzuyor da uzuyor. Ne kadar kıvırıp çeksem de yorganın altına sığmıyor. Sonra bir kar bir tipi yorganın dışında ayaklarım donup kaskatı kesiliyor. Babam geliyor elinde testereyle. “Bu ayaklar odun olmuş kesilmeli” diyor.

-Ee! Kesiyo mu yoksa?

-Valla her defasında korkumdan uyanıyorum. Sanki uyanmasam kesecekti; öyle de gerçek gibi hani. Dizlerimi böğrüme yaslamış ayaklarımı yorganın altına çekmiş yatar bulunca kendimi, bir ferahlıyorum ki sorma.

-Rüyanın tersi çıkar derler merak etme.

-Ben de o yüzden meraktayım zaten. Ayaklarıma bir şey mi olacak diye endişedeyim. Hani ayaklarım kesilmiyor ya, tersi çıkarsa fena! Yorganın boyunu uzatsak diyorum. Ayağım dışta kalıp üşüyor besbelli. Belki de ondandır ürkünç rüya görmem.

-Fazla yorganımız var. Ben onları ular dikerim.

-Sen uğraşma ana, ben yorgancıyla anlaştım; boyuma göre yapacak. Elin değdikçe ödersin dedi.

*

İki gün sonra nişanlısıyla buluşacaktı. İlk tanışma günleriymiş; özel takvime not düşülmüş. Cepte para yok; kredi kartı limiti bitik. Ne etmeli? Ablasından bir istemeli bakalım. Bakkal borcundan önce davransa iyi ederdi. Akşam ablasına açıldı. Ablanın kaşları çatıldı.

-Daha geçen hafta verdim sana bir teklik.

-Bin liranın nesi olur ki bu zamanda?

-Bak bu son olsun! De hele, kaç lira?

-Fazla değil bin lira yeter.

-Ne! Sen beni banka mı sandın?

-Beş yüz ver bari, daha azı yetse daha çok ister miyim?

-Al bakalım; bu sondur bilesin.

*

Hep öyle denir. “Bu sondur bilesin!” Sonra bir başka sona fit olunur. İkinci kez boynunu büküp borç istediği arkadaşları da “Bak, bundan başka bende de yok. Zor durumdayım; aman ha geciktirme!” dememişler miydi? Sonra eski sonlardan bir parça geri ödeme gelir ve çok geçmez geri ödemenin hatırına bir son olsun kıyağı daha yapılır. Hani günahını da almayalım: “Maaşı alır almaz ödeyeceğim” dedi ya işte; imam yanılır amma yalan da demez herhâlde!

*

Lütfi Hoca’nın yorganı geldi; tam iki buçuk metre. Lütfi, uzun yorganın altına girip ayaklarını uzata uzata yattı amma babası gene rüyasına geldi: “Bu ayaklar kütük gibi donmuş; kesilmeli” diyordu. Üstelik daha da yaklaşmıştı. Sanki nereden keseceğini görmek için eğilip de bakıyordu artık. Bir sabah çığlıkla doğruldu. Annesi ve ablası da ayaklanmış şaşkın gözlerle kapıda dikili duruyorlardı. “Neyin var oğul?” diye sordu anası. “Rüya! Çok şükür rüya! Babam ayaklarımı kesmeye başladı; acıyla irkildim” diye yanıtladı Lütfi.

Ablası da “Uyarıdır uyarı! Anlayana tabi!” diye homurdanarak odasına çekildi.

Babasının testereyle gelip Lütfi’nin ayaklarını kesmeye başladığı o son rüyanın sabahında icra memurları evdeki yaşamsal öncelik değeri olmayan eşyaları kaldırıp yediemine teslim ettiler. Daha sonra ne oldu? Üç kere ertelenen düğün yüzünden Lütfiye nişanı attı. Abla da düğün dernek yapmadan sade bir nikâhla evlendi gitti. Lütfi’nin cemaati de iyice azaldı. Borç ister diye onun camisine gitmeye çekinir oldular. Ara sıra kahveye uğrardı; hani bir dosta rastlar da laflayıp içini açmaya. Kahveci bir gün iki çay çekip Lütfi’nin karşısına oturdu. 

-Yahu Hoca ne hikmettir anlamadım. Birkaç gündür dikkatimi çekti; siz ne zaman gelseniz kahvehane boşalıyor sanki.

-Demek onlar da öğrenmişler benim yorganın boyunu.

-Onlara ne ki Hoca’m sizin yorganın boyundan?

-Öyle deme! Ya kişi bilecek kendi yorganı ne boyda ya eş dost bilecek kişinin yorganı ne boyda…

-Haa! Anladım desem yalan, anlamadım desem ziyan olur valla! Neyse Hoca’m babamın ruhuna bir hatim indirtmek istiyorum. Hatim bitene kadar çay parası vermezsiniz. İşlemiş çarpıları da sileriz, ödeşir helalleşiriz.

-Parayla okunan Kuran, babanın ruhuna gitmez. Ben sana Türkçe harflerle yazılı olan bir Kuran vereyim sen yavaş yavaş onu okumaya çalış. Çaylarıma da çarpı atmaya devam et. Ayaklarımı epeyce kısalttım; yakında yorganın altına sığacaklar.

-Ne ayaktır Hoca bu yorgan?

-Bak anlatayım. Camiye geleydin şimdiye bilirdin. Her hafta vaaz ediyorum ben bu hikâyeyi

-Dur, ben çayları tazeliyeyim; bunlar ocaktan!

Lütfi Hoca başlar anlatmaya:

*

Ağanın teki, evdeki hiçbir yorganı beğenmez, karısı ile devamlı kavga edermiş. Yüklük kat kat yorgan dolmuştu da odanın ortasında istiflenmeye başlamıştı. Ağanın parası da malı da yeterdi. İlle de şöyle üstüne çekince pamuk buluta gömülmüş gibi mutlu uyuyacağı bir yorgan yaptıracaktı. Kasabadaki yorgancılardan sonra şehirdeki usta yorgancılara sipariş verdi. Hepsi de “Tüy gibi hafif örter, ayı kürkü gibi sıcak tutar; hiç tasa etmeyin ağam!” demişlerdi demesine de bizim ağa gene hiçbirini beğenmedi. Çok sinirlenmişti. Bir oda dolusu yorganı harmanın ortasına taşıtıp ateşe verdi. Ağanın anası yakılan yorganları görünce oğlunu çağırır, oturtup dizinin dibine:

-Bak oğul sen bu yorgan işine kafayı fena taktın. Böyle giderse taktığın kafayı da yiyeceksin.

-Hayalimdeki yorganı özlüyorum ana, uyku tutmuyor başka yorgan altında.

-Benim bir ahretliğim var. Kocası sağlığında yorgancıydı. Sultanlara saraylara yorgan yapardı. Saraydan istenen yorganı aslında kendisi doldurup dikmezdi. Onları benim ahretliğim Şadiye Hanıma doldurtup diktirirdi. Ben gidip onunla bir konuşayım. Gerçi artık yorgan dikmiyor amma benim hatırımı kırmaz.

-Aman anam, ayağının nasırını yiyem! Şöyle pembe bulut gibi bir yorgan yapsın bana.

İki hafta geçti, haber geldi. Yorgan hazırdı. Ağanın anası gitti yorganı alıp döndü. Ağa, anasının kucağındaki yorganı görünce “Bu yorgan sofra bezi kadar; güdüklüğü daha sermeden belli oluyor” demiş.

-Göz yanılır, ölçü doğrultur. Sen şuraya bir uzan bakayım; ben yorganı kendi ellerimle üstüne sereceğim.

Ağa yere uzanmış; anası da yorganı üzerine örtmüş: -Bak ne güzel oldu gördün mü?

-Ana ne dersin? Ayaklarım dışarıda kaldı görmüyon mu?

-Öyle mi? Ben şimdi düzeltirim onu! 

Diyen ana, elindeki bastonu ağa oğlunun ayaklarına vurmaya başlar. Bir yandan da yüksek sesle söylenir:

-Bey de olsan ağa da olsan, maraba da olsan ayağını yorganın boyu kadar, hayalini de usun kadar uzatacaksın...

O günden sonra ağa önce hayalini usunun ufkuna çekti sonra da ayağını anasının yaptırdığı yorganın boyuna göre uzatıp yattı. Ancak bir ara oturup düşününce anasını biraz yanlış anladığını görmüştü. Ağaydı; ayağını dışarıda bırakmayacak bir yorgan yaptırmaya parası vardı. Parası yetmeyen çeksindi ayağını yorganın boyuna. Asıl bilmesi gerekenin, hayalindeki yorganın usunun ufkundan öte gerçeklik yapamayacağı olduğunu anlamıştı.

*

-İşte böyle kahveci Şakir. Şimdi anladın mı ben içeri girince neden boşalır burası? Öğrendiler artık benim yorganın boyunu. Yorgan iyice kısaldı; ayaklarımı ne kadar çeksem dışarıda kalıyor. Bu da geçer ya HU! Geçer elbet; bilirim geçecek, çünkü yorgan uzamaya başladı yavaştan…

(Ayağını yorganına göre uzatıp hayalini usunun ötesine salan Muharrem Soyek)


 

14 Ocak 2021 Perşembe

Dostun Postu

YABANCI olan DOSTLAR... DOSTLUK yapan YABANCILAR...

 Herkes yaşam ortamına ve bireysel varlık özelliklerine uygun bir algıyla farklı dostluk tanımı yapabilir; bu yüzden herkesin dost edinme değerleri de farklı olabilir. Kiminin ölçüsü manevi, kimininse maddi özelliklere ağırlık verir. Kimi de o kadar yalnızdır ki güzel bir söze bile razıdır. Dostlarımızdan beklentilerimizi biliriz ve belli de ederiz. Ancak, bilincindeki dostluk beklentilerine uygun davranıp davranmadığını kaçımız dürüstçe sorgulayıp kendi dostluğunu yargılamıştır ki? Çoğumuz kendisini doğuştan en baba dostun ta kendisi sayar da dostluk ilişkisindeki hayal kırıklığından hep karşı tarafı (dostunu) sorumlu tutmaz mı?

Peki, “Ben nasıl bir dostum?” diye sorsak yanıtını dürüstçe alabilir miyiz? Bu soruyu hem dost bildiklerimizin hem kendimizin dürüstçe yanıtlaması sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü, dostlarımız bizi kaybetme endişesiyle yanıtı tarafsız bir eleştirel akılla düşünüp de dürüstçe vermeye çekinirler. Eh biz de her zaman kendimizden tarafta kalacağımız için soruyu dürüstçe yanıtladığımızdan emin olamayız. Yanıtı ne kendi egomuza ne dostumuzun zarif iltifatına göre değil de candan arzuyla benimsediğimiz dostluk ilkelerine uygunlukla değerlendirmeliyiz. Önce nasıl bir dost istediğimizi saptamalı, sonra kendimizin bu saptamaya uyan bir dost olup olamayacağımıza onurumuz üzerine karar vermeliyiz. Sanırım dostluk ilişkisinde asıl eksik olan da budur. İnsan kendisini dost olarak sunarken dostundan beklentilerinin ne kadarını kendisinin de ona sunabileceğini dürüstçe yanıtlamış olmalıdır. 

Rahatsızlık vermekten çekinen, dost kapısından çevrilmekten korkan, onur denen bir tuhaf olguyu da hesaba katmalıyız. “Dostlukta onursal gurur olmaz, olmamalı” demeyin; oluyor işte. Aslında dostluk onur ve gururun en baskın olduğu insan ilişkilerinden biridir; çünkü karşılıklı üzülme veya kırılma olasılığı olan bir ilişki söz konusudur. Dostum dediğiniz kişi zor durumunuza duyarsız kalırsa yaşayacağınız burukluğun dostluğunuza yansımaması olası mıdır? Biraz da minnetlik korkusu basar insanı. Bu yüzden çoğumuz iyice sıkışmadan dost kapısını çalıp ihtiyacımızı doğrudan istemekte tedirgin kalırız.

***

E-Posta grup arkadaşım Taner Erdem bu konudaki deneyimlerini şöyle anlatmıştı: (2005)

“Bir dostum var, tam 10 yıldır her şeyi paylaşırız ama işin içine para girdi mi asla bana yansıtmaz. Dostum benimle maddi alışverişe girerse sonunda aramızdaki dostluğun nitelik değiştirip yozlaşacağından korktuğunu söylüyor... Ben de ona saygı duyuyorum; ancak onu kaybetmeme neden olabilecek şiddette bir sıkıntıya düşüp düşmediğini fark edebilmek için dolaylı duyumlara da uyanık duruyorum. Böyle bir durum oluştuğunda dostuma yardım elimi uzatmayı kendisi bile engelleyemez.

Dost yardımına gurur yapmaya bir örnek de kendimden vereyim: Askerden geldiğim ve dükkânı yeni açtığım günlerden birinde akşama kadar siftah yapmadım ve cebimde hiç para yoktu. Bir simit bile alamıyordum ve önceki akşam yediğimle duruyordum. Ziyaretime gelen birkaç dostuma hiçbir şey diyemedim. Oysa yemek ısmarlamak dostluğun en temel ve sıradan paylaşımlarından biridir. Ancak aç ve parasız olan kendiniz olunca durum değişebiliyor ve gururunuzu aşamıyorsunuz. İşin ilginç yanı o gün 4 dostuma da isimlerini hatla yazıp hediye etmiştim ve teklif etmelerine rağmen para almamıştım; üstelik de “para alınca hediyenin anlamı olmaz” diyerek bilgiçlik taslamıştım. O gün bana uğrayan dostlarım nasıl bilsinlerdi aç ve parasız olduğumu? Onların yerinde olsaydım ben bilebilir miydim acaba? Bir insanın aç ve parasız olduğu nasıl anlaşılır? Öğrenmek lazım… Dostlarımız için öğrenmek lâzım…

Her şeyimi kaybetmek üzere battığım bir dönemde, geçmişte ciddi yardımlarım dokunmuş olan bir dostumdan ilk kez maddi desteğini rica ettiğimde şöyle demişti bana: “Arkadaşların hepsi arabalarını yeniledi, bir sen bir ben kaldık; kusura bakma! Hem tatile de çıkacağım; para peşinde koşmaktan çok yoruldum.” Neyse Hızır yetişti; daha bir hafta önce tanıştığım ve çok da samimi olmadığım bir insan çıka geldi; halimi hissedip konuşturdu beni ve gidip kendi adına borçlanarak bana yardım etti. Biri yabancılaşan bir dost, biri dostluk sunan bir yabancı…”

***

Dostlar hep yardıma hazırmış gibi sorarlar: “Nasılsın?” Eğer iyiyseniz, sorun yok. Kötüyseniz, 2 seçenek vardır önünüzde: Ya gururun dayanılmaz baskısı altında “iyiyim” diye yalan söylersiniz ya da dostunuzun size yardımcı olacağına inanarak, “sıkıntıdayım” dersiniz. Eğer gönlünde gerçek bir yeriniz varsa, yuvarlak sözlerle geçiştirmeden dostunuz sizin için elinden geleni hemen yapar. Tersi durumda dostunuz kendi durumundan yakınmaya başlar ve uzun süre kendisine ulaşmanızı engeller. Bu aslında sahte dosttan kurtulmaya iyi bir fırsattır. Gene de geriye insanın içini büken bir eziklik kalır; onu da dostun gerçek yüzünü henüz ayaktayken görmüş olmanın tesellisine yatarak giderebiliriz.

Hepimiz can dostlarımız olsun isteriz; peki, kendimiz candan dost olabildik mi? Bilmeliyiz; sadece iyi günün keyfini paylaşan dostlardan mıyız, yoksa kötü gününde dostuna can suyu çeken dostlardan mı?

*Muharrem Soyek 

10 Ocak 2021 Pazar

Enerji Tasarrufu Haftası

 

Enerji Tasarrufu Haftası (Ocak 2. Haftası)

Evrendeki enerji tükenmez, sadece biçim değiştirip madde görünümü alır. Maddeyi enerjiye dönüştürebildiğimiz sürece enerji yoksunluğu çekmeyiz. Öyleyse neden enerji tasarrufu yapalım ki?

Enerjiyi en verimli düzenekle en az düzeyde kullanma gereği enerji kaynaklarının biteceği korkusundan değildir. Kullanılan her tür enerji ya keseye ya doğaya bir bedel ödetir. Elbette ben keseye dokunan kısmıyla ilgilenmiyorum. En çok tüketilen enerji türleri doğanın kendini yenileme ritmini bozucu kalıntılar bırakmaktadır. Bu tür enerjilere genel olarak fosil yakıt denmektedir. Petrol ürünleri, doğalgaz, kömür, tezek ve odun; bunlar fosil yakıtlardan sayılır. Odun ve tezek henüz fosilleşmiş olmasa da yakıldıktan sonra bıraktığı kalıntısal zarar nedeniyle ben onları aynı kefeye koydum. Anız yakmak da hiçbir işe yaramayan boşa ve zararlı bir enerji salımıdır.

Fosil yakıtların en büyük zararı havayı kirletmesidir. Bunun dışında: Küresel ısınmaya yol açar. (Bu da kuraklık ve sel gibi doğal afet nedeni olur) / Oksijenin azalmasına neden olur. / Karbondioksit oranını artırır. / Asit yağmurları oluşturur.

‘Tasarruf etmektense zararlı enerji kullanmayalım’ diyemiyoruz, çünkü henüz karşılığı yok. Tek çare var: Temiz enerji üretimi yeterli oluncaya kadar enerjiyi tutumlu kullanmalıyız. Enerjiyi tutumlu tüketmek hem çevresel hem milli duyarlık gereği yurttaşlık ve insanlık görevidir.

Doğrudan kullanılan enerjiyi tutumlu tüketmenin yollarını bu konuya duyarlı herkes kendince bilir ve bulur. Benim dikkat çekmek istediğim tasarruf biçimi, dolaylı yoldan enerji kullanımını düşürmeye yönelik. Örneğin: Tarımda ve günlük yaşamdaki su tüketimini azaltıcı yöntemler sadece bir su tasarrufu değildir. Suyu sağlamada kullanılan enerji de tasarruf edilmiş olur. Aynı mantıksal görüyle plastik tüketimindeki tasarruf da enerji tüketimini azaltıcı etki yapar. Elektrik enerjisi temiz görünür amma üretim kaynağında kullanılan enerji hepten de temiz değildir. 

Hele ekmek ve gıda israfı… Korkunç! Türkiye İsrafı Önleme Vakfı'nın hazırladığı rapor; bir yılda milli gelirin yüzde 15'inin israf edildiğini ortaya koydu. Enerjide, meyve-sebzede, ekmekte, suda yapılan israfın milli gelirde yarattığı kayıp 555 milyar lirayı buldu. (2019)

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) 2019 verilerine göre Türkiye'de yılda 1.7 milyar ekmek çöpe atılmaktadır. Ekmeğin enerjiyle ne ilişkisi var? Fırınlar enerjiyle çalışır; tarım alanlarını işleyip ürün yetiştirme ve hasatında ve peşinden de pazarlanmasında hep enerji tüketilir; hem de fosil enerji. İsraf edilen her şeyin bir enerji bedeli vardır…

İşin acınası yanıysa, çevreci ve milli duyarlık gereği tasarrufla yaşamayı göze alsak, sudan, güneşten, rüzgârdan ve gel-git dalgaları gibi diğer doğa olaylarından elde edilecek temiz enerji yatırımları için yeterli kaynak bile yaratabiliyoruz. Ancak insan nefsi nedense tasarruftan hoşlanmıyor. Bence, enerji tüketim bedellerine ‘temiz enerji yatırım payı’ adıyla yüzde 10 zam yapmadan yakın zamanda kirli enerjiden kurtulamayız. (Muharrem Soyek)

8 Ocak 2021 Cuma

10 Ocak, Gazeteciler Günü

 Üç tür gazeteci vardır:

1. Gazete yayımlayan kimse.

2. Gazeteye yazı yazmayı, haber toplayıp vermeyi veya gazetenin yazı işlerinde çalışmayı iş edinen kimse.

3. Gazete satan kimse.

Ben ikincisi üstüne kısadan görüş sunacağım amma üçünün de gününü bu fırsat üzere kutlarım.

Gazetecilik zor meslek. Hani zorluğuna oranla kişiye ahım şahım maddi kazanç sağlamaz. Toplumsal yanı ağır basan mesleklerdendir. Başka insanlara güncel bilgi ve bilgi değerlendirmesi sunan güvenilir ve yansız kaynak olmak kolay değildir. Hele de gazetenin sahibi belli bir yaşam biçimini kayıran ve beğenmediklerini de yeren haber yapan gazeteciye rağbet ediyorsa, işler dürüstlük açısından daha da zorlaşır. Bir gazetecinin en değerli ve rağbet ettiği denetim uyarısı okuyucu eleştirisidir. Gene de gazetecilik mesleğini onurlandıran en etkin denetim gazetecinin kendisine olan saygısından kaynaklanır.

Gazeteci kendi vicdanı ve bilinçsel onayıyla haber ve yorum yapmakta özgür bırakılmalıdır. Bu özgürlükten ortaya çıkan ufak tefek ifade kusurları da hoş görüyle karşılanmalı. Ta ki hukuk ve toplumsal görgü geneline açıkça aykırı ifadeye geçilinceye kadar. Buradan ötesi yargının işidir. Gene de ben dilerim ki yargı da gazeteciyi tutuksuz yargılayarak hüküm versin ki hem gazetecinin özgürlüğü yersiz yere kısıtlanmamış ola hem demokrasi onurlana… Çünkü tüm dünya anca dürüst ve ahlaklı gazeteciler sayesinde küçülüp de cennet kıvamına dönüşecektir. Nasıl mı? Dünya insanları doğru haber ve bilgi yorumlarıyla bilinçlenmektedir. Bilgide yanıltılan bilinçse şeytanın tuzağına düşer… Burada bir nefes durup gazete okuyucusunu da uyarasım geldi. Bilincinizi sakın ola hep aynı haber kaynağından beslemeyin… (Muharrem Soyek)

 

1 Ocak 2021 Cuma

Yılbaşı Hindisi

 

Milyonlarca ağaç ve hindi yılbaşı kutlaması için kesilmektedir. Ve milyonlarca hayvan da Kurban Bayramı kutlaması için kesilmektedir. İşin en mantıksız duygusal çarpışması da bu ikilemde kapışmaktadır. Yılbaşı kutlaması yapanların çoğu kurban kesimine, kurban kesenlerin çoğu da yılbaşı kutlamasına karşıdırlar. Gerçi hindiler ve kurbanlıklar doğal değiller; ağaçlar da zaten sanayi tipi özel yetiştirme fidanları; ormandan kesmek yasak. Bu kutlamalar doğaya doğrudan hasar vermiyor amma gene de insanın vicdanını burup canını sıkıyor... Hani bu kadar emek ve kaynak daha insancıl işlere, örneğin açlıktan kırılan insanlara yönlendirilse, bayramlar daha kutlu ve yeni yıllar daha mutlu olmaz mıydı? BM der ki, dünyada her 5-10 saniyede bir çocuk açlıktan ölmektedir… Muharrem Soyek