19 Şubat 2018 Pazartesi

İdam Ceza Değildir

İdam çözüm olaydı darağacı kurulan yerlerde cinayet işlenmezdi... Asla affa girmeyen ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası yeterlidir. İdam cezası, telafisi olmayan bir adalet yanılgısı da olabilir. Ayrıca idam zaten bir ceza bile değildir; cesetlerin özgürlük acısı çektiği görülmüş değildir.

İdam yerine suçluyu yaşadığına kahrettiren hücre hapsi cezanın çilesini çektirmesi bakımından bence daha adildir. Hücre cezasına hem yaş hem de süre koşulu konmalıdır. En az çekeri 10 yıl olmak üzere 60 yaş sınırına kadar hücre hapsi verilebilir. 10 yılı tamamlayan ve 60 yaşını geçenler koğuş düzeni hapsine alınabilirler.

Muharrem Soyek

Ölümün Eli

“Is there any meaning in my life that the inevitable death awaiting me does not destroy?” Tolstoy
(Kimin hayatı ölümün yok edemeyeceği kadar kalıcı bir mana yapabilir ki?)

Kanımca, insanlığın minnettar kaldığı kayıtlı düşünceler ve sanat yapımları ölümün yok edici tırpanlamasına direnebilmektedir. Ölümden sonrasına sadece ruhumuzdan ve düşüncelerimizden yansıtabildiğimiz  manaların kayıtlarını bırakabiliyoruz. Aslında Tolstoy da kendi yaşamından birçok manayı kayda alarak ölümün yok edici tırpanından kurtarmış ve bize kadar ulaştırmıştır. Yani, Tolstoy'un kendi varlığından zamana ilişen anlamı ölümün eli henüz yok edemedi. Tabi ki Tolstoy bu sözü söylediğinde bundan emin olamazdı.

Muharrem Soyek

Dürüstlük Algısı


"Dupduru bakan ve dürüst konuşan herkesi seviyorum" Nietzsche.

Sevgili Nietzsche, duru bakışımı hadi kafa ve gönül gözünle görebildin diyelim; dürüst konuştuğumdan nasıl emin olacaksın? Konuştuğum şey hakkında ne biliyorsan o kadar emin olursun. Şimdi senin tam da bilmediğin konuda konuşuyorsam dürüstlüğümü asla ölçemezsin. Benim dürüstlüğüm senin algında ancak kendi dürüstlüğün kadar belirebilir. Bu yüzden demeliydin ki, "Bilincimin dürüstlük algısı ölçerinden geçecek biçimde konuşan herkesi seviyorum".

İşte tam da burada şeytanın sanatı araya girip sözü öyle büker ki kişinin dürüstlük ölçüsüne cuk oturtur. Ve insan aslında dürüst olmayan, sadece dürüst görünen kişiyi sevmiş olur. Yalancının hüneri dürüst konuştuğunu sandırmaktır; yalancılık, sadece doğru olmayanı konuşmak değildir; yalanı gerçeğin algı süsleriyle gizleme sanatıdır. Yalanlarını görebildiğim sürece, ben yalancılardan nefret etmem; onlar dürüstlüğün değerini artırırlar. Dürüstlerin işi de sadece dürüst olmakla bitmez; yalancının mumunu söndürmek de dürüstlüğün yiğitliğindendir.

Öte yanda sözünün yalan olduğunu saklama çabası olmayan, yani açık yalanla konuşan kişi de bence dürüst konuşuyordur. “Bu elimdeki merhem her derde deva” diyen birisi yalanında dürüsttür. Çünkü bu yalan bilgiye bile danışmadan apaçık sadece düşünerek görülebiliyor. Bu kişi ya sözünün gerçekliğine inanmıştır ya da dürüstçe benim saflığımı kendi nefsinin yararına işletmektedir. Böylesi yalancılardan nefret etmek yerine bilgiyi sorgusuz kabul eden budala saflığıma bozulmayı yeğlerim.

Yalancı, gerçeği bilip de bildiği gerçeği bir başka gerçek sandırma çabasında olandır. Dürüst olmayansa, sözünü bilerek tutmayandır; yani, sözünün dinleyendeki manasıyla  asıl niyetini perdelemiş olandır. Böylesi kimse, konuştuğunun gereğini yerine getirme zamanına kadar dürüst algılanabilir. Yani Nietzsche de aldanıp bu adamı sevmiş olabilir.

Cahil, sözünde dürüsttür; sözün manasında yanlıştır. “Dünya öküzün boynuzunda durur; öküz kafasını sallayınca deprem olur” diyen adam yalancı bile değildir. Sadece bildiğini söyler. Hele ki dürüst olmadığını hiç söyleyemem; nasıl söylerim ki kendisi de öyle olduğuna içten inanmıştır. Nietzsche olsam bu durumdaki insanı sevmemekten utanırdım.

Muharrem Soyek

12 Şubat 2018 Pazartesi

Çürümeyen Ceset


Bazı insanlar var ki kendilerini kafalarının içine kapatıp öylece yaşarlar. Bunlar durağan var oluşu hiçleyen evrensel mekân ve zaman değişkenliğini inkârla kafalarının içine sığışıp neredeyse kaskatı biçimde yaşar giderler. Çürümeyen cesetler gibidirler; ne denli boşa yaşadıklarını kafalarındaki tütsülü dünyadan hiç ayrılmadıkları için anlayamazlar; ancak bunlar hep mutlu ölürler. Böyleleri için değişmek çivili fıçıda ıkınmak kadar korkunçtur ve en büyük düşmanları onları kafalarının dışındaki değişken dünyaya çekmeye çalışanlardır. Bunlar aynı zamanda kendi kafalarının içine sığdırabildikleri dünyanın fanatik fedaileridir; kimi kez inançları uğruna, kimi kez kutsal ideolojileri uğruna ‘şehit’ olmayı göze alırlar da düşünüp taşınıp değişmekten korkarlar. Aslında değişmekten korkmazlar; değişmeyi cahil yiğitliğiyle reddederler. Değişimi kafalarının içine oydukları tapınaklarında kutsanmış kişiliklerini aforoz edecek şeytani bir tuzak sayarlar. Başınızın belaya girmesini istemiyorsanız böyle insanları asla değiştirmeye çabalamayın; daha da tehlikelisi, nazik ve hoşgörülü tavrınızla aralarına katışmak istediğiniz algısı oluşturup onları umutlandırmanızdır.

aynı yolun yolcusu katar katar
aynalı taşlara basan adımlar
farklı olana yanaşmayan onlar
yavaş yavaş ölürler.

-------

Nefes almak değil ki yaşamak
İnanılmaz mutlu edebilir bir an hâlesi
Yavaşça ölmeye bir nefes isyan paresi…

(Dünya Şairi Pablo Neruda’nın  “die slowly” adıyla İngilizce’ye aktarılan şiirinden alıntı)
***
Muharrem Soyek

11 Şubat 2018 Pazar

Geçmiş Geleceğin Anası



Geçmiş geleceğin anası olsa da kendisi olamıyor; bebek doğduğunda göbek bağı kesilir. Gelecek her ne kadar geçmişin sütünü emmiş olsa da sütün helal veya haram oluşundan sorumlu tutulamaz. Gelecek sadece kendi sütünden sorumludur. Ayrıca, her geçmiş de geleceğin minnetle elini öpeceği saygıdeğer anası değildir. Gene de geçmişimin bir tanrı gibi ölümsüz ve değiştirilemez varlığıyla topuklarımdan çekmeye devam edeceğini hissetmekteyim; ancak buna rağmen, geçmişimin geleceğime benden izinsiz hükmetmesine izin vermediğim ölçüde ‘insan olma’ bilincimin gelişeceği de su götürmez bir gerçektir...

Muharrem Soyek

8 Şubat 2018 Perşembe

'Türk' ve 'Türkiye' sıfatıyla adlandırma



Hükümet yanlısı görüşe göre, Afrin Harekatı’na karşı görüş sunan özel kurum ve kuruluş adlarının başındaki Türk ve Türkiye sıfatları kaldırılmalıdır. Bazı meslek odalarının siyasi tavırlarına tepki olsun diye böyle bir düzenlemeye gitmeyi doğru bir davranış saymıyorum. Bir sorun varsa siyasi alınganlıkla değil, bilimsel düşünceyle çözülmelidir. Öte yandan, devlet erkine hizmetle yükümlü olmayan meslek örgütleriyle dernek ve vakıf gibi özel kurum adlarının başındaki "Türk; T.C." sıfatlamasının kaldırılmasını demokrasi adına doğru buluyorum. Çünkü demokraside insana hizmet devlete hizmetten önce gelir. Böyle devlet onaylı sıfatların insandan önce devlet çıkarına bağlandığı kanısındayım.

'Türk' kavramı bizim devlet sözlüğünde T.C.’ye minnetle bağlanmıştır. 'Türk Kızılayı' ve diğer adıyla 'Türkiye Kızılay Derneği' dendiğinde sadece Türklerin oluşturduğu bir dernek anlaşılmaz. Çünkü, T.C. devleti vatandaş olarak sadece Türkleri kimliklendirmez. Türk Kızılayı adından da bilinir olduğu üzere T.C. devletini ve Türk Milletini temsil eder. Bu temsil algısı gereği kendisiyle kurumsal bağı olmayan devlet politikalarını eleştirmez.

'Türkiye' ve 'Türk' sıfatlamasının Bakanlar Kurulu onayındaki saklı gerekçe, bu kurumların T.C. devlet politikalarına aykırı tutum ve davranışta bulunmayacağı beklentisidir. Hukuken açık bir sözleşme olmasa da adlandırmanın devlet adına yürütme erkinin onayından geçiyor olmasını toplumsal bilinç de aynı varsayımla algılar. Durum böyle olunca, adının başında 'Türk veya Türkiye' olan ve doğrudan siyaset yapmayan kurumların devlet politikalarına karşı tavırlarının özellikle de devlet erkini işleten hükümet tarafından hoş karşılanmayışı hoş görülebilir oluyor.

Aslında devletli olma yetkisinin sorumluluğunu üstlenmemiş tüm özel kurum ve kuruluşlar, adlarının başında "Türk" sıfatı varsa kendiliklerinden bunu atmaları gerekir. Bunu yaparlarsa hem T.C. devleti organı gibi görüntü vermez, hem de ırkçılık algısı yapmazlar. Adlandırma başındaki ‘Türk’ ve uluslararası temsiliyet dışındaki “Türkiye” sıfatını kaldırmak bence toplumsal örgütlenmedeki zihniyet tekelleşmesini kırmaya da yardımcı olur. Daha özgür bir toplumsal örgütlenmenin önü açılır.

TTB çıkıp "bizim devletle organik bir bağımız yok; Türk tabiplerini temsil ediyoruz" diyebilir. Ancak, öte yanda ırkçı tutumları azdırmak isteyenler kalkıp da KTB'yi (Kürt Tabipler Birliği'ni) kursa TTB ne diyecek? "KTB Türk tabiplerini temsil etmiyor" dendiği anda ırkçı ayrım başlamış ve "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişindeki tüm millet unsurlarını kapsayıcı üst kimlik de yırtılmış olur.

 Ancak, 'Türkiye' sözcüğü coğrafi bir tanım gereği uluslararası etkinliklerde temsiliyet simgesi olarak adın başına konabilir. Aynı konu üstüne kurulu örgüt ve sivil kurumların uluslararası temsiliyet haklarının vekaleti durumunda "Türkiye ...." biçiminde adlandırılabilir. Bu ad alma hakkı karşılığında kuruluşun tüzüğüne doğrudan bir parti ve devlet politikasını eleştirir siyasi demeç ve etkinlik yapılamayacağı maddesi konmalıdır. Çünkü TBMM dışında hiçbir kurum, kuruluş veya kişi ülke siyasetinin tümünü temsilen konuşamaz.

Devlete hizmet sözü olmayan bireyler, örgütler ve kurumlar devlet politikalarını eleştirebilirler. Bu demokrasiyi ilerletici bir özgürlük hakkıdır. Ancak, bu özgürlük hakkıyla yapılan eleştiri Türk Milleti'nin ya da Türklerin ortak uzlaşı görüşü gibi gösterilemez.

TTB belki de adının başındaki Bakanlar Kurulu onaylı "Türk" sözcüğünden dolayı kendini açık özgürlükle değil de imalı biçimde ifade etmiştir. Açıkça "Afrin'e askeri harekat yapılmasını doğru bulmuyoruz" demeyip lafı yuvarlayıp genellemiştir.

Özetle demiştir ki:

“Biz hekimler uyarıyoruz. Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur.
--- --- ---
Savaşla baş etmenin yolu, adil, demokratik, eşitlikçi, özgür ve barışçıl bir yaşam kurmak ve bunu sürekli kılmaktır.
Savaşa hayır, barış hemen şimdi!”

Ne kadar doğru ve insani değil mi? Ancak, bu çağrı hekimlik felsefesinin gereği bir bilgilendirmeden ileri geçip zamanlama açısından Afrin askeri harekatını kınama niteliğinde sunulmuştur. Terör örgütlerine böyle eleştirel çağrılar yapmada çekinceli kalındığı da hatırlanınca çağrının salt mesleki kaygıyla yapılmış olduğu savunması çok da inandırıcı durmuyor. Ayrıca Afrin harekatı bir saldırı savaşı değil savunma savaşıdır. T.C.'nin kendini savunması, yani Milli varlık savunması da bir halk sağlığı sorunudur...

Her şeye rağmen devlet gücünün bu çağrıya imza verenleri gözaltı yapması bir demokrasi ayıbıdır. Ancak, çağrının tüm Türkiye hekimleri adına yapılmış olduğu izlenimi veren TTB başındaki "Türk" sözcüğüne de ayıp edilmiştir...

Muharrem Soyek

7 Şubat 2018 Çarşamba

Pişman mı keşke mi?


Pişman etmeyen karar, bitirilenin deneyim bilgisiyle yeni bir şeyi başlatmaktır. Pişmanlığın deneyim bilgisiyle yeni bir şey başlatmak da pişmanlığın başarısı sayılır. Bir şeyi başlatan karar anı çoğu kez başka bir şeyden vazgeçiş ister. Bu yüzden her yeni başlangıcın onayı olacak ciddi kararlar her zaman olmuştan biraz vazgeçme cesaretiyle alınabilir.

* “Keşke” demek ile “pişman” olmak ilişkili duyumlar olsa da aynı değillerdir. Pişmanlık düzeltilebilir bir kusura bağlı bir duyumdur. Keşkelikse ikinci kez ele alınıp düzeltilemeyecek durumlara hayıflanmadır. “Bir tek Tanrı “keşke” demeyecek kadar doğrudur” mantığı gereği, "Keşkesiz" yaşıyor olmak insanı tanrılaştırmaz; ancak hepten de keşkesiz yaşamak olası mı bilemedim. Hata ile keşkelik durum aynı şey değil. Hatasız değil kul, bana kalırsa tanrı bile yoktur. "keşke demek" zaten hatanın bilinir olmasından sonra ortaya çıkar. Bir bakıma hatanın deneyimli bilgisini doğrulayıcı bir tespittir. Böyle ele aldığımda "keşke demenin" nedeni olan hata bilgisi çözümlenmişse, "keşke" demek tanrısız tövbe gibidir. Kendini bilmişliğin keşkesi, insanın bilinç aynasında apaçık çıplak görünmesidir.

Muharrem Soyek

6 Şubat 2018 Salı

İstek


"İstemelerimiz bize değil; biz istemelerimize uygulama, sınırlandırma ve yönetmede egemen olmalıyız..." Yusuf Çotuksöken

Kendini bilme yolunda bu çok yerinde bir saptama. Ancak, istemelerimizin yeterlik ölçüsünü bilir olmalıyız. Gene de insanın tüm davranışlarının temelinde sadece istemeleri yatmaz; zorlayıcı ihtiyaç da insan davranışı temelinde yerini alır. Açlık zoruyla hiç sevmediğimiz hatta iğrendiğimiz bir şeyi yiyebiliriz. Çalışmak da istenen bir şey değildir; zorunlu olduğu için yapılır.

İsteklerin sonu gelmez; çünkü bir istek diğer bir isteğin üretim nedeni olur. İstekleri tamamlayıp da mutlu olmak diye bir şey yoktur. Mutluluğu isteklerin sonunu getirmekte sanan nice yaşamlar ölümden önce telef olmuşlardır. Gerçekliği sürdürülebilir mutluluk, elde olanın değerini bilirken yeni istekleri sağlama yolculuğunun azığıdır; yani, isteğin ereğini belirleyen felsefe doğrultusunda ilerletilen emeğin yolluk ödülüdür.

*Bir de şu kalıplaşmış söze bakalım: "Azla yetinmeyi, küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeliyiz." Çok istek mutsuzluk getirir iması var bu sözün içinde. Ancak, küçük şeylerin içinde büyük mutluluk nedenleri bulunabileceği yalın bir doğrudur.

Azla yetinmek doğru bir yaşam felsefesi değildir. Tıpkı çokla mutlu olmayı beklemek gibi hatalıdır. Doğrusu, yeterli olanla yetinirken çoğunu da istemektir; ancak, çoğunu istemedeki amaç mutluluğun seyrini de belirler. Eğer amaç arsızca gösteriş için tüketmek veya cimrice biriktirmekse bencil bir mutlulukla yetinilir. Bencil mutluluk paylaşımsız olacağından kendini çoğaltamaz; kısırdır, coşkusuzdur. Bencil mutluluk, elini öptüren yalnızlığın bahşişidir.

Her şeyden önce temel yaşam ereğine uygun gereksinimlerin yeterlik ölçüsünü bilir olmalıyız. Bu da kişiye göreceli olduğundan insanın kendini bilmesi gereğine koşulludur. Elimizdekine şükürle mutlu olurken kendimize yeteri kadarını isteyip elde etmeye çabalamalıyız. Kendimize yeteri kadarını elde ettikten sonra daha çoğunu da istemeliyiz; ancak, çok olanı bencil nefsimiz için değil de insani fayda üretimi için istemeliyiz. İnsani faydaysa, temel yaşam ereğine yeterli olandan çoğunu tüketimde düşkünlerle paylaşmak; üretimdeyse emeğin ve doğanın hakkına saygılı yatırım yapmakla olasıdır.

 Aslında, varoluşun kendiliğinden sunduğu doğal kaynakları ve insanın doğaya saygılı emeğiyle elde edilmiş yapay güzellikleri paylaşım mutluluğu yeter de artar bile. Böyle yapabilir olsak mutluluğun hep bir sonraki isteğin somut sahipliğinde saklı olduğu yanılsamasıyla bir ömür harcar mıydık? Şimdi herkes bu sorunun yanıtına göre mutluluk istesin...

* "İnsan bir şeyi çok ciddi olarak istemeye görsün; hiçbir şey erişilmeyecek kadar yüksekte değildir." Hans C. Andersen (1805-1875)

[Sadece, bazı şeyler bir ömür yetmeyecek kadar uzak erişimlidir] Muharrem Soyek
***