25 Aralık 2013 Çarşamba

Demokrasinin Yeteneksiz Siyaset Dansı



Dershane meselesinde ve son olarak da Halk Bankası’nda aklanan kara para yolsuzluk iddiaları peşinden tuhaf bir durum çıktı ortaya. Daha öncesinde Fethullah Gülen için “Fetoş, F-tipi, ağlayan şeytan” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanan sosyal çevremden şimdilerde “Sayın Fethullah Gülen ve Hoca Efendi” biçiminde saygıdeğer hitaplar duymaktayım. Bu bilinçsiz bir tutarsızlık mı yoksa çıkarcılığın siyasi çıkını mı?

Bir zamanlar AKP iktidarını ABD istedi dendi. Şimdiyse AKP iktidarını ABD devirsin diye dualar ediliyor. Peki, yerine gelecek olanı da bu durumda ABD iktidara getirmiş olmayacak mı? İşlerin böyle yürümesine demek ki işimize gelende itiraz etmeyeceğiz.

Ergenekon ve bağlantılı benzer davalarda daha iddianame bile açıklanmadan gözaltı ve tutuklamaların sahte delillere dayandırıldığını varsayanlar şimdiki “yolsuzluk” operasyonundan sızan her bilgiyi suça kanıt yapma telaşına girmiş gibiler. Hükümet olan AKP son durumda Ergenekon ve benzeri davalardaki nispeten demokratik duruşunu koruyamadı. “Muhalefet Ergenekon avukatı olursa biz de savcısı oluruz” demişti. Şimdi, muhalefet “kara para yolsuzluğu” davasının avukatı ve savcısı olmaya yeltenmişken iktidar da panikleyip mahkeme hâkimi olmaya kalkışıyor. İkisi de demokrasinin yüz karası oldu. Neyse ki Sayın Bülent Arınç yargının muhakeme sürecine hükümetin hüküm tayin edici bir karışmasının söz konusu olamayacağını açıkladı. Başbakan’dan bir düzeltme demeci çıkmadığına göre, şimdilik Sayın Arınc’ın sözüne güvenle süreci izlemekte bir sakınca görmüyorum.

Kim ne yolsuzluk yapmışsa, kim rüşvetle iş yapmışsa hukuki kanıtlarıyla tespit edilip gereken cezaya çarptırılsın. Kimin itirazı var? Hükümetin mi? Onu da millet seçimde değerlendirsin. Ancak, suçun ve suçlunun mahkeme hukuku içinde belirlenip cezası kesilene dek yargı sürecinin siyasi linç sopası gibi kullanılması demokrasiye hasar verir. Burada yapılması gereken en demokratik davranış yargı sürecindeki kusurları yargı erkine saygı çerçevesinde eleştirmek olmalıdır. Eleştirinin temel amacı da bağımsız yargı kurumuyla demokrasiyi ilerletmek olmalıdır.

Daha düne kadar “ABD’ci, ABD ürünü” diye iktidarı yaftalayanlar ABD devlet yetkilileriyle görüş alışverişi yaptıkları kahvaltılara katılmaktadırlar. Hatta K. Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti sırasında F.G. Cemaati’nin adamlarıyla görüştüğü bilgisi çıkmıştır. Ana muhalefetin ABD büyükelçisiyle görüşmeleri de dikkat çekici. Katılsınlar tabi; fakat önümüzdeki seçimlerde iktidar olurlarsa TC ürünü olsunlar. Bunun için siyasi kimliklerini sadece milletin özgür seçim iradesinin onayına sunmaları yeterlidir.

Cemaat liderinin “Elimde olsa bütün paşaları serbest bırakırdım" demesine sessiz kalındı.  Mehmet Haberal serbest kaldıktan sonra ilk ziyaretini Fatih Üniversitesine yaptı. Şimdi İstanbul'da Cemaat Sarıgül’e destek istiyor.

Sayın Mustafa Balbay serbest bırakıldı. BDP milletvekillerine ret cevabı verildi. Muhalif siyaset Balbay için göstermiş olduğu demokratik çabayı BDP milletvekilleri için de göstermelidir.

Siyaset, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesini onur madalyası olarak boynunda taşımaya devam ettikçe bu böyle sürer gider. Bir zamanlar TC'nin en firavun düşmanı olan F.G. şimdi kurtarıcı destek güç
olarak kabul görebilir.

Her şeye rağmen toplumsal varoluş bilincinin sağduyusu demokratik seçimlerde eğri doğru ortaya çıkabiliyor. Sağduyunun yanılmayacağını umuyorum; yanılsa da demokrasinin ipine sıkıca bağlı kalabilirsek elbet bir başka seçime kendisini düzeltme fırsatı yakalayacaktır. Zamanın sabrı sonsuzdur. Demokratik olgunluğun sabırlı azmiyle çözülmemiş hiçbir sorun kalmaz.

Yolsuzluk veya kara para adli operasyonunu daha iddianame bile hazırlanmış değilken hükümeti linç fırsatı saymak siyasi bir tercih olabilir. Ancak bu bir aydın tavrı olamaz. Ergenekon davasındaki taraflı bakışların önyargılı çıkarımlarını hatırlamalı. Esas olan hükümetin yargısal süreci engelleyici veya durdurucu hukuk dışı bir baskı yapıp yapmadığıdır. Mahkemeyi takip edip göreceğiz. Yolsuzluk suçu işleyeni hükümet korumaya alırsa onu da millet sandıkta değerlendirir. Seçim öncesinde yolsuzlukla suçlanan hükümetin savunma telaşıyla öfke nöbetine tutulup yargıyı rakip siyasetin taşeronu sayması büyük hatadır. Ancak yargının yerine infaza kalkan muhalefet bilmeli ki bu tutumuyla seçmen vicdanında AKP'yi mağdur duruma iteleyerek güçlendirebilir de.

Olayın bir de ekonomik gerçeklik boyutu var tabi ki. İran'dan ithal edilen doğalgaz ve petrol paraları euro cinsinden Halkbank kasasında birikmektedir. Hatta Pakistan bile İran'dan ithal ettiği enerji hammaddesinin parasını Halkbank'a havale etmekteymiş. Ambargodan dolayı bankalar arası para transferinde sıkıntı olduğundan sanırım ki İran'ın da onayladığı bazı güvenilir kimseler kuryeliğiyle İran'ın parası İran'a gitmekteydi. Yani olay ambargoyu delme girişimine yasal çerçeveli siyasi operasyon da olabilir. Bu arada rüşvet ve zimmet gibi yolsuzluk
yapılmış da olabilir tabi ki. Savcılar bu yüzden soruşturma yaparlar;
gerçeği delillendirmek için... Mahkemeler de delilleri değerlendirmek için
kurulurlar. Hâkimler de hukuki değer arz eden delillere istinaden suça ceza keserler. Kesilen cezaya itiraz hakkının da kullanılmasından sonra masumiyet hâli son bulur. Mahkemelik davaları "benim adamım masumdur" veya "bizden değilse suçludur" mantığıyla siyasi çıkar malzemesi yapmak demokrasiyi geriye iter.

Şimdi kalkıp bir diyen çıkar illa ki: “Bir insanın hayatında kaç tane 4-5 yılı var ki seçimden seçime çözüm umuduna bağlasın ömrünü? Adamlar milleti soyarken sen kalkmış, “sandıkta hesabı sorulur” diyorsun. Ben de öpüle öpüle usandım” diyorum. Ayrıca, mahkemenin yansız tutumuyla vereceği adaletli hükmü bekleme tavsiyen hiç de güven vermiyor. Halkın parasını siyaset maskeli hırsız ve rüşvetçilere kaptırmak en kayda değer demokratik ayıbımız olmuşken sandığın adalet bekleyen sabır taşı da çatlar elbette”

Sözü burada kesip bırakmak düşüncemi ifade yeteneksizliğim olacağından, konuyu özüne bağlayan iki çift lâf etmem gerekiyor:

Tabi ki demokrasi insan ömrünü ihya etmeyi amaçlıyorsa bir anlam ifade eder. Ancak, demokrasi bir insanın ömrüne sığıştırılacak özel bir mutluluk hâli de değildir. Geleceği de kapsayan bir insanlık ilerlemesidir. Zaten bu yüzden “ileri demokrasi” kavramı günümüz demokrasi bilincinde ilkesel bir anlam ifade eder olmuştur. Demokrasiyi ilerletmek insan uygarlığının bence en yüce ülküsüdür; ta ki yerine başka bir yönetişim sistematiği tasarlayana kadar.

“Öpüle öpüle usandım” demendeki sitem demokrasinin en temel yapı sistematiği olan seçim hukukuna ve demokratik adaleti sağlayan yargıya güvensizlikse, çaren seçim sandığını kırmak ve yargıyı yok saymak mıdır?  Bence çare, demokrasinin kusurlarını gidermeyi amaçlayan toplumsal çabanın örgütlü işbirliğine demokratik ilkelerle emek katmaktır. İşte bu uğurda insan ömürleri heba olmaktan gurur duyabilmektedir.

İktidar olsun muhalefet olsun, ben siyasetin yargıdaki konuyu mahkeme hükmünü beklemeden oy avcılığına cephane yapmasına karşıyım. Sense peşinen suçluyu damgalayıp paketlemişsin bile. “Her şeyi bilen adam” bile bence senin kadar peşin hükümle konuşmaz. Demokratik sağduyum yargıya saygımı yitirmeden yargısal kusurları hukuk bilgisiyle eleştirebileceğimi söylerken, haddini bilen aydın ahlâkım buna hem bilgimin hem hukuksal çözümleme becerimin yeterli olmadığını fısıldıyor. Ben sadece, mahkemelik bir olaydan yola çıkarak demokrasinin yargı, yürütme ve yasama kurumlarını alaşağı etme siyasetinin demokrasiye bir ilerleme katacağı kanısında olmadığımdan eminim.

Muharrem Soyek

16 Aralık 2013 Pazartesi

BALIK ve PLASTİK



Denize atılan plastikten soframızdaki deniz ürünlerine toksik maddeler bulaşmaktadır.

Yediğimiz deniz, göl ve akarsu ürünlerinden tehlikeli toksik maddeler aldığımız artık bilimsel bir gerçek olmuştur. Cıva ve kurşun bu toksik maddelerin oldukça tehlikeli olanlarından sadece ikisidir. Sular ve su canlıları da tıpkı toprak ve hava gibi insan medeniyetinin atıklarıyla sağlık bozucu toksin  taşıyıcılarına dönüşmektedir. Özellikle denizler insan uygarlığının toksik atıklarını boşalttığı ortak lâğım çukurlarıdır.

Son bilimsel çalışmalar (Nature Scientific Reports raporu) göstermiştir ki, balıklar beslenirken mideye indirdikleri plastik atıklarından kimyasal toksinler almaktadırlar. Sıkça tüketilen kılıç ve ton gibi büyük yağlı balıklarda kimyasal toksinlerin giderek daha fazla birikmesinin nedeni bu balıkların beslenme zincirinin büyük halkalarından oluşlarıdır. Yani, toksik ortamdan doğrudan etkilenmenin yanında zaten hazırda toksinlenmiş küçük balıkları da yiyor olmalarındandır.

Plastik atıklarının beslenme zincirindeki toksinleştirme etkisini değerlendirebilmek için California Üniversitesi’nde araştırmacı bilim insanı Rochman ve ekibi bir deney yaparlar. Deneyin kobayı küçük bir tatlı su balığı olan medaka, (Japon pirinç balığı) seçilir. Üç grup medaka ayrı diyete tabi tutulur. İlk grup normal organik balık yemleriyle beslenir. İkinci grubun diyetine yüzde on kirlenmemiş (kullanılmamış) plastik katılır. Üçüncü grubun diyetineyse aylarca San Diego Körfezi’nde kalmış plastik atıklarından yüzde on katılır.

Yemlerine denizden alınan plastik atıkları eklenmiş balıkların daha fazla toksik kimyasallar depoladığı görülmüştür. Bu balıklarda tümör oluşumu ve karaciğer bozukluğu kayda değer bir artış göstermiştir. Bundan anlaşılacağı üzere plastik, denizde zaten var olan toksik maddeleri bir sünger gibi bünyesine almaktadır.

Plastik balığın mide asitleriyle ayrışıyor ve plastiğin yapısal kimyevi içeriğiyle birlikte denizden emdiği kimyasallar balığın hücrelerinde birikiyor. Yediğimiz balıkların denizde kendiliğinden beslenmeleri sırasında kesin biçimde yüzde on plastik atığını midelerine indirip indirmediklerini bilemesek de, bu insan sağlığını tehdit eden bir sorundur. Ne de olsa balık bilerek veya bilmeyerek denizdeki plastik atıklarını yutmaktadır ve insan da bu balıkları yemektedir.

İnsan atığı uzmanı Edward Humes 40 büyük kargo uçağı dolusu plastiğin her yıl denizlere boca edildiğini söylemektedir. Her ne kadar ABD resmi sağlık kurumları balıkların insan sağlığını tehdit edecek kadar toksik olmadıklarını söylüyor olsa da araştırmacı Rochman balık toksilojisindeki bilgilenmesinden sonra haftada iki kezden fazla balık yemediğini, hatta kılıç balığını asla yemediğini söylemektedir.

kaynak bilgi:
Eliza Barclay, December 13, 2013

http://www.npr.org/blogs/thesalt/2013/12/12/250438904/how-plastic-in-the-ocean-is-contaminating-your-seafood?ft=3&f=1007

***
Kanımca, çevresi büyük şehirlerle sarılı suların dip balıklarını ve kıyılara yakın yerlerde üreyip büyüyen balıklarla beslenen büyük balıkları yemekten kaçınmalıdır. Bence Karadeniz, Marmara ve kısmen de Ege’nin balıkları sürekli bir toksin tahliline tutulmalıdır. İthal balıklar istisnasız toksin ölçümüne alınmalıdır.

Aslında sorun sadece plastik değildir. Yanık yağlar, petrol ve petrol ürünleri, vernik ve boyalar, yalıtım ve elektrik tesisat malzemeleri, piller, aküler, araba lastikleri, mürekkepler, karbonsuz kopya kâğıtları, elektrik anahtarları, ampul balastları, yapıştırıcılar, deterjanlar, ilaçlar, radyasyon sızıntıları, cıvalı, kurşunlu, bakırlı malzeme atıkları eninde sonunda denizlere karışmaktadır. Bu insan atıklarını gömmek veya yakmak sorunu çözmüyor. Eninde sonunda sulara ve oradan da insana bulaşacaktır.

Petrol ve kömür gibi atıkların toksinlerinden arınmak için bu kaynakların tükenmesini beklemekten başka çaremiz yok gibi. Ne yazık ki insan uygarlığı enerji talebini paranın alım gücüne uygun olan kaynaktan karşılamayı kendine kader yapmıştır.

Doğal yaşamı besleyen organik çözünüm ve dönüşüm ekolojisini toksinleştiren atıkları yeni üretime ham madde yapmak üzere tümüyle geri toplamak teknik olarak uygulanabilir olmasa da, atıklardan yeni ürünler yapmayı amaçlayan geri dönüştürme tasarımlarını geliştirmek şimdilik en etkin ve uygulanabilir çözümdür. Bunun yanında, başta plastik olmak üzere organik olmayan sentetik maddelerin tüketimini azaltıcı devlet politikaları geliştirilmelidir. Nükleer atık toksinlerinden kurtulmaksa sadece nükleer enerji santrallerini kapatmakla olasıdır. Gelecek insan neslinin, yani çocuklarımızın, daha sağlıklı beslenebilmesi için “Yeşil siyaset” demokratik toplum bilincinin gözde iktidarı olabilmelidir.

İnsan uygarlığının tüketim atığı olan maddelerin ekolojik hayat halkalarını toksinleyen etkisini engellemek bireysel umursamaya bırakılamayacak kadar tehditkârdır. Çünkü insan henüz ekolojik var oluşun doğasından bağımsız yaşayabilir değildir.

Muharrem Soyek