kader etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kader etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2018 Pazar

Bildiğim Bilmediğimdir


* “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiş Sokrates: 

Hiçbir şey bilmediğinden değil elbet; her bildiği şeyde nice bilinmeyenlerle karşılaştığı için böyle demiştir. Bu özdeyiş, bilimsel felsefenin dokunulmaz yöntem kuralı olmalıdır bence. Kendini tanıma yolunda ilerlemenin ön koşulu önce bildiğini inkâr etmektir. Sana öğretilmiş bilincinle kendini ancak başkalarının sana çaktığı kimlik künyendeki kadarıyla tanıyabilirsin. Bu yüzden, Sokrates’in sözü muazzam bir bilimsel düşünme ilkesidir. Sözün mana özü, ‘Bildiğin hiçbir şeye asla son ve mutlak bilgi inancıyla bağlanma’ diyor. Ben bu özdeyişle tanıştığımdan beri gün gelip de bildiğimin bilemediğim olduğunu görünce hiç şaşırmadım. 

Bildiklerimiz, yeni bildiklerimizin bilinciyle ele alındığında yanlış olabiliyor. “Ne kadar çok bilirsem bilmediklerim daha çok artıyor” demeye de geliyor. İnsan, bildiklerini işlerken önünde açılan bilinmedik bilgi deryasında bildiklerinin “hiçbir şey” kadar azaldığını hissediyor. Biraz felsefe ıkınmasıyla gelse de aynı sözden olumlu bir mana çıkarımı da sezinliyorum: “Bildikçe, çoğalan bilmediklerimi bilmeye daha da yaklaşmış oluyorum” demeye de geliyor. 

Bilincimin iman pusulası yaptığım bu söz bazan kafamı karıştırır. Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğim olabilir mi? Sözün özünü sorguladığımda bildiğim şeyin asla ‘hiçbir şey’ olamayacağını görüyorum. Sadece, bildiklerim bilmediklerimin yanında ‘bir hiç’ kadar önemsiz kalmaktadır. Çok şeyi bilirken bildiğimin her şey kadar çok nice bilinmedik hâlleri olabileceğini de görmüş oluyorum. Yani, Sokrates’in epeyce bir bildiği vardır; ancak bildiklerinin içlerinde bilinmedik nice bilgiler saklı olduğunu sezmesiyle bildiğini de henüz tam bilinmedik varsaymaktadır. Bildiklerinin henüz bilemedikleriyle gerçeklik yapan eytişim (sarmal diyalektik) nedensellerini, salt kendi özlüğünden olma en ilk bilgiden son kıyamet bilgisine varıncaya kadar tümüyle çözümlemiş olmadan, hiçbir şeyi tam bilmiş sayılmayacağından emindir. Görünen o ki her şeyi bilmek de ancak Tanrı’yı tahtından indirip yerine geçmekle olasıdır… 

Burada, “Hiçbir şey bilmeyen bilmediğini bilebilir mi?” sorusu felsefenin mantığını ayıltabilir. Çünkü biliriz ki insan bilinci bilmediklerini sadece bildikleriyle fark edebilir. Yani, gerçekten hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey bilmediğini de bilemez. Zaten sözün ilerisinde Sokrates şöyle diyerek aslında ne çok şey bildiğini de ima etmiştir: “Hiçbir şey bilmediğini anlaman için çok şey öğrenip bilmen gerekiyor.” 

Hayatın kader dümenine asılan insan bilincinin egemenlik gücü, bildiği kadar bilemediğinin de farkında olmasından kaynaklanır. Bu yüzden, eğitimin ana ilkesi öğrenciye bilgiyi ezberletmek değil, düşünüp de bilmediklerini fark ettirecek meraklı bir bilinç edindirmek olmalıdır. 

Sokrates’in bu özdeyişini bilincimize bir kara delik gibi oturtup tüm bildiklerimizi hiçlik çöpünden mi saymalıyız? Elbette hayır! Vurgulanan şey, bildiğimizin hiçbir şey olmasıyla bilginin bilinemezliği değildir. Bilgi öyle çok göreceli doğruluk oluşturabilir ki, insanın hepsini bildiğini iddia edebilmesi için ölümsüz olup kıyamete kadar da yaşamışlığı olması gerekir. Yani, kesin bilinebilir olan ancak ‘hiçbir şeyin ezelden sonsuza kesin ve mutlak olamayacağı’ bilgisidir. Herakleitos’un, ‘Değişimden başka hiçbir şey sonsuz değildir’ sözüne kardeş bu özdeyiş, kesin olan tek doğrunun (hiçbir şeyin mutlak doğruda sabit tutulamayacağı) gerçeği olduğuna vurgu yapıyor. Yanlış anlamış olabilir miyim acaba? Sanmıyorum! Çünkü hâlâ hiçbir şeyi kesin değişmezlikte tutamıyorum… Hâlâ, doğru bildiğim şeyin az sonraya göreli yanlış sayılmayacağından emin değilim…

*Uygarlığın tasarım ve işletiminde, insanlığı yüceltici başarıya ulaştıran bilginin gerçeklik sırrına ermek için, kendini bilmeye eğitimli zekâların azimli ve sabırlı iş birliğinin yerini dünyada hiçbir şey tutamaz…

Muharrem Soyek

28 Kasım 2013 Perşembe

KADERİN SUÇU NE?


KADERİN SUÇU NE?


Hayatın kader dansı yapan cilvesi gerçekten de yoktur. Hayat ne anlar ne uğraşır böyle öznel oluşumlarla. Hayat kendi yolunda giderken biz taş gibi önüne yattığımızdan olsa gerek bize çarpar da biz o çarpılmayı “kahpe kader” olarak tanımlarız. Bu tanımı bence insana ancak bencil inkârı belletebilir; ki o bencillik insanın kendi içindeki şeytanın masumiyet maskesidir aslında. Kusurlu seçimlerinin nedensel sonuçlarını kader kısmete bağlaması insanın düşünme tembelliğindendir.

“Kader” kavramının insan kusurlarına önlenemez bahane olarak ileri sürülen bir uydurma yapılması onun gerçeksizliğine kanıt sayılamaz. Çünkü insan varken insanın uydurma ürünleri de kendi varlığının bir gerçeğidir. Kader de bana göre sadece insanla birlikte var olabiliyor. Bu var oluş bile bana göre çok zayıftır. Öyle ki; mutlak biçimde bizim fizik ve zihin gücümüzden hiç etkilenmeden süre gelen ve giden hayat oluşumlarıyla hiç tasarlamadığımız biçimde bilgimiz dışında katışırız ki, işte sadece burası “kaderimizden” sayılabilir. Ne var ki kıyamet dışında kalan her “kader” sadece öngörülmeyenle karşılaşma ve katışmanın başlangıç anından ibaret kalır. Ondan sonrası insan aklının etkisiyle değişebilir ve yönetilebilir bilgiye dönüşmeye başlar.

Kader bu dünyada herkes için bir hayat tasarımı üreten, hele hele de bu tasarımı yöneten bağımsız bir varoluş gücü asla değildir. Bence, öylesi bir kader olsa olsa ahretlik bir inanç gerçekliği olabilir. Tabi ki ahret inancının olmadığı bir zihinde bu kaderin gerçeklik duyumu yok olacaktır. İnançlı zihin varsayımına bağlarsak, insan ahret hayatına ahretlik olduktan sonra müdahale edemez; bu da kaderin hasıdır işte. Kader, anlık ve gelecek zaman içinde müdahale etmeye fırsat ve bilgi vermeyen hayat gidişatıdır. İnançlı insan için ahret hayatına müdahale edilemez ilahi bir dönüşüm hâlidir. Bu yüzden ahret hâli insanın has kaderidir. Buna rağmen, insan ahret kaderini dünyalık yaşamıyla kendisi belirler; bu da bir bakıma insanın dünyalık “kaderini” kendi aklıyla yapabileceği gerçeğidir ki, bu bilginin doğruluğu dünyalık kaderin insanı yönettiğine değil insanın dünyalık kaderini yönetebilir olduğu gerçeğine çıkar. Sanırım akıl yetmezlerinin günahlarından sorumlu tutulmayışı bu yüzdendir. Kader hayatın ne bir yaptırım gücü ne bir şans kısmet kapısıdır; hayat için kader anlamsızdır; çünkü evrensel hayat bir biçimde başlamıştır ve kıyamete kadar sürmesini sağlayacak kurallı bir düzen içinde kendiliğinden ilerlemektedir. Bir bakıma hayat kendi varoluş hâliyle kaderini bütünleştirmiş olduğu için bizim kavramlaştırdığımız kader anlayışı hayatın ilgisinde değildir. İnsanın kendi varlığı için kavramlaştırdığı kader hayatı var eden vazgeçilmez bir unsur değildir. Hayat hiçbir varoluşu için özel amaç edinerek ilerlemez. Bu yüzden insanın kaderinden saydığı hiçbir şey hayatın ona verdiği özel bir anlam değildir. Belki hayatın bir kaderi vardır; başlangıç yazılımı ve son kıyamet gibi… Belki de kader hayatın tümlüğünü Tanrı’nın arzusuna bağlayan dinsel bir kavramdan öte değildir; bunu bilemem. Fakat bilirim ki, hayatın akışını kendine özel “kader” sandıran şey insanın tembel bencilliğidir.

İnsan düşününce kavramlar değişmese bile farklılaşabiliyor. Müslümanlıktaki kadere iman da her Müslüman’ın ve Müslüman olmayanın kavrayış düşüncesiyle farklılaşabiliyor. Zaten İslamiyet’teki kader esnek bir tanım ve kavrayışa uyarlıdır. Çünkü Allah kaderin koluna insana bahşettiği en muhteşem nimet olan akıl yürütme (düşünme) melekesini takarak, “başına gelen ve başına sardığın her şeyi kaderin marifeti sayma” demek ister gibi, Kuran vahiylerini “oku” ayetiyle başlatmıştır; ayrıca, göklerde ve yerlerde insan için hayırlı bilgiler saklı olduğunu, öğrenmenin ve düşünmenin ibadet olduğunu belirtmiştir. Bu yol gidişatınca düşünüldüğü zaman kader kavramı da insan yaşamını önceden belirleyen bir ilahi yazılım (yazgı) olmaktan çıkmaktadır. İslami bilgiyle düşünsek bile kaderin insan yaşamını bağlayan bir pranga olmadığını fark edebiliriz. Düşünen Müslüman’ın kaderi hayatın henüz çözümleyemediği bilgilerinden ibarettir. Müslümanca kavranabilen kader aslında herkes için geçerliği olabilecek bir bilgiden sayılabilir. Şöyle ki; Müslüman’ın kadere imanı, “Allah her şeyi bilir ve görür; hayrın ve şerrin yapıcı sahibidir; ne gelir ve giderse Allah’tandır” der. Ancak, hayatın tümünü bağlayan doğum ve ölüm ilmikli “büyük kaderin” türev ürünleri hayırda ve şerde sonsuz çeşit ve biçimlerle tezahür eder ki, Müslüman bunların bilgisine vakıf oldukça içlerinden Allah’ı memnun edecek olanı akıl yoluyla belirlemek ve bir bakıma kaderini seçmekle yükümlü tutulmuştur. Cehennem ve cennet ödüllü olan ahret kaderi de bu seçimlerindeki hayır ve şerre bağlanmıştır. Tanrı’ya iman etmiş dindarlar ve Tanrı inancı olmayan veya Tanrı inancı bir biçimde olup da dinsiz olanlar şimdi burada durup kendilerine sormalıdırlar; “Seçilebilir olmuş bir kaderi suçlamak ne kadar adildir?” “Allah’a iman etmiş veya etmemiş bir akıl, bilinmeyişinden dolayı seçilebilir olmayan bir kader olgusunu sorgulama yetisiyle çözümleyebilir olmasına rağmen onu hayrın ve şerrin önlenemez nedenseli saydığında kendini ve dolayısıyla Allah’a imanını inkâr etmiş olmaz mı?”

Ben insan olmuşsam yaşantım mutlak kaderim olamaz; kader mutlak yaşantım olmuşsa ben insan olamam. Soru ve sorun kaderin ne varlığı ne yokluğuyla ilişkilidir. İnsanı var eden akıl yürütme yetisiyle ilişkili tutarak kısaca sormalıyız: “Ben varken kaderin suçu ne?”


Muharrem Soyek
***