16 Kasım 2019 Cumartesi

Anlatamıyorum

How to Tell?

Would you hear my voice, if I cry
In my verses;
Could you touch my tears
With your fingers?

Never knew songs could be so beautiful
And words so feeble to make the heart feel
Before I have fallen into this misery.

I know there's a place
Where you can say all you wish
So close I am, almost to be seen
But I have no word to mention the reflection...

Orhan Veli Kanık (Translated from Turkish by Muharrem Soyek)
*
Anlatamıyorum

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum. (Orhan Veli Kanık)
*


29 Eylül 2019 Pazar

Millet Bölünürse Ufalanır Yok Olur

* “Veren el alan elden üstündür” derler. Ancak, eli açıklıkta dengeyi kaçıran eller çok zaman boş ceplerde avare dolaşmak zorunda kalabilirler. Bence de titremeden veren ellerle paylaşmak biriktirmekten hayırlıdır. Gene de hep hatırlamalıyız; temel ihtiyaçları karşılamadaki olası yoksunluk sıkıntısının onur kırıcı karşılanışlarını def edecek birikimi yapma niyetiyle tutumlu olmak asla cimrilikten değil, aklın sağduyulu öngörüsündendir. Belki de en doğrusu “Paylaşan el sakınan elden üstündür” demek gerekiyor.

TDK sözlüğünde “bölüşmek”, “paylaşmak, üleşmek” olarak; “paylaşmak” da “bölüşmek” diye tarif ediliyor.

Bölüşmek, paylaşmak kadar iyi bir şey değildir. Çünkü bölüşmek ayrışım ve sınır çekmeyi de getirir. Bence en bereketli olanı parça mülkiyeti vermeden bütünü kullanımda adil paylaşımdır. İhtiyaç durumunu ve bütünün varlık nedenseli olan emek değerini ölçü almak paylaşım hakkı adaletinin ana ilkesi yapılmalıdır. Paylaşım anlayışı, gereğinde payların da paylaşılması ilkesini benimser olmalıdır.

“Bölünürsek yok oluruz/ Bölüşürsek tok oluruz” Yunus Emre

Paylaşmak yerine bölüşmek demiş olsa da tam benim anladığımdır. Yunus Emre’nin “bölünmek” ile uyak tutturmak için “bölüşmek” sözcüğünü yeğlediğini düşünüyorum; buradaki anlamı paylaşmaktır bence. Evet, bölüşmeyi paylaşım olarak algılayınca mana cuk oturuyor. Birleşik emek gücüyle elde edilen nimetleri paylaşmaktan söz ediyor.

Ancak, bugünkü gözlemlerime uyarlı olarak halk içindeki olası algı kaymasına dikkat çekmek isterim. Hayatın nesnel gerçekliğinde insanlar bölüşmeyi hukuk gereği bir hak görüyorlar. Mirasçıların mal bölüşümü gibi. Örneğin; babadan kalan mirasla bir konak bölüşüldüğünde oda oda sahiplenilir ve herkes kendi bölümünde konaklar; gene herkes sadece kendi bölümünün bakımından sorumlu olur. Bence bölüşülmüş konak daha erken yıkılır. Bahçe bile parsellenir de herkes kendi ağacının gölgesinde oturmayı yeğler.

Eğer bölüşmeyip de paylaşmış olsalardı, mirasçılar ve hatta onların akrabaları rahatsız etmeyen her hâlleriyle o konağın her bölümünden faydalanabilir olurlardı. Mutfak, sofa ve bahçe nöbetleşe değil de birlikte kullanımda kalır; hatta misafirler ortak külfetle ağırlanırdı. Her bölüme ayrı bir mutfak ve hatta banyo tuvalet yapmaya gerek kalmazdı. Bakımı da doğal olarak emek ve para paylaşımıyla daha bütünsel yapılacağından konağın ömrü artar. Paylaşmak bölüşmekten iyidir…

Paylaşım, bana ortaklaşa bir yaşam biçimini çağrıştırırken, bölüşümse özel mülkiyet sınırlarıyla bölümlü bir yaşam biçimini çağrıştırıyor. Tabi ki ben meseleye sofradaki ekmeğin bölüşümünden öteye geçen bir algıyla yaklaştığımdan öyle görüyor olabilirim. Hani ekmeği bölerken çok da kime ne kadar gittiğine özenmeyiz ya! Eh, bölüşmek de sadece ekmek için kullanılır bir sözcük değil hani.

Aradaki mana inceliğini kavramaya yardımcı güzel bir örnek buldum:

“İçtikleri su ayrı gitmez, her derdini onunla paylaşırdı.” H. Topuz.

Şimdi burada, “paylaşırdı” yerine “bölüşürdü” sözcüğünü koyup okuyunca manada duygusal bir eksilme seziyorum. Dertler, acılar, sevinçler gibi soyut gerçekliklerin bölüşülmesi çok da olası görünmüyor; çünkü gönül doyumunun kantarı herkesin kendine özel duyumuyla ölçülür. Kişi, dostunun derdini ve sevincini tam olarak, hatta daha da ileri giderek fazlasıyla bile paylaşabilir; gönlünün çekeri kadar. Fakat hiçbir şey tam birimiyle bölüştürülemez. Paylaşımsa nesnel bir gerçeklik arz ettiği kadar, ölçeksiz bir duygusal birlik hissi de veriyor. Bölüşüm sözcüğü bende duygusal tokluk hissi uyandırmakta yetersiz kalıyor.

Yukarıdaki zihniyetimle bakınca diyorum ki; vatan miras malı değildir milletin yuvasıdır; bölüşülmez, sadece paylaşılır. Vatanın nimetleri de bölüşüldükçe küçülür, paylaşıldıkça çoğalır. Millet, bölüşürse ufalanır yok olur; millet, paylaşırsa dirileşir tok olur. Muharrem Soyek
***

27 Eylül 2019 Cuma

İhtiyar Taşçı

“Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kaya yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır, ‘keşke güneş olsaydım’ diye…
‘Ol’ der Tanrı, güneş oluverir ihtiyar taşçı. Fakat bir bulut gelir önüne, hükmü kalmaz güneşin. Bulut olmak ister bu kez… ‘Ol’ der Tanrı ve bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister; ona da ‘Ol’ der Tanrı ve rüzgâr olur bizim taşçı. Rüzgâr olup her yere egemen olur, fırtına olur kasırga olur; her şey rüzgârın karşısında eğilir. Tam keyfi gelmişken koca bir kayaya çatar. Bir o yönden bir bu yönden eser çarpar da ‘bana mısın’ demez kaya!

Kaya en güçlü olandı; ihtiyar taşçı bu kez kaya olmayı diler. Tanrı kaya olmasına da izin verir. Tüm heybeti ve gücüyle tam dünyalara diklenecekken sırtında bir acıyla içi sızlar kayanın... İhtiyar bir taşçı kayayı yontmaktadır…” NIETZSCHE
*
İhtiyar taşçı için bundan sonrası, Tanrı’nın yerine geçmeyi dilemek kalmıştı. Ancak Tanrı bu dileği yerine getirecek kadar zalim değildi. Tanrı olmak, hayatın tüm acılarını yüklenmekti. Geriye kalan en iyi seçenek gene ihtiyar taşçı olmayı dilemekti. Artık taştan çıkarılan nimete şükürle huzur zamanıydı… Ne olsa da huzur vermez her neyse olan kendimizden başka... * M. Soyek


1 Eylül 2019 Pazar

Taştaki Mana

* Yaşadığım hayatın tanrısal bir sınav olduğu kanısında değilim. Çünkü Tanrı bu denli adaletsiz olamaz. Neden sınavın soruları ve giriş çıkış koşulları bir değil? Bilincimi sorgularken vardığım bir hayat olgusu: Tanrı bizi sınamıyor. O, bize yüklediği aklın düşünebilir olmasını sağladıktan sonra, ‘insan olun ve hayata insanlıktan bir hediye bırakıncaya kadar cennet size haramdır’ diyerek veda etmiştir. Bence, tuzu kuru insanlar adaletsiz uygarlıklarını kutsamak için ‘Dünya Tanrı'nın sınav yeridir!’ mavalıyla mağdurlarını sindirme ve avutma hinliği yapmaktadırlar.

Tanrı varlığını kabul ettiğimde Tanrı'nın kıyamete kadar bizi yalnız bıraktığına birçok belirti de görünür oluyor. En azından artık bir peygamber göndermeyeceğini beyan etmiştir. Ayrıca, Tanrı'nın bize çeki düzen verme gayreti bu zamandan sonra kendi yaratım sanatıyla çelişir olmuştur. Çünkü insan artık bilincinin bilincine ermiştir; yani kaderini kendi aklıyla seçebilir ve yapabilir duruma yükselmiştir. Eğer bu durum Tanrı’nın arzusu değilse şimdiye dek bizi çoktan tepelemiş olmalıydı. Ulaştığımız bilinçsel boyutu Tanrı arzusu sayınca, Tanrı’nın artık ölüme kadar bize veda edip geri çekilmesi de insanı yaratma amacına uygun düşmektedir.

Hani derler ya, “Sen yeter ki dua ile iste, tüm evren yanında olacaktır.” Bu da vanası boşalmış iyimserlik gazı gibi gelir bana. En güçlü duayla iyi bir değişim istesem de evrensel ya da bazılarının tanrısal saydığı güçlerin beni desteklemeyi umursayacağı kanısında hiç değilim. Evrensel ya da tanrısal hayat bizi iplemeden kendi yazgısını dokumaya bakar… Asıl olan, duanın içerdiği niyete uygun tasarım emeğidir.

Bir gerçeğim var ki ne yapsam inkâr edemedim: Kendimdeki değişimin ve kendimi değiştirmenin bilincinde olmadan insan olamayacağım. Tabi ki hayat benim kendimi bilmezliğime rağmen değişecektir; ancak, kendimi insanlık hayatına bilinçli bir hediye gibi değiştirinceye kadar, bana rağmen değişen hayata yabancı kalışım ruhumun cehennem azabı olacaktır.

Kendimi değiştirmede zorlandığım sorun, insanlık yolunda taş yanına taş koymak değil elbette; bilmek gerek; hangi taş nereye konacak. Öyle ki, hiçbir taş insanlığı yüceltecek adımlara dolaşmasın. Bunun için de esas olan değişimden önce insanın kendini bilir olmasıdır. Çünkü “taştaki mana” insanın kendi yüküdür… Sadece kendini bilmiş insan, Tanrı’nın (yani değişimsel yaradılışın) insanlık yükünü taşıyabilir.

Değişimsel yaradılışın çeşitlilikte sonu belirsizdir. İnsan bilincinin bu değişimsel yaradılış doğasına karşılık tasarladığı uygarlıksa daha çok mülkiyette üst sınır tanımayan tutucu kalıcılığa iltifat ediyor. Şimdiki insan bilincinin çözmesi gereken uygarlık sorunu da gene kendi mülkiyet tıynetinden kaynaklıdır. İşte bu kendinden değişimli doğal yaradılışa yıpratıcı ve yok edici mülkiyet uygarlığı sorununu anca kendini bilmiş bilinçlerin örgütlü iş birliği giderebilir. Muharrem Soyek
***

8 Ağustos 2019 Perşembe

Denemeli Anılar

TÜM ONLİNE KİTAP SİTELERİNDE...

Daha önce az sayıda Papillon yayınlarından çıkmıştı. Bu güncellenmiş baskıdır. Türkçe kusurları düzeltilmiş, geveze uzatımlar kısaltılmıştır. Daha derli toplu ve anlaşılır olduğu kanısındayım. Gene de derim ki, “Bütün yazarlar kusurludur.”

Yaşanmış olsa da hiçbir gerçek bire bir yansımasıyla anlatılamıyor. Hiçbir gerçeklik anlatımı gerçeğin oluş anlığı kadar gerçek değildir. Gene de herkesin kendi yaşantısını ve hayallerini, başka yaşam biçimleriyle ilişkili gözlem ve deneyimlerini paylaşmasının en gerçekçi ve kalıcı yolu sözün kayıtlı paylaşımdır.

Bir gün birilerinin bizden bir anlatıma, görsele veya dinletiye dalarak kendini bilme ve yenileme olasılığına fırsat vermeyi çok görmeyelim… İnsan ancak insanları tanıdıkça kendini bilebilir…
***


27 Temmuz 2019 Cumartesi

Ölüm Hayatın Ruhudur

Çok düşününce ve yeteri kadar da yaşlanınca insan ölüm korkusunu yenebilir belki; gene de kimse ölümün soğuk ellerinden öpmeye can atmaz. Öldükten sonra dirileceğine ya da cennette dünya nefsiyle yaşamaya devam edeceğine tam imanla inanmışların dışında herkes ölümün soğuk nefesinden irkilir.Sadece ölümden sonra daha mutlu yaşayacağına inanmış metafizik kaçkını insanlar ölümü arzuyla çağırırlar. Onlar ölümü bir başka hayata açılan perde sanırlar; oysa perdenin ardına geçmiş hiç kimse şimdiye kadar perdeyi aralayıp da bu tarafa bir el etmiş bile değildir…

Ben ölüm korkumu epeyce hırpaladım; birkaç işim kaldı onları da tamam edeyim ölüm ne zaman gelirse gelsin demelerdeyim. Var-oluş nedenim benden kaynaklı olmadığı için ölüm nedenime kahretmeyi adil bulmuyorum. Doğmak için emek harcamadım; ölmek içinse asla harcamam... Sadece kabullenirim.

Aslında bilirim; ölüm hayatın ruhudur. O olmazsa hiçbir can dirilemez. Yani, ben ölmezsem ölümlüler beni Tanrı yaparlar ki bu da başıma sarabileceğim en büyük beladır. Herkes ölmezse daha bile beteri olur. O kadar tanrının evreni yönetmeye kalktığını bir düşünsenize...

Muharrem Soyek
***

Gelincik Zamanlı

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın!” Nâzım Hikmet,

Şiirsel yapısındaki estetik biçimin görkemi kadar felsefi genişliği de var. Sadece insan dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayarak yaşayabilir; yani, sadece insan yarınki yaşamını bugünden tasarlayabilir... Dünü yaşayıp bugüne gelmiştir; bugünse dünkü yaşamıyla birlikte yarının hayalini kurarak yaşıyordur. Gene de insan ömrü gelincik zamanlıdır; yarına kalamayıp tüm görkemiyle dökülebilir de. Bu yüzden her zaman en saygın ve değerli var-oluş zamanı dünün elinden öpen ve geleceğin özlemini çeken bugündür.

Gelincik
Dünden vardı
Kırmızıdan harlı
Bugün gelindir al duvaklı
Yarının renginden kınalı...

Her şeye rağmen yarının belirsizliği, dünün bilgisiyle bugünü yarına bağlayarak yaşamaya engel oluşturmaz. İnsan için ‘yarın’ sadece bir gün değildir; yarından sonraki bütün günlerdir. O yüzden bugünü yarına bağlayarak yaşamak insanın önemsemesi gereken bir hayat özlüğü olmuştur. Ancak, çoğu insan uygulamada bugünü hiçleyen bir hata yapar: İnsan, dünü özlemeye ve yarının olası kaygılarına kendini öyle kaptırır ki, bugünü yaşamayı ya unutur ya da erteler. Böyle süregiden insan yaşamı gün gelir bugünü bile hatırlamadan hep yarının hayaliyle sona erer. İnsanın gelinciği hatırlaması bu yüzden çok önemlidir; insan, gelincik gibi tüm görkemiyle döktüre döktüre yaşayabilir de...

Her akşam dünün anısal bilgisiyle bugünü yaşamış olmanın da keyfiyle yarının rüyasına yatan insan, gelincik tohumu yutmuştur. Sadece tam zamanlı yaşayanlar gelincik zamanlı ölürler... Tam zamanlı yaşamak, dünü bugüne, bugünü yarına ulayarak bugünde yaşamaktır…

Günleri bağlayarak yaşamanın yolu bence, zamanı bölmeden sonsuza yürüyen bir bütün olarak yaşamakta. Yani, “hepsi bugün” diyerek amma dünün elinden öperek yarını da güzel hatırlayarak bugünde yaşamak...

Muharrem Soyek
***


9 Temmuz 2019 Salı

SENİ SEVİYORUM!


* Seni seviyorum!’ demenin cılız felsefesi: 
Âşık olunan kişiye, “Seni seviyorum!” demek duyguyu tam ifade etmez. Çünkü sevmek insan için zaten olması gereken sıradan bir duygudur. Sıradan olmayansa sevmenin karşıtı olan nefrettir. Gene de “Seni seviyorum!” demek, bir kişiye ve hatta bir şeye duyulan sevginin sözlü ifadesi sayılır. Elbette sevgili olma arzusunun ifadesi de olabilir. Sevginin aşk şiddetinde olması içinse kişinin ‘seni seviyorum’ dediği kişiden başka hiç kimseyi daha çok sevemez olması gerekir. Ancak, hiç kimse de aşkının hatırına sadece âşık olduğu kişiyi sevmekle yetinemez; insan, her şeyi sevebilir. Sevgi çokludur; oysa aşk öyle mi? Sadece bir kişiye duyumlu değilse, aşk yalan olur…

Âşık olduğum kişiye, “Ben sana âşığım!” dersem anca duygumu doğru ve tam ifade etmiş olurum. Çünkü aşk, bir başkasına tekil ve çokça mahrem özellikte tutkulu bir sevgiyle bağlanmaktır. Oysa sadece sevmekteyse kişiye özel mahrem tutkuyla bağlılık yoktur; eğer varsa, aşk düzeyine yükselmiş bir sevgiden söz edilmesi gerekir. Bence, önce sevgili sonra âşık olunur amma bizdeki bu ilişki nedense tersinden işletilip önce âşık sonra sevgili olunuyor… Sevgililer Günü, âşıkların birbirlerine sevgi belirteci hediyeler almaları bana bu yüzden tuhaf gelir. Aşk özeldir; bu nedenle birbirini sevenlere ayrılmış Sevgililer Günü âşıklara yetersiz kalır. Âşıklar, kişisel mahremiyetle sevişecek kadar sevgili ötesi olmayı başarıyla tamamlamış olanlardır…

Moda beyinleri avlayan Sevgililer Gününde tüketim kapanı kavramla bağlanan âşığın bilinci, farkında bile olmadan sevgili olma evresine dönerek geçici de olsa aşkı inkâr etmektedir. Âşıklar bence artık sevgili değillerdir; onlar sevgili iki candan öte geçip, mahrem birer can bağıyla gönüllerini bir ederek aşk düzeyine yükselmişlerdir… Kutlama günleri yoktur, çünkü en fazla hangi gün aşktan mest olduklarını hatırlamayacak kadar zamansız severler; aşk zaten sürekli sevgililiktir, bir anımsatma günü yoktur… Âşık canlar, canları çekende meşk ederler… M. Soyek
***



8 Haziran 2019 Cumartesi

Mühre

MÜHRE/şiir/Cinius Yayınları

Kitap Yurdu ve D&R internet satışlarında.

Şiiri kalp ritmiyle okuyan kişi şairin ruhunu gezdiren muhteşem kanatlar yapar.

Hani diyorum ki, arada sırada yaşımız başımız kaç olursa olsun, karıncanın telaşına büyülenmiş gibi bakan, deniz kabuklarına bakarken gözleri büyüyen çocuklara özensek diyorum. Çocuk gözlerle dünyaya aşk ile baksak ayıp mı olur? Böyle bakıyor olsak inanın içimizdeki çocuk dışarı çıkıp gözlerini şiire bağışlardı. İnsanın kendine özlemle bakması, içinde saklanan çocuğa şiir okuması gibidir. İnsanın kendine dokunması da çocuğun şiirden bir dizeye sobe demesi gibidir… İşte ben Mühre’mde kendimi sobelemek istedim.

Bilirim; şiirde en muhteşem son dize kıyametin arkasında saklıdır. Gene de o son dizeyi az sonra bulacakmışım gibi heyecanla ararım. Şiir, tanrıların ölümüne kadar bitimsizdir... Hayat, sen şiir olaydın eğer, her şair ölümünde Tanrı, Sırat Köprüsü’nü yıkardı.  Gene de senin şiirden olduğunu sandıran şairler var oldukça, doyasıya ve yeniden yaşayasım gelir seni, ey hayat!

Bu kitaptaki şiirler genç bir ruhun varoluş yollarında özgür yürüyüşüdür. Bu şiirler manada gerçekten çok güzeller.

Her nefesini fırsat bilesin
Hayatın nefaseti için
Ot değilsin ki yağmuru bekleyesin…

Muharrem Soyek

17 Mayıs 2019 Cuma

Zorunlu Eğitim tek tip olmalı


Adı bunun zorunlu eğitimse tek tip okul aracılığıyla verilmelidir. Eğitimde tümü kapsayan fırsat eşitliği ancak böyle sağlanır. Okul tek tip amma eğitim tek tip olmak zorunda değil. Sadece temel bilimler ile Türkçe ve artık dünya dili olmuş İngilizce zorunlu ve tek tip ders yapılmalıdır. Bu zorunlu dersler okul başarı notunda yüzde 50 ağırlıkta tutulmalıdır. Gerisi zaten seçmece; çeşit çeşit dersler içinden seç seçebildiğin kadar. Seçim adedinde sadece bir alt sınır belirlenir. Seçmeli dersler yüzde 25 not ağırlığı. Kalan yüzde 25 ise sosyal etkinlik katılımlarıyla tamamlanır. Amaç öğrenciyi düşündürmek ve kendisini tanımasına yardımcı olmaktır. Gerisi öğrencinin seçeceği özel ya da kamusal mesleki yüksek öğretim kurumlarınca tamamlanır. Tekniker düzeyindeki meslekler 3 yıllık, akademik düzeydeki meslekler de 6 yıllık oldu mu insan yeteneğine kalite gelir. Meslek okullarının son yılı mutlaka zorunlu çıraklık çalışmasıyla bitirilmelidir.

Zorunlu eğitime 12 yıl yeter, (2+10)... 4 yaşında başlar 16 yaşında biter. Zorunlu eğitimde sınıf değil ders geçmece olmalıdır. Geçilmeyen dersler dışarıdan tamamlanmalıdır. Böylece sınıfın öğrenci sayısı sabit tutulabilir. Elbette özel yetenekli ve özel engelli çocuklar için özelleştirilmiş eğitim veren okullar olacaktır. Bir tek onlar ayrıcalıklıdır.

Çocuklar büyüklerin hayal mimarları değillerdir. Onlar zorunlu eğitimle edindikleri düşünen bilinçleriyle kendi hayallerini kurgulamaya ehil duruma getirilmiyorsa eğitim misyonu bence çocukların değil büyüklerin çıkar hesabına hizmet ediyordur. Özellikle zorunlu eğitim, düşündürmeyi ve öğrencinin kendini bilmesini sağlayıcı sadelik içeren yol yöntemle insan yetiştirmeye odaklı yapılandırılmalıdır.

Şu anki uygulama insandan çok, çeşitlendirilmiş üretim gücü yetiştirmeye heveslidir. Çocuğa daha lisede 13-14 yaşında kendi seçimi bile olamayan mesleki üretim görevi yüklemek bana vicdanlı gelmiyor. Yani, şimdiki lise öncesi eğitim çocuğa mesleğini hevesle seçebilecek ne yetenek ne düşünen bilinç ne de arzulu bir özgüven vermektedir. Hani bunlar sağlansa çeşit çeşit lise olsun denebilir. Benim sistemde lise düzeyi sadece yüksek eğitim kurumuna kaydırılıyor, hepsi bu. Zorunlu eğitimse çocuğu bilinçli istekle seçim yapabilmeye hazırlayacak nitelikte olacaktır. Bu nitelikten dolayıdır ki, okul tek tip ancak öğrenci asla tek tip olamıyor.

Mesele çok saatli sıkı eğitim ya da az saatli esnek ve özgür eğitim sistematiği de değildir. Mesele doğrudan geleceğe insan yetiştirme amacına uyarlıktır. Amacımız neyse eğitim de ona hizmet edici kurgulanır. Benim eğitimsel amacım, öğrenciye bilgi yüklemek değil; bilgiyi kullanma becerisi yapan düşünmeyi öğretmektir. Sizin amacınız, öğrenciyi en fazla maddi kazanım sağlayıcı bilgiyle donatmaksa bugünkü eğitim sistemi tam da bu amaca uygundur.

Öğrenci vicdanlı bir bilinçle düşünmeyi öğrenmişse gerisini getirir. Aradığı bilgi insanlık tarihi arşivinde mevcuttur. Kalanı da kendi hayal gücüne takılı düşünme eylemiyle tamamlar. Ve kendisi baktı ki yeni bilgiler üretmiştir, onları da arşive ekleme özgürlüğünden endişe etmeyeceği ortamı biz sağlayalım yeter. Son dediğim, sadece demokrasinin laik hukuk devleti güvencesinde sağlanabilir.

Bunlar sadece ilkesel ana hatlar; ayrıntılar ayrıca uzman görüşleriyle ele alınmalıdır. Ancak temeldeki kusuru görmeden yapılacak en gösterişli reform bile işe yaramaz. Eğitimdeki temel kusur, eğitimin birincil hedef amacının öğrenciyi maddi kazanım becerisiyle donatmak olmasıdır. Oysa temel ve öncelikli amaç, öğrenciye özlenen insan karakterini oturtmaktır. O da elbette vicdanlı ve sanatsal estetiği yüksek bir yaşam biçimi sağlamaya yönelik düşündürücü eğitimle olur.

Eğitimde paranın gücüne bağlı fırsat eşitliği çeşitlilik yapılmıştır. Bu büyük bir adalet kusurudur. Zorunlu eğitim tam parasızken, alt ve üst düzey meslek eğitimi veren üniversal eğitimse paralı olmalıdır. Sadece, her madden yetersiz öğrenciye devlet tam burs vermelidir. Burs geri ödemeli olacaktır; ancak, ödeme uzun vadede ve sadece çalışır vaziyette olunduğu zamanlarda yapılır olmalıdır.

Darüşşafaka gibi bağışlarla parasız eğitim sunan liseler de artık kapılarını maddi yetersizliği olan herkese açan yüksek eğitim kurumlarına dönüşürler. Ya da MEB düzeniyle 12 yıl kesintisiz ve parasız eğitim verirler.

“Okumayı ve yazmayı öğrenmenin ne faydası var ki, düşünmeyi başkalarına bıraktıktan sonra!” Ernst R. Hauschkam

* “Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder.” Atatürk ) (Eğitim, olmazsa olmaz; ancak, bilimsel düşünmeyi öğretemiyorsa felaket olur)

Açık kapılardan açık fikir meydanlarına çıkılsın. Özünde yüksek sermayeye hizmetçi yetiştirmek üzere kurgulanmış bir eğitim sistemi üstünde yapılacak tüm iyi niyetli iyileştirme gayreti boşunadır. Kökten değişim zorunludur. Şu dünya servetinin yüzde 80’den bile fazlası dünya nüfusunun yüzde BİRİ elinde toplanmışsa, eğitim bu gerçekliğin baş mimarıdır. Sadece bizde değil, dünyada böyledir. Eğitim, farkında olsun olmasın gerçekte bu yüksek sermaye azınlığının çıkarlarına hizmet etmektedir. Değil mi ki insan sözde uygarlık adına daha çok maddi sahiplik için eğitimi önemsemek zorunda tutulmaktadır, bu böyledir. Değil mi ki anne babalar çocukları daha yüksek maddi statü kazansın diye özel okulların külfetine bir ömür harcamaktadırlar, bu böyledir. Böyledir çünkü her tüketim ve sahiplik zenginliğine azmeden başarı yolu mutlaka yüksek sermaye azınlığına ondalık bırakılan kapılardan geçer.

Zorunlu eğitim bu nedenle öğrenciyi anamalcı kurumlara eleman yetiştirme görevinden alınıp, sadece vicdanlı bilinçle düşünen insan yetiştirme üzerine kurgulanmalıdır. Meslek işi, kişinin fırsat eşitliğiyle seçeceği ve seçileceği meslek yüksek eğitim kurumlarınca, yani üniversitelerde verilmelidir. Zorunlu eğitimde fırsat eşitliği olmaz; çünkü zorunlu olan hiçbir şey fırsat koşulu belirlemez; kim olursa olsun fırsat kapısına toslamadan zorunlu olarak zorunlu eğitimden geçirilir.

Muharrem Soyek

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Anneler Günü


Bahar zamanı tüm canların coşkulu sevinciyle ilerliyordu. Anneler Günü gelmişti. Anneler, çocuklar ve hatta babalar bile sevinçli bir telaş içindeydiler. Hediyelik satış umuduyla esnaf da canlanmıştı. Âdem sakindi; somurtuk değildi amma neşeli de değildi. Âdem cebinden çakısını çıkarıp açtı; bahçesindeki beyaz güllerden en güzelini seçti ve gülü dalından kesti. Bir tane de kırmızı gülden kesti. Çakısını kapatıp cebine koydu. Güllerin dalındaki yaprakların bir kısmını koparıp attı; gülün altında iki yaprak bıraktı. Sonra çıkıp yandaki mezarlığa yöneldi.

Mezarlık girişinde sağlı sollu çiçek satan çiçek yüzlü Çingeneler sıralanmıştı. Güller ve karanfiller plastik kovalarda sessizce alıcı bekliyordu. Günün anlamına saygın eğik bir sessizlik mezar taşları arasında dolaşıyordu. Âdem, annesinin ruhuna dua olur umuduyla, bebeğini emziren kadının tezgâhından iki beyaz karanfil aldı. Kadın gençti; belki de ilk kez anne olmuştu. Saçları taze kına rengindeydi. Bebeğini emzirirken memesi görünmesin diye göğsünü oyalı yemeniyle örtmüştü.

Mezarlığın içlerine doğru yürürken; üstünde dev bir ıhlamur ağacı büyümüş eski bir mezarın başında durdu. Mezarın çok eski olduğu, Arap harfleriyle yazılı taşın yarıya kadar ıhlamurun gövdesine kaynamışlığından belliydi. “Kim olduğunu bilemesem de bu ıhlamur bunca yıldır seni kucaklamaktan bıkmamışsa iyi birisi olmalısın” diyerek, çingene kadından aldığı karanfillerden birini yosun tutmuş mezar taşının dibine bıraktı. Az ilerideki mezarda Âdem’in annesi yatıyordu; belli ki yeni gömülmüştü; mezarın toprağı tazeydi. Elindeki beyaz gülü ve karanfili mezarın başucuna bıraktı. Mezarın sağ yanına geçti, ellerini açıp dua etti. Mezarın sağ yanına geçince mezarda yatan kişi ziyaretine geleni görürmüş; annesi öyle derdi sağlığında.  Sonra kendi içine doğru konuşmaya başladı: “Umarım acıların dinmiştir benim çilekeş anam. Umarım Allah çektiklerinin hatırına seni cennetinde misafir ediyordur. Son ameliyatından çıkınca yoğun bakıma girmiştin. Bir ara solunum cihazından ayrılmış umut vermiştin. Hatta kendine gelip benimle konuşabilmiştin bile. “Çok üşüyorum, beni burada çıplak yatırıyorlar; hemşireye söyle bir battaniye atsın üstüme.” demiştin. Ben de sözde seni avutur umudumla: “Ağır bir ameliyat geçirdin; yoğun bakımdasın. Burada herkesi çarşaf altında çıplak yatırıyorlar. Ateşin çıkar diye çok örtmüyorlar. Bir iki güne normal odana aldıklarında giydirecekler” demiştim. Sen, “Tamam oğlum!” dedikten sonra yeniden uykuya geçmiştin.

Ertesi gün fenalaştın. Solunum cihazına bağlandın. Ameliyat konusu olan bağırsaklarında kanlanma olmadığı bilgisini aldım. Doktorunu dinlerken daldaki elmaya uzandığında elmanın kendiliğinden kopup dereye yuvarlanışını seyreden bir çocuk mahzunluğu çökmüştü içime. Bir sonraki günün gecesi sabaha karşı bu dünyayı terk etmiştin. Ruhun özgür kalmıştı.

Ne kimseye çektirdin ne kimsenin merhametine minnet ettin. Elin ayağın tutarken çekip gittin. Kimse anlamadı amma gene de itiraf etmeliyim ki böyle sessizce dünyadan çekilmenden sonra içimde ezilen boşluğa rağmen kendimi daha özgür hissediyor olmamdan utanmıştım. Şimdi bunun nedenini anlayabiliyorum. Artık senin için endişe etmeme gerek kalmamıştı. Artık banyoda ayağın kayar da düşersen ya da bir gece ansızın kalp krizi geçirirsen ne yaparım diye tasalanmıyorum. Tansiyonun ayaktayken düşer de bir yerini kırarsın diye endişem da yoktur. Her namaz sonrası, “Allah elden ayaktan düşmeden canımı alsın; çocuğum üzülmesin” diye dua ederdin. Ah, keşke ben gece gündüz endişe içinde kalaydım da sen yaşıyor olaydın…

Ruhun cennet huzuru bulsun. Ölümün son öğüdün oldu. Seni özledikçe daha iyi anlıyorum; dürüst ve merhametli yaşamak bizi hatırlatacak en güçlü duadır...
*

Cennette buluşma hakkına
Dünyam sebil ola senin hayrına
Ben biraz oyalanayım bu dünyada
Ruhuna rahmet iyi evlat olmaya…

Muharrem Soyek

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Kitap




Hayatımı erdemli kılmaya değer yapan gerçeklik umudum, insana kendini bilmiş bilinciyle özgür ve bilimsel yaşama fırsatını sağlayacak uygarlığı hayal edebilir olmamdır. İnanırım ki, yeni bir uygarlık düzeni hayal eden herkesin niyet ve arzusu sürdürülebilir huzurla yaşama emelinden gelir.
BİLİNCİMİN BİLİNCESİ, güncel baskıyla ONLİNE kitapçılarda.

23 Mart 2019 Cumartesi

CENNETİN KRALLIĞI



Hz. İsa tarafından havarisi Thomas'a bizzat yazdırdığı rivayet edilen Thomas İncil'i 1945 yılında Yukarı Mısır'da Nag Hammadi bölgesinde köylüler tarafından antik mezarlık olan bir kaya oyuğunda bakır levhaya sarılı 12 el yazması hâlinde bir testinin içinde bulunmuştur. Hz. İsa zamanında konuşulan Aramaic dilinde yazılı bu belgeler Vatikan tarafından İncil aslı olarak kabul görmedi.

Ben işin din bilim tarafını ilâhiyatçılara bırakıyorum elbette. Ancak söz konusu yazıttan bir çeviri alıntısını düşünce küpesi yaptım. Çevirinin ne denli aslına uygun olduğu ve hatta uydurma olabileceği kuşkusu küpenin değerini düşürmez. Buluntu Thomas İncili'nden dünyalık felsefeme uyarladığım iki söz incisi:

1-* “Bütünü algılayan kimse kendisinden mahrum ise, bütünden de mahrumdur” Ben bu özdeyişten bir erdemlik algısı kaptım: ‘benlik bilincini, yani kendini bilmeyi her şeyin üstünde özgürlük tacı yapamayan kimse her şeyi bilse de asla bütüne eremez’, dedim.

2-* “Arayınız bulacaksınız. İkiyi bir yapınca insanoğlu olursunuz ve eğer derseniz: ‘uzaklaş ey dağ!’, dağ uzaklaşacaktır”. (Birbirimize yakınlaşmayı istemeliyiz. Tabi ki yaklaş ey dağ" diyince dağ yaklaşmaz, fakat bizi dağa ulaştırıp da tırmandıracak yol zihnimizde görünür olur. Bence bu yaklaşım yolu, ‘aklın yolu birdir’ özdeyişindeki akıl birliği manasına çıkan "ikiyi bir yap" öğüdüyle burada gösterilmiş oluyor. İkiyi bir yapabilen, yani çok olanı birlikte paylaşabilen kişi insan olmanın en zorlu dağını da aşmış olur.)

Halil Cibran şöyle der: "Gerçek bilge sizi kendi bilgelik evine davet etmez; sadece evinin eşiğine kadar size rehberlik eder" Çünkü eşikten içeri mana herkesin kendi benliğidir…

Hz. İsa’nın da söylediği şudur: “Arayınız bulacaksınız! Gerçeğin kralını arayacaksın ve gerçek olmakla kurtulacaksın. Cennetin krallığı içindedir…” Öyleyse ben derim ki, cehennem de kendine kral olamayanın korkusudur.

İnfaz tepesine kadar İsa'nın sırtında taşıdığı çarmıhın üstümüzdeki günahı İsa'yı göğe çıkartmakla bağışlanmış değildir; merhametli vicdan adaletini bilincine mühürlemedikçe hiçbir insan çarmıhın günahından arınmayacaktır...
Muharrem Soyek
***

11 Mart 2019 Pazartesi

GÖNÜL KAPALIYSA


* “Gönül kapısını açık tutmak aşka iltifatın erdemidir. Ancak,  gönül kapısından içeri girenin o kapıyı kapattırması aşkın zaferidir.” Muharrem Soyek

* “Gönül kapılarını hepten yıkmış seven bir ruh, hayatın son umudunda bir yaşam damlacığından yeni bir evren yapabilen ruhsuz zekâdan yücedir... Yapay zekâya duyurumdur.” Muharrem Soyek

* “Erdemli bilgeliğimizin sınav sonucu, düşünce ve davranışlarımızın beğenilmediği yerde takındığımız gönül tavrının ta kendisidir.” Muharrem Soyek)
***
Gönül, Kâbeden bile üstündür... Çünkü gönül yüce Rabbin teşrif ettiği tek yerdir... Üstündür; çünkü Kâbe’nin gönüllere teşrif  edip hoş etmek gibi bir işlevi yoktur. İnsan, gönlünü onurlandırmak için Kâbeye teşrif eder… Öte yanda gönülde duyumsanan Tanrı’dır insanı onurlandıran.

İnsan, Tanrı’yı duyumsadığı gönül bağlarını başkalarıyla paylaşmak için olgun ve bakımlı tutabiliyorsa o insanın bastığı yer zaten Kâbe’nin izdüşümü olur. Böyle gezici Kâbe olabilmek için gerçeğin her iki ucuna dokunmak yetmez; küresel sonsuzluğun her noktasına dokunabilmek gerekir ki bunu da insan tam gönül açıklığıyla nefsinden vazgeçmekle yapabilir.

İnsanın nefsinden vazgeçmesi bilgisiz düşünmek kadar zor bir iştir. Gene de nefsin gönüldeki bencil kapanımlarını açtığımız oranda Tanrı’ya yaklaşırız. Akıl ve düşünce ne kadar engin olursa olsun açık gönülle seyretmiyorsa bir damla gönül açma muhabbetinin kucağı kadar bile olamaz. Bu yüzdendir Hac İbadeti'nin beklentisiz sevdayla Tanrı'ya gönül açınca ancak geçerli oluşu.

Bilgi sonsuzdur; sonsuzluk da Tanrı'nın imzasıdır… Ben, varoluşun tanrısal tümlüğünden oluşmuş canlı bilgiyim. Benim kendi özgünlüğümle var olma çabam da aslında varoluşun tümlüğünü sürdürmesi için yürüyen bir yoldan başka nedir ki?

Ayrı yollarda yürüyor olsak da, çok da farkımız yok birbirimizden; çünkü bütün yollar varlığın sonsuzluğuna ölümün kucağından başlar ve gene ölümün eşiğinden hiçliğin sonsuzluğuna düşerler. Bu yüzden de bizim asıl işlevimiz doğrularımızla birbirimizi tepelemek değil, doğrularımızın bilgisini kullanarak hayatı insana güzel edip sunabilecek gönül bağları yeşertmek olmalıdır.

Kimse kendinin son doğru bilgi olduğunu sanmasın; hepimiz birer hayat bilgisi gerçekliğinin görünümünden ibaretiz. Bu yüzden ne kadar düşünen beyin varsa, bilgiye de o kadar farklı anlam yüklenmesi olasıdır.

Ancak, aklın yolu bir olduğu için düşünce doğru sanıyla eyleme geçmeyi yeğlemektedir. Doğru sanı için de vazgeçilmez ilkesel davranış, önce bir uca sonra diğer ters uca dokunabilmektir. Ve daha sonra da eylemsel somutluğun ihtiyacı doğrultusunda gerektikçe diğer ara uçlara dokunabilmelidir. Bu yüzden ne arkadaki gericidir, ne öndeki ilerici sayılır; çünkü aklın yolu ne düz gider ne aynı yöne bakar...

Biz hepimiz birbirimizin ebesiyiz aslında… Gün yüzüne daha engin doğmak isteyen her kimse karanlığın bilgisini de edinmek zorundadır. Kendini son doğru sanarak kendine benzemeyenleri yanlış ve tehlikeli sayanlar fena halde gönülleri kapanmış akıllardır aslında.

Yahya Kemal Beyatlı ‘nın da dediği gibi:

“Girdiğin aynada, geçmiş gibi diğer küreye,
  Sorma bir saniye, şüpheyle sakın, yol nereye?
  Ayılıp neş’enin yükseltici sarhoşluğundan
  Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan!
  Duy, tabiatta biraz sen de ilah olduğunu,
  Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu”

Pascal'in deyişi de şöyle:

İnsan büyüklüğünü bir uca giderek değil,
Her iki uca dokunarak gösterir.
*
Hz. Ali’yse, “Ara sıra gönülleri eğlendirin, çünkü gönül sıkılırsa körleşebilir” der. de.
*
Muharrem Soyek

***

6 Mart 2019 Çarşamba

Atatürk Milliyetçiliği


* Atatürk haddini bilen bir dehadır. Çünkü "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" demişti. Sanırım bu yüzden zaman üstü bir önderlik vasfıyla hâlâ var olmaktadır. (mürşit; yol gösterici)

Elbette, ‘Ne mutlu Türk olana!’ demeyiz! “Ne mutlu Türk’üm diyene!” deriz. Aradaki farkı, tarihsel bağımsızlık ateşi ve insanlık ruhuyla göremeyen belki doğrudan bilinçle ırkçı değildir amma ırkçılığa hizmettedir.

Şimdi bunu okuyan bir sözde milliyetçi, “Herkes soyuyla, ırkıyla övünebilir” diyerek posta koydu sözüme. Ben de biraz açayım bilinçsel algımı dedim: İnsan bireysel özelinde ve toplumsal konumunda kendi ailesel soyu sopuyla elbette övünebilir; kişisel özgürlük hakkı sayarım. Irkıyla övünmeye kalkınca övüncüne beni de kattığı için itiraz hakkım doğuyor. Herkes kendi içsel özelinde soyunu sopunu övünçle kutsayabilir amma bu övüncünü ırkçılığın toplumsallık dozuna vardıramaz. Irkçı böbürlenme tekil özneden çıkarılıp çoğul özneye yüklendiğinde bireysel değil toplumsal bir duyum betimlemesi yapar. Toplumsallık da herkesin keyfine bırakılamaz. İyisi mi kimse ırksal kökenini yücelterek övünmesin; çünkü öylesi bir övünme doğal olarak diğer ırklara üstünlük taslar. Irkçılık, insanın kendisini en üstün ırktan görme kibriyle diğer ırkları küçümseyen bir böbürlenmedir. İnsan eğer övünmeye durmuşsa, insanlığıyla övünsün…

Benim anladığım Atatürk Milliyetçiliği: Soyu-sopu ne olursa olsun; alttan üstten bir kültürün neresinden olursa olsun, T.C. Devleti’ne vergi veren ve de veremeyen, vatana sevgili, millete ve dünya doğasına saygılı her yurttaşı mutlu etme niyetine hizmettir. Sanırım böyle bir gayret neticesinde, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü de gerçek anlamıyla anca yaşanır oluyor. İşte o zaman hiçbir T.C. vatandaşı ‘Mutlu Türk Vatandaşı’ olmanın kısa adı olarak kendini ‘Türk’ görmek ve tanıtmaktan gocunmayacaktır. T.C. vatandaşlık hakkını alan insanların aidiyet bağına Türk Milleti denir… Dolayısıyla Türk Milleti’nden olana da bir üst kimlik olarak yeryüzünde resmen Türk denmesi doğaldır. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü, kendini ulusal kimlikte Türk Milleti’nden sayan herkesi yücelten milliyetçi, yani ‘milletçi’ bir söylemdir; asla ırkçı değildir. Öyle milliyetçi olalım ki, yabancının bile “Türk vatandaşı” olup bu ülkede yaşayası gelsin. İşte o zaman, bu kutlu özdeyişi ırkçı kutsamayla “Ne mutlu Türk olana!” dermiş gibi anlayan ırk kökenli Türkçülük de yutkunup susa kalacaktır...

* “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demekte hiçbir sorun yoktur; yeter ki bu değerli özdeyiş ‘kraldan kralcı olup da “Ne mutlu Türk olana, ya da Türk doğana!” demeye kılıf yapılmasın. Atatürk Milliyetçiliğindeki Türk kavramı ırk kökenli bir varoluş bağının ifadesi değildir. Sadece, resmiyette Türk tanımıyla adlandırılmış T.C. vatandaşı olmaktan mutluluk duyumunun bir ifadesidir. Zorla değil, anca mutluluk koşuluyla söylendiğinde öz anlamıyla yerine oturur.

(Muharrem Soyek)


2 Mart 2019 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü


Mimar Nail Çakırhan’ın “Kadın Telakkisi” adlı şiirinden esinlenimle ben de tüm dünya kadınları için, “Kadın Çiçeğim” adlı bir şiir yaptım. Kadınlar çiçektir amma saksıda yetişip açmıyorlar. Gönlümde açan kadın çiçekleri...

*KADIN ÇİÇEĞİM

Yatak yorgan değildir kadın
Soğuk kış geceleri
Isıtmak içindir
Yalnızlığın ellerini;
Ve asla değildir oynatmak için
Harman yeri yaz geceleri
Zilli mi zilli dansöz gibi...

Kimine hamur yoğuran
Kimine çocuk doğuran
Kimine namustur kadın;
Ebedi aşkımız
Can dostumuz
Arkadaşımız,
Anamız bacımız kızımız…
Kaderin işaret parmağıdır kadın.

Onlar mangal yürekli melekler
Cenneti Dünya’ya çekerler,
Aşkın büyüsü pırlanta gözler
Yıldızların hepsinden güzeller;

O benim ellerim
O benim fenerim
Gönlümün sultanı
Ruhumun kanadı
Yoluma yoldaş
Canıma paydaş…

Daha neler desem
Ne inciler döksem
Azdır kadın için;
Kim ne derse desin
Kimsenin değildir kadın dediğin
Ne benim ne senin,
Sadece bizden biridir kadın dediğin…

Çiçek bezeli ayakları
Cenneti açtığı için,
Kahve kokulu elleri
Huzur sunduğu için,
Koynundaki erkek
Sütündeki insan için…
Şükran!
Kadına her gün bin şükran…
*
(08 Mart 2011; Muharrem Soyek)
*
8 Mart 1857 yılında New York'da polisin binlerce işçi kadının grevini kırmak için saldırmasıyla çıkan yangında ölen 129 kadın işçinin anısına 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kabul görmüştür. 8 Mart, 1910 yılında, 2. Uluslararası Kadınlar Kongresi'nde Clara Zetkin'in önerisiyle, "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul edildi. 1975 yılında Birleşmiş Milletler Kurulu'nda tüm dünyada kutlanmak üzere bu tarih Dünya Kadınlar Günü olarak resmen kabul edilmiştir.

Bugünlerdeyse acıklı bir olayı anmaktan öte bir maksada hizmet etsin diye kutlanmaktadır. Bu kutlamaların özünde kadının erkekle birlikte eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı dengeli bir yaşam paylaşımı esas alınır. Kadının erkek baskısıyla tarihsel ezilmişliğinden dolayı bu gün erkeğe saldırı fırsatı olarak da kullanılır. Aslında yapılması gereken hem kadına hem erkeğe bu dünyayı birlikte şenlendirme bilincini dank ettirmek olmalıdır. Buna rağmen bu günü erkeğe kafa tutma, toplumsal bir çatışma ve gerginlik bahanesi yapanlar, doğrudan kadınlarla ilgili olmayan siyasete araç edenler çıkmaktadır.

Buyurun efendim, aday olun, seçilin ve "kadın egemen" bir siyasetle gelin dünyayı siz yönetin... Elinizi ve aklınızı tutan mı var? Yalnız unutmayın ki, "Direniyoruz, kararlıyız, 8 Mart'ta yine sokaklarda olacağız" demekle olmuyor bu işler. Sabırla, azimle, demokratik örgütlenmeyle ve de en önemlisi aranıza erkekleri de katarak olacak işler bunlar. Erkek düşmanlığıyla kadın hakları ilerletilemez.

Kadının insandan sayıldığı yerde 8 Mart Günü kutlanmaz. Elbette kadın gereğinden fazla sultanlık taslamaya başlamışsa 9 Mart Dünya Erkekler Günü kutlanabilir…

Yani ben şimdi kadını göklere uçuran havalı bir "kadınlar gününüz kutlu olsun" yazısı yazsam, bir de kırmızı gül resmi koysam, "siz olmadan hayat ne sıkıcı olurdu" gibisinden bir ayar çeksem hoşunuza gider miydi? Yoksa erkek olduğum için düşmanın taciz atışı mı sayardınız? Kırmızıyı geçtim, beyaz gül daha güvenli gider. Ben gene de risk alarak kadını yücelten bir şiir çalışmamı Dünya Kadınlar Günü’ne hediye ettim gitti...

1934 yılında Türk kadını, birçok dünya ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Bugün zorunlu askerlik dışında hangi yasa kadına sen kadınsın geri dur diyor? Kadınlarımız bugüne kadar vali, rektör, pilot, kaptan, subay, vekil, hatta başbakan bile oldular... Varsa eksik kalmış bazı ayrıntı düzeltmeleri onları gündeme getirmeli. Yuvarlak laflarla nutuk atıp geçmeyelim.

Dersiniz ki bazı kadınlar bu hakları şu ve bu nedenlerden dolayı alamıyor, hah işte sorun budur. Kadınlar Günü, haklarını kullanmayı bilmeyen kadınlarımıza onları kullanma yollarını öğretmek için bir canlanma günü olsun. Bırakın bir yanı kadın olan erkekler de size yardımcı olsunlar.

"Adem'le Havva'dan beri kadın erkek didişmesi vardır" derler. "Bu işin sonu gelmez" derler. "Kadınla erkeğin arasına giren ezilir" derler. "Böyle gelmiş böyle gider; erkek dediğin hem sever hem döver" bile derler... Özellikle de kadınlar erkeğin arkasında kalmalarına böyle avuntumsu kader uydururlar. Oysa kadın dediğin, insan için ne kadar hak hukuk ve özgürlük varsa yeri geldiğinde hepsinden faydalanma hakkını kadınlık onurundan saymalıdır...

Ne yazık ki yasal engel olmayışına rağmen, hatta bazı konularda kadına olumlu ayrımcılık yapılmasına rağmen, bizim toplumsal bilincimizde kadının bir erkek gibi hayata dalmasına engel olan tutucu bir zihniyet yerleşmiştir. Gençlerde bile bu zihniyet aşılabilmiş değildir.

(Geçen yıllardan birinde Vatan Gazetesi'nde yayınlanan bir araştırmadan not almışım) Gençlerin yüzde 90.6'sı dayak yiyen kadına yardım edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ancak bunların dörtte üçü de, "kadını yaralamayacak kadar döven erkek ceza almasın" diyormuş. Araştırmada gençlerin çoğundan alınan çarpıcı yanıtlardan bazıları şöyle:

* Cinsel açıdan güven vermeyen kadınlar dayak yemeyi hak eder.
* Kadın arkadaşları önünde kocasını aşağılarsa koca dövebilir.
* Çoğu kadın kocası tarafından içten içe dayak yemeyi arzular.”

Yanıtlar ilginç! Ben de bazı kadınların “Erkeğimdir hem sever hem döver; hak etmişimdir; hele ki, dayak üstüne bir sevişiyoruz sorma” böbürlenmesi karşısında, "oh olsun!" diyesim gelirken sağduyumun uyarısıyla irkilirim. Sağduyum der ki, “Cehaletin pek azı kişisel kusurdandır; çoğu toplumsal kusurla oluşur.”

Aslında kadına saygı bakımından en ileri kültürlerden biri Türk kültürüdür. Artık göçebelik zorunun birlikteliğinden midir tam bilmem amma Yörüklerde kadın çok saygı görür. Bu bakımdan kökende Türk kültürü öyle gösterildiği gibi kadını ezen bir kültür değildir... Ülkemizde kadını ezen kültürlerin Türklük kökeninden gelmediğini ve başka kültürlerin etkisiyle kendine yabancılaşmış olduğunu söylemek daha doğruya kaçar.

Tanrıların çok, insanların az olduğu eskimiş zamanlarda sanılır ki kadın el üstünde tutulurdu. Bu zamanların kadın tanrıları, kadın savaşçıları, kraliçeleri ve hatta kadın firavunları sanki kadının hak ettiği yere yüceltildiği sanısı vermektedir.

Çok tanrılı inanç toplumlarında şimdi durum nasıldır bilmiyorum; ancak tanrıçaların ve kraliçelerin çokluğu kadına saygı ve değer verildiği anlamı taşımıyordu. Eski Arap toplumlarında putların bir kısmı dişi olmasına rağmen kız çocukları bir utanç kaynağı olarak görülür, hatta ilk çocuk kız doğarsa kurban niyetine diri diri toprağa gömülürdü.

Gene tanrıçalarıyla ünlü Antik Yunan toplumu kadını aşağılamasıyla ünlüdür. Kadınlar erkeklere benzeyebilmek için memeleri irileşmesin diye göğüslerini mengene gibi sıkan özel korseler giyerek işkence gibi önlemler alırlarmış. Kadın adet gördüğünde lanetlenmiş gibi ormana kaçarmış.

Olaya dinler açısından bakınca, tek tanrılı dinler de kadını erkekle aynı dereceye yükseltmiş değillerdir. Ancak, inançları bireysel özgürlük hakkıyla sınırlı tutmaya çalışarak ilerleyen demokratik uygarlık, kadına hak ettiği insani saygı ve değerin hemen hemen tamına yakın kısmını vermektedir.

Ülkemiz kadınları Cumhuriyet ilkelerinin koruyucu şemsiyesi altında kendilerini geliştirmektedirler. Türkiye'de kadınların bir kesimi, kadını erkek cinsel güdüsüne hizmet eden ve çocuk doğuran bir köle sayan zihniyeti alt edip özgürleşmek için çabalarken, bir kesimi de cenneti vaat eden dinsel öğretiye imanla ve ölüme götüren törenin zoruyla erkeğe köle olmayı kadınlığın namusu sanmaktadır.

İki kesim de tuhaf bir biçimde Cumhuriyet'in demokratikleşme arzusuna sığınarak kendisini biçimlendirmektedir.  Kadınlarımızın bazıları Faslı, hatta az birazı da Afgan kadını gibi olmak istemektedir. Ve bunu bireysel bir seçim özgürlüğüymüş gibi yutturmaya çalışan aydınlar ve siyasetçiler bu kadınlardan daha ürkütücüdür. Çarşaf ve burka bir giysi değildir. Bunlar kadının başına geçirilen karanlık zindanlardır. (Faslı kadınlar toplumsal bir seçimle, (referandum ile) çarşafı kendilerine ev dışı giysi olarak seçmişlerdir. Afgan kadınları ise şeriat dayatmasıyla burka içinde hiç güneş görmeden dolaşırlar; o kadar ki burkalı Afgan kadınlarında çok erken yaşta kemik erimesi başlar)

Hz. Musa'nın dini Yahudilik, dişi tanrıların bulunmadığı ilk dindir. Tanrı erkeği kendi suretine benzeterek, kadını ise Adem'in kaburga kemiğinden (ona eş olsun diye) yaratmış. -(Tevrat, Eski Ahit) Kadının yaratılma gerekçesi bile erkeği adından üstün tutar biçimde: Âdem, hayvanlar arasında kendisine uygun bir yardımcı bulamadığı için Tanrı Âdem'e yardım etsin diye kadını yaratmış ve adını Havva koymuş. Havva, Âdem'den ayrı kendine özgün ve Âdem’e denk iltifatla yaratılmadığı gibi, cennetten atılırken Tanrı onunla şöyle konuşuyor:

"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın..." (Âdem'e de toprakla uğraşma cezası vermesine rağmen bakıyorum da bizim memleket toprağının çilesini Havvalar çekmektedir.

Aziz Pavlus, Korintoslulara 1. Mektup'ta şöyle sesleniyor:

"Her kadının başı erkek, her erkeğin başı Mesih; ve Mesih'in başı Tanrı'dır."

Bir alt kademede Aziz Augistinus tarafından bunun yorumu da şöyle yapılmıştır:

"Erkek, sen efendisin, kadın senin kölendir. Tanrı böyle istedi."

Kur'an'daysa diğer dinlere kıyasla kadınların lehine olan birçok ayet vardır. (Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın emeğini boşa çıkarmayacağım. Sizler birbirinizdensiniz.) Tanrı'nın, “Sizler birbirinizdensiniz” demesine rağmen kadınlarımızın erkek tarafından kollanıp gözetilmesi gereken narin birer emanet olmaktan ileri gitmesi hoş karşılanmadı. Hz. Muhammed, şöyle buyurmaktadır. “İmanı en olgun Müslüman, ahlâkça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.” Ayrıca, Veda Hutbesinde “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir” der. "Erkeklerin, adalet ölçülerine göre kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Kocalar, eşleri üzerinde önceliğe (bir derece üstünlüğe) sahiptirler" (Bakara, 228) Gene de haklar ve özgürlüklerde henüz tam eşitlik sağlanamadı.

Burada az biraz dalıp düşünüyorum; düşünürken tek tanrılı dinleri erkek dinleri diye düşündüğümü fark ediyorum. O kadar ki tanrı bile bir erkek simasıyla görüntüme giriyor. Peygamberlerin hepsi erkek; Hz. İsa Tanrı'nın oğlu sayılmış. Hz. İsa'nın anası Hz. Meryem'dir. Hz. Meryem bir kadındır. Tanrı'nın çocuğunu doğuran kadın! Buna rağmen kilisede kadının hükmü sökmez; tıpkı cami ve sinagoglarda olduğu gibidir. Kadın papaz, kadın imam, kadın haham yoktur. Kısacası tek tanrılı dinlerde, kadının erkeğe en yakın durduğu İslamiyet'te bile erkeğin egemenliğini kendine boyunduruk eden kadın en iyi kadındır.

Filozoflar bile kadınlara saldırmışlardır. Erasmus'a göre kadın, bir hayvan, açıkça deli ve saçma bir hayvandır. Platon da kadın düşmanıdır, Nietzsche de...

 "Dünyada, bir kadından daha beter bir şey olamaz, elbette başka bir kadın hariç." (Aristophanes)
***
Kadın evrenin en anlamlı yaratımıdır; sadece erkeğin bir karşı cinsi olmaktan ötede gizemli bir havası da vardır. Bana göre kadın sanki evrenin sonsuz güzelliğini açmaya hazırlanan gizli bir bahçedir... Bu yüzden bence kadın erkek eşit olmamalı; kadınlar erkeklere hükmetmeli... Belki o zaman yeryüzünde cennetin tamamı kurulabilir. Unutmayalım ki erkek milleti insanlığın yarısı bile etmez... Acaba erkek olduğum için kadını aldatan iltifatlarımdan birini mi yapmaktayım? Hissiyatım iltifata kaçsa bile, aklım "Ne kadınsız cennet olmalı ne kadınlar cenneti olmalı... " diyor...
*
İş edebiyata kalınca kadını yere göğe sığdıramıyoruz; göğün yarısı kadının yarısı da Tanrı'nındır demekle olmuyor. Hatta, "yerin toprağı kadınsa yağmuru erkek olsun" gibi sözde masum uzlaştırıcı görünen, fakat özünde muhtaçlık çağrıştıran önerileri de geçmeli artık. Kadın her şey olsun; çünkü kadın o her şeyden hak eden erkeğe her şeyini verecek kadar asildir. Ancak, bu demek değildir ki kadının asil merhametine sığınan erkek de yan gelip yatsın. Zaten hangi kadın böyle bir erkeğe merhamet eder ki?

Aslında bırakalım kadınları kendi hallerine, onlar erkeklerden daha iyi bilirler ne ve nasıl olacaklarını... Sadece bırakalım, erkeğin bastığı yere onuru ve yeteneği taciz edilmeden kadın da basabilsin...

Tüm kadınlarımızın bütün günleri bu özel günden bile daha güzel geçsin...

Muharrem Soyek
***
Buraya son söz olarak, kadınlarımızın insanlık onuruyla birlikte erkeklere denk bir düzeyde var olma çabalarını gururlandıracak örnek bir Türk kadını hakkında Ulaş Ak'ından bir anlatı ekliyorum:

AFİFE JALE

"22 Nisan 1919... İstanbul işgal altında... Vatanın tamamı işgal altında... Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasına yirmi yedi gün var daha..." (Bir ulus kendini arıyor... Bir ulus, kendini yalnızca silahların gölgesinde bulamaz.)

22 Nisan 1919, Afife Jale, işgal altında İstanbul’da, Müslüman kadının sahneye çıkması yasak olan bir ülkede, Kadıköy’de, Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıkıyor... Bir kadın, Mustafa Kemal’den önce tutuşturuyor toplumsal değişim ateşini... Zaptiyeler, olayı duyar duymaz tiyatroyu basıyor. Darülbedayi yöneticileri sorgulanıp, uyarılıyor...

Afife Jale o gece yaşadığı duyguyu şöyle anlatıyor...
"Hayatımda mesut olduğum ilk gece... Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Oyunda güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi... Orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler... Muharrir Hüseyin Suat Bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü: "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin." dedi”

Afife Jale o geceden sonra zaptiyelerin tehditlerine aldırmadan, sahneye çıkmaya devam etti... Fakat sahneye çıktığı her defasında tiyatro baskınlara uğradı... Afife Jale her defasında arkadaşları tarafından bir yerlerden kaçırıldı...

Ne var ki, takip sonucu günün birinde sokakta yakalanacak ve götürüldüğü karakolda yapılan sorguda, zaptiye amiri; “Dinini, milliyetini unutan sen misin?” diyerek hırpalayacaktır Afife Jale’yi.
Dahası kendi ailesi, öz babası “Sen artık fahişe oldun” diyerek Afife’yi evden atacaktır...

Ulusun kurtuluşu için Samsuna çıkan Mustafa Kemal, İstanbul Saray yönetimi tarafından askerlikten atılıp, idam cezasına çarptırılırken, kadının var-oluş savaşında büyük bir devrim ruhuyla sahneye çıkan Afife Jale, fahişelikle suçlanıyordu...

Afife Jale, yaşadığı tüm acılara direnerek, karanlık kafaların saldırılarına göğüs gerdi. Sonunda kazandı... Sonunda Mustafa Kemal de kazandı... Ve 1923’te Mustafa Kemal’in önderliğinde, yeni meclisin çıkardığı yasa ile, Müslüman kadınlar sahnede ve sanatın her alanında olma özgürlüğüne kavuştu...

Afife Jale’nin ömrü acılarla geçti... Yaşadığı büyük buhranların ortasında, büyük aşklar da yaşadı... Selahattin Pınar’la yaşadığı aşk dillere destandır... Ünlü bestekar; “Nereden Sevdim O Zalim Kadını” gibi birçok eserini Afife Jale’ye yapmıştır...

Bir yazımda kadınımızın içinden bir Lady Godiva çıkmamasından yakınmış ve kadınlarımızın kişisel varoluş ruhundan yoksun oluşundan şikâyet etmiştim... Sonra, Afife Jale geldi aklıma... Özellikle bugünün kadınına anlatılması gereken yaşamıyla, Afife Jale’yi hatırlamanın ne kadar önemli olduğunun farkına vardım..."
***

24 Şubat 2019 Pazar

Bunalım Altının Üstü


Bazan zıplayıp daha yukarıda bir yere konarım; bazan düşüp diplerden birine saplanır kalırım... En dip sandığım yerden zıplayıp bir daha düştüğümde, daha da bir dip olduğunu gördüğümde çok şaşarım. Ancak, her yeni bir dibe vuruşum bana hatırlatır ki, yaşamanın doyumsuz heyecanı da bu dipten çıkışa gayretli zıplamalarımdır. İşte o gayretler de ayrıca öğretiyor ki, yaşamın değeri zıplama yüksekliğiyle değil, inilen kuyunun derinliğiyle ölçülür...

Bunların hepsi güzel bir laf salatası; aslında hayatın ne dibi ne tavanı var; sadece yaşam denen hareket dalgasının endamı var... Rahmet ve güneş içinde bir armut gibi olgunlaşıp toprağa düşünceye kadar ben bu endamın tasarımcısı olmak istiyorum; hepsi bundan ibaret...

Muharrem Soyek

23 Şubat 2019 Cumartesi

Ölüm Hakkı

Ölüm arzusu, hayatın bir sonraki anına geçme umuduna rest çekmektir. Eğer bu bilinçli bir arzuysa saygı duyulmalıdır. Kendini yok etme hakkı, (ötenazi) yasalarla korumaya alınmalıdır. Koşulları belirlenmeli ve hakkını kullanmak isteyene yardımcı olunmalıdır. Ötenazi intihar gibi bir kendinden, yani yaşamdan kaçış değildir. Ölüme bilinçli bir teslimiyettir. İnsanın aklı başında olduğu hâlde sağlık nedeniyle hiçbir zaman özgür varlığıyla yaşamını sürdüremeyeceği bilgisini netleştiren iradesiyle alabileceği intihar kararı da diyebiliriz buna. Ölüm hakkı, engelli olmanın ruhsal çöküntüsüne çare yapılamaz. Bedensel engelden ileri, beynini bile kullanamadan yaşamaya karşı hayattan cesur bir vazgeçiştir. 

İnsan bitki gibi yaşamak istemez; öleceksek de sürünmeden ölelim. Bitkisel yaşama geçme ertesinde veya yaşarken işkence gibi acılara katlanmak zorunda olduğunda insanın aklı başındayken yaptığı seçimiyle kullanılabilir bir hak yapılmalıdır.

Muharrem Soyek 

1 Şubat 2019 Cuma

Yapay Zekâ Egemenliği

Yapay zekanın yirmi-elli yıl içinde yaşamımıza egemen olacağı öngörüsü, çok kimsede hiç de küçümsenmeyecek korku ve tedirginlik yaratmaktadır.

Her şeyden önce, yapay zekânın insan yaşamına egemen olması insanın kendi zekâsını kapatmasıyla ancak olasıdır ki bu da yetmez, aynı zamanda yapay zekânın da insanları kendine kul/köle edebilir gelişkinlikte olması gerekir. İnsan hiçbir güce, Tanrı’ya bile hepten kul/köle olmamışken yapay zekânın bunu yapabileceği kanısı bence insanın hayal gücünün kurguladığı bir gelecek efsanesinden ibarettir.

Burada Tanrı’nın gücünü küçümsediğim sanısıyla, “Tanrı’yı karıştırma!” diyenleri duyar gibiyim. Allah aşkına, Cennet’te bile Tanrı yasağına uymayan insan iradesi değil miydi? Neden böyleydi? Çünkü, Tanrı insanı o denli özgür iradeyle var olacak nitelikte yaratmıştı. Şimdi insan kalkıp da kendi tasarımı bir yapay zekânın egemenliğinde yaşamaya razı olursa Tanrı kahrolmaz mı? Sırf bu yüzden, adına şanına yakışır biçimde Tanrı da insanı kahretmez mi?

* “Düşüncenin düşüncesi Tanrı’nın düşüncesidir.” Aristoteles) Yapay zekâ da gereğinden fazla düşüncenin düşüncesi olup tanrılaşırsa vay hâlimize! Tanrılaşıp da her işimize karışmaya başlayan yapay zekâ, insanın aklını ve emeğini kulu kölesi yaparken ezelden beri var saydığımız hiçbir tanrı kılını bile kıpırdatmayacaktır… Çünkü insan ta yaradılıştan tanrısına en yakın özgür istem ve istençle kendi yazgısını belirlemek üzere tasarlanmış bir candır…

Aslında gelecek endişesini doğrudan yapay zekânın kendisiyle ilişkilendirmek de pek doğru değil. Çünkü, gelecek endişesi gerçekte insan zekâsının yapay zekâyı işletim niyetiyle ilişkilidir. Yapay zekâ, insan zekâsından bağımsız kalarak geleceği asla insana rağmen insana karşı bir oluşumla tasarlayamaz. Yapay zekâ dediğimiz şeyin insandaki zekâya eşdeğer bir olgu olmadığı ve bence olamayacağı açıktır. Nedeniyse, yapay zekâ ne kadar gelişkin bilgi kullanma yeteneği sergilese de insan gibi kendini bilir bir bilinç oluşturamayacaktır. Oluşturamaz, çünkü yapay zekâ işlevselliğinin fişi her zaman insanın elinde olacaktır. Gene de enerji üretimi ve dağıtımıyla birlikte, güvenlik ve savunma işlerini de hepten kendi kendine düşünüp tasarlayan robotlara teslim ettiğimiz yerde, yapay zekânın insan zekâsına tehdit oluşturacağını hayal edebiliyorum. Biz de o kadar salak olmayalım, di mi yani?

Bence, yapay zekâdan değil de asıl insan zekâsından endişe etmeliyiz. Neden denirse, tıpkı şeytanın kendisini insanın dışında sandırması gibi, insan zekâsı da yapay zekânın insandan bağımsız işlediğini sandırabilir. Hatta bazı üst düzey insan zekâları yapay zekâ egemenliğinde yaşamayı bir uygarlık övüncü olarak da yutturabilir. Uygarlık değerlerini ve koşullarını belirleyen paranın efendileri ve onların güdümündeki devlet yöneticilerinin yapay zekâdan beklentileri neyse, insanlar da yapay zekâ egemenliğine o kadar boyun eğen modernite kölesi yapılabilir…

Benim asıl endişem, insanların ‘yapay zekâ’ ile yaşarken iyice düşünme tembeli olmuş biyolojik robotlara dönüşme olasılıklarıdır. Toplumu yönetme gücünü elinde tutanların, düşünme tembeli insanları yapay zekâ ürünlerine bağımlı kılarak kendi çıkarları doğrultusunda yönetip yönlendirme olasılığı hep olacaktır. Ancak, bu tehlikeli olasılık yapay zekânın doğrudan kendisine bağlı olmayıp, insan zekâsının yapay zekâyı işletim niyetine bağlıdır.

Anlaşılan o ki, geleceğe uyarlanmış yüksek insanlık nitelikleriyle donanımlı bir yaşam biçiminde yapay zekâ epeyce olumlu bir yer tutacak. Gene de yapay zekâ uygarlığının insan hinliğinden dolayı olası sakıncalarının önünü şimdiden kesmeliyiz. Bu önlem de en ileri özgürlük içinde, bireyin çağdaş var-oluş gereksinimlerini güvenceye alan demokrasi ve mutlaka düşündürmeyi kendine en öncelikli görev edinmiş bilimsel eğitimle ancak olasıdır.

Yapay zekânın ana kumanda fişi her zaman insan bilincinin zekâ işletimine bağlı kalmalıdır… Yani, yapay zekâ anca benim irademe bağlı zekâ üretecimle işlevsel olabilmelidir… Yapay zekâyı insanlığı kurtarıcı ya da bir insanlık öcüsü görmekse düşünme ve düşündürme eylemini angarya sayan bir zekâ tembelliğidir. Bizi bizden başkası ağlatamaz da güldüremez de… İnsan insanın hem belası hem şifasıdır; bilincin iman görüsünde her ne kadar Allah’tan varsayılsa da hayır ve şer sadece ve her zaman insan elinden çıkar

Salt maddesel tasarımlı ruhsuz yapısıyla, yani kendi varoluşunu duyumsama ve kendinden üretme yetisi olmayan yapay zekâ aygıtı, insanlığa asla doğrudan tehdit oluşturamaz. Tehdit, yapay zekâyı kullanan insandan gelir. Ola ki gün gelir de biyolojik işlemcili, yani bir tür biyo-teknik beyinli insan benzeri yapay zekâ aygıtları üretiriz, işte o zaman kendi varlığımıza ortak yaratmış oluruz. Bakın, işte o biyo-teknik yapay zekâlı insansı robotların zamanla kendilerini bilip de kendi bilinçlerini ve benzerlerini üretmeye başlayarak bize başkaldırma olasılığı bana oldukça mantıklı görünüyor. Mantıklı amma çok da korkunç görünmedi, çünkü o robotlar da artık insan sayılırlar… Belki de bizden daha iyi insan olacaklardır; kim bilir?

Hani evreni yeniden kuracak kadar yetkinleşmiş bile olsa, ruhsuz bir yapay zekâya köle olmaktansa gönül kapısını sevgiyle açan geri zekâlı bir insana uşaklık etmeyi yeğlerim...  Yapay zekâyı gönlü bol ve ruhu aydınlık insanların iyi niyet hizmetine koşanlara da ayrıca şükranlarımı sunarım.

(Muharrem Soyek, Ocak 2018)
***

7 Ocak 2019 Pazartesi

Önyargı masumdur



“Önyargı değildir düşünmeyi yanıltan; önyargıyı son yargı hükmü yapan düşünme niyetidir bozuk olan..." Muharrem Soyek)

* Amerikalı psikolog Gordon Willard Allport diyor ki, “Erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir.” (Erken yargı ile önyargı benim bilincimde farklı bir söz kavramı oluşturmadı. Bence erken yargı kendini yalanlayan yeni bilgiyle yüzleştiğinde değişmiyorsa “önyargı” değil artık son yargı hükmü olmuştur. Önyargı yerine, ön kabul, sayıltı, ön bilgi dense de benim bilincimde düşünme eylemini yanıltan ya da doğrulayan bir kavram oluşmaz; çünkü bilirim ki bunların hepsi ancak düşünme eylemim sonunda gerçeklik hükmü yaparlar.

Önyargıdan kurtulmak için özel çabaya gerek yoktur. Önyargım, düşünme eylemim sonunda edindiğim son-yargımla hükümsüz kaldığında zaten kendiliğinden geçersiz olacağı için durduk yerde ondan kurtulmak için çaba harcama gereği duymam. Zaten sakıncalı olan da önyargının kendisi değil, onu son bilgi sanmaya koşullanmış bilince güvenerek düşünmektir. Muharrem Soyek)

2 Ocak 2019 Çarşamba

Halka Hizmet


“Halka hizmet, Hak’ka hizmet!” değil de “Hak’ka hizmet, halka hizmet!” demek mi gerekiyor?

Mana yapıcı bakış açısı aynı olsa da bakışın odak noktasından dolayı mana eyleminin öncelik hedefi farklılaşıyor. Gene de nereden baksak tek parça. Halka hizmet Hak'kın yaratım övüncü olan insanı yüceltici olmasıyla Hak'ka hizmet sayılır. Hak'ka hizmetse daha geniş bir alanı kapsayarak içinde insanın da bulunduğu varoluş ortamını iyileştirme eylemidir. İnancın iman gerçekliğindeyse Hak'kın insan işi hizmete ihtiyacı olduğu düşünülemez. Bu sadece insanın kendini Hak'ka yakınlaştırma eylemiyle Hak'kın rızasını kazanma işidir. İşte bu Hak rızasını en üst düzeyde kazanma işi halka hizmetle oluşur ki tasavvuf görüsünde Hak rızası için yapılan her şey gibi o da Hak'ka hizmet sayılır. Vurgulanmak istenen şey, Halk'a hizmetin Hak rızasını yüksek derecede alacak bir iş olduğudur. "Hak'ka hizmet halka hizmettir!" deyişi aynı kapıya çıksa da çok daha geniş bir hizmet alanı açarak halka hizmetin Hak rızasındaki öncelikli yerini vurgulamıyor.


Gerçekte kimse doğrudan halka hizmet için var olmaz; herkesin hizmeti aslında kendinedir. Özdeyişin kursağında bu mana saklıdır. İşin aslı, halka hizmet ile Hak nezdinde muteber olmaktır. Halka hizmet sadece halkın örgütlü ve kurumsal demokrasi bilinciyle devletten hak ve hukuk eşitliğinde hizmet almayı kendine hak yapmasıyla olasıdır.

Muharrem Soyek