23 Mart 2019 Cumartesi

CENNETİN KRALLIĞI



Hz. İsa tarafından havarisi Thomas'a bizzat yazdırdığı rivayet edilen Thomas İncil'i 1945 yılında Yukarı Mısır'da Nag Hammadi bölgesinde köylüler tarafından antik mezarlık olan bir kaya oyuğunda bakır levhaya sarılı 12 el yazması hâlinde bir testinin içinde bulunmuştur. Hz. İsa zamanında konuşulan Aramaic dilinde yazılı bu belgeler Vatikan tarafından İncil aslı olarak kabul görmedi.

Ben işin din bilim tarafını ilâhiyatçılara bırakıyorum elbette. Ancak söz konusu yazıttan bir çeviri alıntısını düşünce küpesi yaptım. Çevirinin ne denli aslına uygun olduğu ve hatta uydurma olabileceği kuşkusu küpenin değerini düşürmez. Buluntu Thomas İncili'nden dünyalık felsefeme uyarladığım iki söz incisi:

1-* “Bütünü algılayan kimse kendisinden mahrum ise, bütünden de mahrumdur” Ben bu özdeyişten bir erdemlik algısı kaptım: ‘benlik bilincini, yani kendini bilmeyi her şeyin üstünde özgürlük tacı yapamayan kimse her şeyi bilse de asla bütüne eremez’, dedim.

2-* “Arayınız bulacaksınız. İkiyi bir yapınca insanoğlu olursunuz ve eğer derseniz: ‘uzaklaş ey dağ!’, dağ uzaklaşacaktır”. (Birbirimize yakınlaşmayı istemeliyiz. Tabi ki yaklaş ey dağ" diyince dağ yaklaşmaz, fakat bizi dağa ulaştırıp da tırmandıracak yol zihnimizde görünür olur. Bence bu yaklaşım yolu, ‘aklın yolu birdir’ özdeyişindeki akıl birliği manasına çıkan "ikiyi bir yap" öğüdüyle burada gösterilmiş oluyor. İkiyi bir yapabilen, yani çok olanı birlikte paylaşabilen kişi insan olmanın en zorlu dağını da aşmış olur.)

Halil Cibran şöyle der: "Gerçek bilge sizi kendi bilgelik evine davet etmez; sadece evinin eşiğine kadar size rehberlik eder" Çünkü eşikten içeri mana herkesin kendi benliğidir…

Hz. İsa’nın da söylediği şudur: “Arayınız bulacaksınız! Gerçeğin kralını arayacaksın ve gerçek olmakla kurtulacaksın. Cennetin krallığı içindedir…” Öyleyse ben derim ki, cehennem de kendine kral olamayanın korkusudur.

İnfaz tepesine kadar İsa'nın sırtında taşıdığı çarmıhın üstümüzdeki günahı İsa'yı göğe çıkartmakla bağışlanmış değildir; merhametli vicdan adaletini bilincine mühürlemedikçe hiçbir insan çarmıhın günahından arınmayacaktır...
Muharrem Soyek
***

11 Mart 2019 Pazartesi

GÖNÜL KAPALIYSA


* “Gönül kapısını açık tutmak aşka iltifatın erdemidir. Ancak,  gönül kapısından içeri girenin o kapıyı kapattırması aşkın zaferidir.” Muharrem Soyek

* “Gönül kapılarını hepten yıkmış seven bir ruh, hayatın son umudunda bir yaşam damlacığından yeni bir evren yapabilen ruhsuz zekâdan yücedir... Yapay zekâya duyurumdur.” Muharrem Soyek

* “Erdemli bilgeliğimizin sınav sonucu, düşünce ve davranışlarımızın beğenilmediği yerde takındığımız gönül tavrının ta kendisidir.” Muharrem Soyek)
***
Gönül, Kâbeden bile üstündür... Çünkü gönül yüce Rabbin teşrif ettiği tek yerdir... Üstündür; çünkü Kâbe’nin gönüllere teşrif  edip hoş etmek gibi bir işlevi yoktur. İnsan, gönlünü onurlandırmak için Kâbeye teşrif eder… Öte yanda gönülde duyumsanan Tanrı’dır insanı onurlandıran.

İnsan, Tanrı’yı duyumsadığı gönül bağlarını başkalarıyla paylaşmak için olgun ve bakımlı tutabiliyorsa o insanın bastığı yer zaten Kâbe’nin izdüşümü olur. Böyle gezici Kâbe olabilmek için gerçeğin her iki ucuna dokunmak yetmez; küresel sonsuzluğun her noktasına dokunabilmek gerekir ki bunu da insan tam gönül açıklığıyla nefsinden vazgeçmekle yapabilir.

İnsanın nefsinden vazgeçmesi bilgisiz düşünmek kadar zor bir iştir. Gene de nefsin gönüldeki bencil kapanımlarını açtığımız oranda Tanrı’ya yaklaşırız. Akıl ve düşünce ne kadar engin olursa olsun açık gönülle seyretmiyorsa bir damla gönül açma muhabbetinin kucağı kadar bile olamaz. Bu yüzdendir Hac İbadeti'nin beklentisiz sevdayla Tanrı'ya gönül açınca ancak geçerli oluşu.

Bilgi sonsuzdur; sonsuzluk da Tanrı'nın imzasıdır… Ben, varoluşun tanrısal tümlüğünden oluşmuş canlı bilgiyim. Benim kendi özgünlüğümle var olma çabam da aslında varoluşun tümlüğünü sürdürmesi için yürüyen bir yoldan başka nedir ki?

Ayrı yollarda yürüyor olsak da, çok da farkımız yok birbirimizden; çünkü bütün yollar varlığın sonsuzluğuna ölümün kucağından başlar ve gene ölümün eşiğinden hiçliğin sonsuzluğuna düşerler. Bu yüzden de bizim asıl işlevimiz doğrularımızla birbirimizi tepelemek değil, doğrularımızın bilgisini kullanarak hayatı insana güzel edip sunabilecek gönül bağları yeşertmek olmalıdır.

Kimse kendinin son doğru bilgi olduğunu sanmasın; hepimiz birer hayat bilgisi gerçekliğinin görünümünden ibaretiz. Bu yüzden ne kadar düşünen beyin varsa, bilgiye de o kadar farklı anlam yüklenmesi olasıdır.

Ancak, aklın yolu bir olduğu için düşünce doğru sanıyla eyleme geçmeyi yeğlemektedir. Doğru sanı için de vazgeçilmez ilkesel davranış, önce bir uca sonra diğer ters uca dokunabilmektir. Ve daha sonra da eylemsel somutluğun ihtiyacı doğrultusunda gerektikçe diğer ara uçlara dokunabilmelidir. Bu yüzden ne arkadaki gericidir, ne öndeki ilerici sayılır; çünkü aklın yolu ne düz gider ne aynı yöne bakar...

Biz hepimiz birbirimizin ebesiyiz aslında… Gün yüzüne daha engin doğmak isteyen her kimse karanlığın bilgisini de edinmek zorundadır. Kendini son doğru sanarak kendine benzemeyenleri yanlış ve tehlikeli sayanlar fena halde gönülleri kapanmış akıllardır aslında.

Yahya Kemal Beyatlı ‘nın da dediği gibi:

“Girdiğin aynada, geçmiş gibi diğer küreye,
  Sorma bir saniye, şüpheyle sakın, yol nereye?
  Ayılıp neş’enin yükseltici sarhoşluğundan
  Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan!
  Duy, tabiatta biraz sen de ilah olduğunu,
  Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu”

Pascal'in deyişi de şöyle:

İnsan büyüklüğünü bir uca giderek değil,
Her iki uca dokunarak gösterir.
*
Hz. Ali’yse, “Ara sıra gönülleri eğlendirin, çünkü gönül sıkılırsa körleşebilir” der. de.
*
Muharrem Soyek

***

6 Mart 2019 Çarşamba

Atatürk Milliyetçiliği


* Atatürk haddini bilen bir dehadır. Çünkü "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" demişti. Sanırım bu yüzden zaman üstü bir önderlik vasfıyla hâlâ var olmaktadır. (mürşit; yol gösterici)

Elbette, ‘Ne mutlu Türk olana!’ demeyiz! “Ne mutlu Türk’üm diyene!” deriz. Aradaki farkı, tarihsel bağımsızlık ateşi ve insanlık ruhuyla göremeyen belki doğrudan bilinçle ırkçı değildir amma ırkçılığa hizmettedir.

Şimdi bunu okuyan bir sözde milliyetçi, “Herkes soyuyla, ırkıyla övünebilir” diyerek posta koydu sözüme. Ben de biraz açayım bilinçsel algımı dedim: İnsan bireysel özelinde ve toplumsal konumunda kendi ailesel soyu sopuyla elbette övünebilir; kişisel özgürlük hakkı sayarım. Irkıyla övünmeye kalkınca övüncüne beni de kattığı için itiraz hakkım doğuyor. Herkes kendi içsel özelinde soyunu sopunu övünçle kutsayabilir amma bu övüncünü ırkçılığın toplumsallık dozuna vardıramaz. Irkçı böbürlenme tekil özneden çıkarılıp çoğul özneye yüklendiğinde bireysel değil toplumsal bir duyum betimlemesi yapar. Toplumsallık da herkesin keyfine bırakılamaz. İyisi mi kimse ırksal kökenini yücelterek övünmesin; çünkü öylesi bir övünme doğal olarak diğer ırklara üstünlük taslar. Irkçılık, insanın kendisini en üstün ırktan görme kibriyle diğer ırkları küçümseyen bir böbürlenmedir. İnsan eğer övünmeye durmuşsa, insanlığıyla övünsün…

Benim anladığım Atatürk Milliyetçiliği: Soyu-sopu ne olursa olsun; alttan üstten bir kültürün neresinden olursa olsun, T.C. Devleti’ne vergi veren ve de veremeyen, vatana sevgili, millete ve dünya doğasına saygılı her yurttaşı mutlu etme niyetine hizmettir. Sanırım böyle bir gayret neticesinde, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü de gerçek anlamıyla anca yaşanır oluyor. İşte o zaman hiçbir T.C. vatandaşı ‘Mutlu Türk Vatandaşı’ olmanın kısa adı olarak kendini ‘Türk’ görmek ve tanıtmaktan gocunmayacaktır. T.C. vatandaşlık hakkını alan insanların aidiyet bağına Türk Milleti denir… Dolayısıyla Türk Milleti’nden olana da bir üst kimlik olarak yeryüzünde resmen Türk denmesi doğaldır. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü, kendini ulusal kimlikte Türk Milleti’nden sayan herkesi yücelten milliyetçi, yani ‘milletçi’ bir söylemdir; asla ırkçı değildir. Öyle milliyetçi olalım ki, yabancının bile “Türk vatandaşı” olup bu ülkede yaşayası gelsin. İşte o zaman, bu kutlu özdeyişi ırkçı kutsamayla “Ne mutlu Türk olana!” dermiş gibi anlayan ırk kökenli Türkçülük de yutkunup susa kalacaktır...

* “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demekte hiçbir sorun yoktur; yeter ki bu değerli özdeyiş ‘kraldan kralcı olup da “Ne mutlu Türk olana, ya da Türk doğana!” demeye kılıf yapılmasın. Atatürk Milliyetçiliğindeki Türk kavramı ırk kökenli bir varoluş bağının ifadesi değildir. Sadece, resmiyette Türk tanımıyla adlandırılmış T.C. vatandaşı olmaktan mutluluk duyumunun bir ifadesidir. Zorla değil, anca mutluluk koşuluyla söylendiğinde öz anlamıyla yerine oturur.

(Muharrem Soyek)


2 Mart 2019 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü


Mimar Nail Çakırhan’ın “Kadın Telakkisi” adlı şiirinden esinlenimle ben de tüm dünya kadınları için, “Kadın Çiçeğim” adlı bir şiir yaptım. Kadınlar çiçektir amma saksıda yetişip açmıyorlar. Gönlümde açan kadın çiçekleri...

*KADIN ÇİÇEĞİM

Yatak yorgan değildir kadın
Soğuk kış geceleri
Isıtmak içindir
Yalnızlığın ellerini;
Ve asla değildir oynatmak için
Harman yeri yaz geceleri
Zilli mi zilli dansöz gibi...

Kimine hamur yoğuran
Kimine çocuk doğuran
Kimine namustur kadın;
Ebedi aşkımız
Can dostumuz
Arkadaşımız,
Anamız bacımız kızımız…
Kaderin işaret parmağıdır kadın.

Onlar mangal yürekli melekler
Cenneti Dünya’ya çekerler,
Aşkın büyüsü pırlanta gözler
Yıldızların hepsinden güzeller;

O benim ellerim
O benim fenerim
Gönlümün sultanı
Ruhumun kanadı
Yoluma yoldaş
Canıma paydaş…

Daha neler desem
Ne inciler döksem
Azdır kadın için;
Kim ne derse desin
Kimsenin değildir kadın dediğin
Ne benim ne senin,
Sadece bizden biridir kadın dediğin…

Çiçek bezeli ayakları
Cenneti açtığı için,
Kahve kokulu elleri
Huzur sunduğu için,
Koynundaki erkek
Sütündeki insan için…
Şükran!
Kadına her gün bin şükran…
*
(08 Mart 2011; Muharrem Soyek)
*
8 Mart 1857 yılında New York'da polisin binlerce işçi kadının grevini kırmak için saldırmasıyla çıkan yangında ölen 129 kadın işçinin anısına 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kabul görmüştür. 8 Mart, 1910 yılında, 2. Uluslararası Kadınlar Kongresi'nde Clara Zetkin'in önerisiyle, "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul edildi. 1975 yılında Birleşmiş Milletler Kurulu'nda tüm dünyada kutlanmak üzere bu tarih Dünya Kadınlar Günü olarak resmen kabul edilmiştir.

Bugünlerdeyse acıklı bir olayı anmaktan öte bir maksada hizmet etsin diye kutlanmaktadır. Bu kutlamaların özünde kadının erkekle birlikte eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı dengeli bir yaşam paylaşımı esas alınır. Kadının erkek baskısıyla tarihsel ezilmişliğinden dolayı bu gün erkeğe saldırı fırsatı olarak da kullanılır. Aslında yapılması gereken hem kadına hem erkeğe bu dünyayı birlikte şenlendirme bilincini dank ettirmek olmalıdır. Buna rağmen bu günü erkeğe kafa tutma, toplumsal bir çatışma ve gerginlik bahanesi yapanlar, doğrudan kadınlarla ilgili olmayan siyasete araç edenler çıkmaktadır.

Buyurun efendim, aday olun, seçilin ve "kadın egemen" bir siyasetle gelin dünyayı siz yönetin... Elinizi ve aklınızı tutan mı var? Yalnız unutmayın ki, "Direniyoruz, kararlıyız, 8 Mart'ta yine sokaklarda olacağız" demekle olmuyor bu işler. Sabırla, azimle, demokratik örgütlenmeyle ve de en önemlisi aranıza erkekleri de katarak olacak işler bunlar. Erkek düşmanlığıyla kadın hakları ilerletilemez.

Kadının insandan sayıldığı yerde 8 Mart Günü kutlanmaz. Elbette kadın gereğinden fazla sultanlık taslamaya başlamışsa 9 Mart Dünya Erkekler Günü kutlanabilir…

Yani ben şimdi kadını göklere uçuran havalı bir "kadınlar gününüz kutlu olsun" yazısı yazsam, bir de kırmızı gül resmi koysam, "siz olmadan hayat ne sıkıcı olurdu" gibisinden bir ayar çeksem hoşunuza gider miydi? Yoksa erkek olduğum için düşmanın taciz atışı mı sayardınız? Kırmızıyı geçtim, beyaz gül daha güvenli gider. Ben gene de risk alarak kadını yücelten bir şiir çalışmamı Dünya Kadınlar Günü’ne hediye ettim gitti...

1934 yılında Türk kadını, birçok dünya ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Bugün zorunlu askerlik dışında hangi yasa kadına sen kadınsın geri dur diyor? Kadınlarımız bugüne kadar vali, rektör, pilot, kaptan, subay, vekil, hatta başbakan bile oldular... Varsa eksik kalmış bazı ayrıntı düzeltmeleri onları gündeme getirmeli. Yuvarlak laflarla nutuk atıp geçmeyelim.

Dersiniz ki bazı kadınlar bu hakları şu ve bu nedenlerden dolayı alamıyor, hah işte sorun budur. Kadınlar Günü, haklarını kullanmayı bilmeyen kadınlarımıza onları kullanma yollarını öğretmek için bir canlanma günü olsun. Bırakın bir yanı kadın olan erkekler de size yardımcı olsunlar.

"Adem'le Havva'dan beri kadın erkek didişmesi vardır" derler. "Bu işin sonu gelmez" derler. "Kadınla erkeğin arasına giren ezilir" derler. "Böyle gelmiş böyle gider; erkek dediğin hem sever hem döver" bile derler... Özellikle de kadınlar erkeğin arkasında kalmalarına böyle avuntumsu kader uydururlar. Oysa kadın dediğin, insan için ne kadar hak hukuk ve özgürlük varsa yeri geldiğinde hepsinden faydalanma hakkını kadınlık onurundan saymalıdır...

Ne yazık ki yasal engel olmayışına rağmen, hatta bazı konularda kadına olumlu ayrımcılık yapılmasına rağmen, bizim toplumsal bilincimizde kadının bir erkek gibi hayata dalmasına engel olan tutucu bir zihniyet yerleşmiştir. Gençlerde bile bu zihniyet aşılabilmiş değildir.

(Geçen yıllardan birinde Vatan Gazetesi'nde yayınlanan bir araştırmadan not almışım) Gençlerin yüzde 90.6'sı dayak yiyen kadına yardım edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ancak bunların dörtte üçü de, "kadını yaralamayacak kadar döven erkek ceza almasın" diyormuş. Araştırmada gençlerin çoğundan alınan çarpıcı yanıtlardan bazıları şöyle:

* Cinsel açıdan güven vermeyen kadınlar dayak yemeyi hak eder.
* Kadın arkadaşları önünde kocasını aşağılarsa koca dövebilir.
* Çoğu kadın kocası tarafından içten içe dayak yemeyi arzular.”

Yanıtlar ilginç! Ben de bazı kadınların “Erkeğimdir hem sever hem döver; hak etmişimdir; hele ki, dayak üstüne bir sevişiyoruz sorma” böbürlenmesi karşısında, "oh olsun!" diyesim gelirken sağduyumun uyarısıyla irkilirim. Sağduyum der ki, “Cehaletin pek azı kişisel kusurdandır; çoğu toplumsal kusurla oluşur.”

Aslında kadına saygı bakımından en ileri kültürlerden biri Türk kültürüdür. Artık göçebelik zorunun birlikteliğinden midir tam bilmem amma Yörüklerde kadın çok saygı görür. Bu bakımdan kökende Türk kültürü öyle gösterildiği gibi kadını ezen bir kültür değildir... Ülkemizde kadını ezen kültürlerin Türklük kökeninden gelmediğini ve başka kültürlerin etkisiyle kendine yabancılaşmış olduğunu söylemek daha doğruya kaçar.

Tanrıların çok, insanların az olduğu eskimiş zamanlarda sanılır ki kadın el üstünde tutulurdu. Bu zamanların kadın tanrıları, kadın savaşçıları, kraliçeleri ve hatta kadın firavunları sanki kadının hak ettiği yere yüceltildiği sanısı vermektedir.

Çok tanrılı inanç toplumlarında şimdi durum nasıldır bilmiyorum; ancak tanrıçaların ve kraliçelerin çokluğu kadına saygı ve değer verildiği anlamı taşımıyordu. Eski Arap toplumlarında putların bir kısmı dişi olmasına rağmen kız çocukları bir utanç kaynağı olarak görülür, hatta ilk çocuk kız doğarsa kurban niyetine diri diri toprağa gömülürdü.

Gene tanrıçalarıyla ünlü Antik Yunan toplumu kadını aşağılamasıyla ünlüdür. Kadınlar erkeklere benzeyebilmek için memeleri irileşmesin diye göğüslerini mengene gibi sıkan özel korseler giyerek işkence gibi önlemler alırlarmış. Kadın adet gördüğünde lanetlenmiş gibi ormana kaçarmış.

Olaya dinler açısından bakınca, tek tanrılı dinler de kadını erkekle aynı dereceye yükseltmiş değillerdir. Ancak, inançları bireysel özgürlük hakkıyla sınırlı tutmaya çalışarak ilerleyen demokratik uygarlık, kadına hak ettiği insani saygı ve değerin hemen hemen tamına yakın kısmını vermektedir.

Ülkemiz kadınları Cumhuriyet ilkelerinin koruyucu şemsiyesi altında kendilerini geliştirmektedirler. Türkiye'de kadınların bir kesimi, kadını erkek cinsel güdüsüne hizmet eden ve çocuk doğuran bir köle sayan zihniyeti alt edip özgürleşmek için çabalarken, bir kesimi de cenneti vaat eden dinsel öğretiye imanla ve ölüme götüren törenin zoruyla erkeğe köle olmayı kadınlığın namusu sanmaktadır.

İki kesim de tuhaf bir biçimde Cumhuriyet'in demokratikleşme arzusuna sığınarak kendisini biçimlendirmektedir.  Kadınlarımızın bazıları Faslı, hatta az birazı da Afgan kadını gibi olmak istemektedir. Ve bunu bireysel bir seçim özgürlüğüymüş gibi yutturmaya çalışan aydınlar ve siyasetçiler bu kadınlardan daha ürkütücüdür. Çarşaf ve burka bir giysi değildir. Bunlar kadının başına geçirilen karanlık zindanlardır. (Faslı kadınlar toplumsal bir seçimle, (referandum ile) çarşafı kendilerine ev dışı giysi olarak seçmişlerdir. Afgan kadınları ise şeriat dayatmasıyla burka içinde hiç güneş görmeden dolaşırlar; o kadar ki burkalı Afgan kadınlarında çok erken yaşta kemik erimesi başlar)

Hz. Musa'nın dini Yahudilik, dişi tanrıların bulunmadığı ilk dindir. Tanrı erkeği kendi suretine benzeterek, kadını ise Adem'in kaburga kemiğinden (ona eş olsun diye) yaratmış. -(Tevrat, Eski Ahit) Kadının yaratılma gerekçesi bile erkeği adından üstün tutar biçimde: Âdem, hayvanlar arasında kendisine uygun bir yardımcı bulamadığı için Tanrı Âdem'e yardım etsin diye kadını yaratmış ve adını Havva koymuş. Havva, Âdem'den ayrı kendine özgün ve Âdem’e denk iltifatla yaratılmadığı gibi, cennetten atılırken Tanrı onunla şöyle konuşuyor:

"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın..." (Âdem'e de toprakla uğraşma cezası vermesine rağmen bakıyorum da bizim memleket toprağının çilesini Havvalar çekmektedir.

Aziz Pavlus, Korintoslulara 1. Mektup'ta şöyle sesleniyor:

"Her kadının başı erkek, her erkeğin başı Mesih; ve Mesih'in başı Tanrı'dır."

Bir alt kademede Aziz Augistinus tarafından bunun yorumu da şöyle yapılmıştır:

"Erkek, sen efendisin, kadın senin kölendir. Tanrı böyle istedi."

Kur'an'daysa diğer dinlere kıyasla kadınların lehine olan birçok ayet vardır. (Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın emeğini boşa çıkarmayacağım. Sizler birbirinizdensiniz.) Tanrı'nın, “Sizler birbirinizdensiniz” demesine rağmen kadınlarımızın erkek tarafından kollanıp gözetilmesi gereken narin birer emanet olmaktan ileri gitmesi hoş karşılanmadı. Hz. Muhammed, şöyle buyurmaktadır. “İmanı en olgun Müslüman, ahlâkça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.” Ayrıca, Veda Hutbesinde “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir” der. "Erkeklerin, adalet ölçülerine göre kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Kocalar, eşleri üzerinde önceliğe (bir derece üstünlüğe) sahiptirler" (Bakara, 228) Gene de haklar ve özgürlüklerde henüz tam eşitlik sağlanamadı.

Burada az biraz dalıp düşünüyorum; düşünürken tek tanrılı dinleri erkek dinleri diye düşündüğümü fark ediyorum. O kadar ki tanrı bile bir erkek simasıyla görüntüme giriyor. Peygamberlerin hepsi erkek; Hz. İsa Tanrı'nın oğlu sayılmış. Hz. İsa'nın anası Hz. Meryem'dir. Hz. Meryem bir kadındır. Tanrı'nın çocuğunu doğuran kadın! Buna rağmen kilisede kadının hükmü sökmez; tıpkı cami ve sinagoglarda olduğu gibidir. Kadın papaz, kadın imam, kadın haham yoktur. Kısacası tek tanrılı dinlerde, kadının erkeğe en yakın durduğu İslamiyet'te bile erkeğin egemenliğini kendine boyunduruk eden kadın en iyi kadındır.

Filozoflar bile kadınlara saldırmışlardır. Erasmus'a göre kadın, bir hayvan, açıkça deli ve saçma bir hayvandır. Platon da kadın düşmanıdır, Nietzsche de...

 "Dünyada, bir kadından daha beter bir şey olamaz, elbette başka bir kadın hariç." (Aristophanes)
***
Kadın evrenin en anlamlı yaratımıdır; sadece erkeğin bir karşı cinsi olmaktan ötede gizemli bir havası da vardır. Bana göre kadın sanki evrenin sonsuz güzelliğini açmaya hazırlanan gizli bir bahçedir... Bu yüzden bence kadın erkek eşit olmamalı; kadınlar erkeklere hükmetmeli... Belki o zaman yeryüzünde cennetin tamamı kurulabilir. Unutmayalım ki erkek milleti insanlığın yarısı bile etmez... Acaba erkek olduğum için kadını aldatan iltifatlarımdan birini mi yapmaktayım? Hissiyatım iltifata kaçsa bile, aklım "Ne kadınsız cennet olmalı ne kadınlar cenneti olmalı... " diyor...
*
İş edebiyata kalınca kadını yere göğe sığdıramıyoruz; göğün yarısı kadının yarısı da Tanrı'nındır demekle olmuyor. Hatta, "yerin toprağı kadınsa yağmuru erkek olsun" gibi sözde masum uzlaştırıcı görünen, fakat özünde muhtaçlık çağrıştıran önerileri de geçmeli artık. Kadın her şey olsun; çünkü kadın o her şeyden hak eden erkeğe her şeyini verecek kadar asildir. Ancak, bu demek değildir ki kadının asil merhametine sığınan erkek de yan gelip yatsın. Zaten hangi kadın böyle bir erkeğe merhamet eder ki?

Aslında bırakalım kadınları kendi hallerine, onlar erkeklerden daha iyi bilirler ne ve nasıl olacaklarını... Sadece bırakalım, erkeğin bastığı yere onuru ve yeteneği taciz edilmeden kadın da basabilsin...

Tüm kadınlarımızın bütün günleri bu özel günden bile daha güzel geçsin...

Muharrem Soyek
***
Buraya son söz olarak, kadınlarımızın insanlık onuruyla birlikte erkeklere denk bir düzeyde var olma çabalarını gururlandıracak örnek bir Türk kadını hakkında Ulaş Ak'ından bir anlatı ekliyorum:

AFİFE JALE

"22 Nisan 1919... İstanbul işgal altında... Vatanın tamamı işgal altında... Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasına yirmi yedi gün var daha..." (Bir ulus kendini arıyor... Bir ulus, kendini yalnızca silahların gölgesinde bulamaz.)

22 Nisan 1919, Afife Jale, işgal altında İstanbul’da, Müslüman kadının sahneye çıkması yasak olan bir ülkede, Kadıköy’de, Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıkıyor... Bir kadın, Mustafa Kemal’den önce tutuşturuyor toplumsal değişim ateşini... Zaptiyeler, olayı duyar duymaz tiyatroyu basıyor. Darülbedayi yöneticileri sorgulanıp, uyarılıyor...

Afife Jale o gece yaşadığı duyguyu şöyle anlatıyor...
"Hayatımda mesut olduğum ilk gece... Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Oyunda güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi... Orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler... Muharrir Hüseyin Suat Bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü: "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin." dedi”

Afife Jale o geceden sonra zaptiyelerin tehditlerine aldırmadan, sahneye çıkmaya devam etti... Fakat sahneye çıktığı her defasında tiyatro baskınlara uğradı... Afife Jale her defasında arkadaşları tarafından bir yerlerden kaçırıldı...

Ne var ki, takip sonucu günün birinde sokakta yakalanacak ve götürüldüğü karakolda yapılan sorguda, zaptiye amiri; “Dinini, milliyetini unutan sen misin?” diyerek hırpalayacaktır Afife Jale’yi.
Dahası kendi ailesi, öz babası “Sen artık fahişe oldun” diyerek Afife’yi evden atacaktır...

Ulusun kurtuluşu için Samsuna çıkan Mustafa Kemal, İstanbul Saray yönetimi tarafından askerlikten atılıp, idam cezasına çarptırılırken, kadının var-oluş savaşında büyük bir devrim ruhuyla sahneye çıkan Afife Jale, fahişelikle suçlanıyordu...

Afife Jale, yaşadığı tüm acılara direnerek, karanlık kafaların saldırılarına göğüs gerdi. Sonunda kazandı... Sonunda Mustafa Kemal de kazandı... Ve 1923’te Mustafa Kemal’in önderliğinde, yeni meclisin çıkardığı yasa ile, Müslüman kadınlar sahnede ve sanatın her alanında olma özgürlüğüne kavuştu...

Afife Jale’nin ömrü acılarla geçti... Yaşadığı büyük buhranların ortasında, büyük aşklar da yaşadı... Selahattin Pınar’la yaşadığı aşk dillere destandır... Ünlü bestekar; “Nereden Sevdim O Zalim Kadını” gibi birçok eserini Afife Jale’ye yapmıştır...

Bir yazımda kadınımızın içinden bir Lady Godiva çıkmamasından yakınmış ve kadınlarımızın kişisel varoluş ruhundan yoksun oluşundan şikâyet etmiştim... Sonra, Afife Jale geldi aklıma... Özellikle bugünün kadınına anlatılması gereken yaşamıyla, Afife Jale’yi hatırlamanın ne kadar önemli olduğunun farkına vardım..."
***

24 Şubat 2019 Pazar

Bunalım Altının Üstü


Bazan zıplayıp daha yukarıda bir yere konarım; bazan düşüp diplerden birine saplanır kalırım... En dip sandığım yerden zıplayıp bir daha düştüğümde, daha da bir dip olduğunu gördüğümde çok şaşarım. Ancak, her yeni bir dibe vuruşum bana hatırlatır ki, yaşamanın doyumsuz heyecanı da bu dipten çıkışa gayretli zıplamalarımdır. İşte o gayretler de ayrıca öğretiyor ki, yaşamın değeri zıplama yüksekliğiyle değil, inilen kuyunun derinliğiyle ölçülür...

Bunların hepsi güzel bir laf salatası; aslında hayatın ne dibi ne tavanı var; sadece yaşam denen hareket dalgasının endamı var... Rahmet ve güneş içinde bir armut gibi olgunlaşıp toprağa düşünceye kadar ben bu endamın tasarımcısı olmak istiyorum; hepsi bundan ibaret...

Muharrem Soyek

23 Şubat 2019 Cumartesi

Ölüm Hakkı

Ölüm arzusu, hayatın bir sonraki anına geçme umuduna rest çekmektir. Eğer bu bilinçli bir arzuysa saygı duyulmalıdır. Kendini yok etme hakkı, (ötenazi) yasalarla korumaya alınmalıdır. Koşulları belirlenmeli ve hakkını kullanmak isteyene yardımcı olunmalıdır. Ötenazi intihar gibi bir kendinden, yani yaşamdan kaçış değildir. Ölüme bilinçli bir teslimiyettir. İnsanın aklı başında olduğu hâlde sağlık nedeniyle hiçbir zaman özgür varlığıyla yaşamını sürdüremeyeceği bilgisini netleştiren iradesiyle alabileceği intihar kararı da diyebiliriz buna. Ölüm hakkı, engelli olmanın ruhsal çöküntüsüne çare yapılamaz. Bedensel engelden ileri, beynini bile kullanamadan yaşamaya karşı hayattan cesur bir vazgeçiştir. 

İnsan bitki gibi yaşamak istemez; öleceksek de sürünmeden ölelim. Bitkisel yaşama geçme ertesinde veya yaşarken işkence gibi acılara katlanmak zorunda olduğunda insanın aklı başındayken yaptığı seçimiyle kullanılabilir bir hak yapılmalıdır.

Muharrem Soyek 

1 Şubat 2019 Cuma

Yapay Zekâ Egemenliği

Yapay zekanın yirmi-elli yıl içinde yaşamımıza egemen olacağı öngörüsü, çok kimsede hiç de küçümsenmeyecek korku ve tedirginlik yaratmaktadır.

Her şeyden önce, yapay zekânın insan yaşamına egemen olması insanın kendi zekâsını kapatmasıyla ancak olasıdır ki bu da yetmez, aynı zamanda yapay zekânın da insanları kendine kul/köle edebilir gelişkinlikte olması gerekir. İnsan hiçbir güce, Tanrı’ya bile hepten kul/köle olmamışken yapay zekânın bunu yapabileceği kanısı bence insanın hayal gücünün kurguladığı bir gelecek efsanesinden ibarettir.

Burada Tanrı’nın gücünü küçümsediğim sanısıyla, “Tanrı’yı karıştırma!” diyenleri duyar gibiyim. Allah aşkına, Cennet’te bile Tanrı yasağına uymayan insan iradesi değil miydi? Neden böyleydi? Çünkü, Tanrı insanı o denli özgür iradeyle var olacak nitelikte yaratmıştı. Şimdi insan kalkıp da kendi tasarımı bir yapay zekânın egemenliğinde yaşamaya razı olursa Tanrı kahrolmaz mı? Sırf bu yüzden, adına şanına yakışır biçimde Tanrı da insanı kahretmez mi?

* “Düşüncenin düşüncesi Tanrı’nın düşüncesidir.” Aristoteles) Yapay zekâ da gereğinden fazla düşüncenin düşüncesi olup tanrılaşırsa vay hâlimize! Tanrılaşıp da her işimize karışmaya başlayan yapay zekâ, insanın aklını ve emeğini kulu kölesi yaparken ezelden beri var saydığımız hiçbir tanrı kılını bile kıpırdatmayacaktır… Çünkü insan ta yaradılıştan tanrısına en yakın özgür istem ve istençle kendi yazgısını belirlemek üzere tasarlanmış bir candır…

Aslında gelecek endişesini doğrudan yapay zekânın kendisiyle ilişkilendirmek de pek doğru değil. Çünkü, gelecek endişesi gerçekte insan zekâsının yapay zekâyı işletim niyetiyle ilişkilidir. Yapay zekâ, insan zekâsından bağımsız kalarak geleceği asla insana rağmen insana karşı bir oluşumla tasarlayamaz. Yapay zekâ dediğimiz şeyin insandaki zekâya eşdeğer bir olgu olmadığı ve bence olamayacağı açıktır. Nedeniyse, yapay zekâ ne kadar gelişkin bilgi kullanma yeteneği sergilese de insan gibi kendini bilir bir bilinç oluşturamayacaktır. Oluşturamaz, çünkü yapay zekâ işlevselliğinin fişi her zaman insanın elinde olacaktır. Gene de enerji üretimi ve dağıtımıyla birlikte, güvenlik ve savunma işlerini de hepten kendi kendine düşünüp tasarlayan robotlara teslim ettiğimiz yerde, yapay zekânın insan zekâsına tehdit oluşturacağını hayal edebiliyorum. Biz de o kadar salak olmayalım, di mi yani?

Bence, yapay zekâdan değil de asıl insan zekâsından endişe etmeliyiz. Neden denirse, tıpkı şeytanın kendisini insanın dışında sandırması gibi, insan zekâsı da yapay zekânın insandan bağımsız işlediğini sandırabilir. Hatta bazı üst düzey insan zekâları yapay zekâ egemenliğinde yaşamayı bir uygarlık övüncü olarak da yutturabilir. Uygarlık değerlerini ve koşullarını belirleyen paranın efendileri ve onların güdümündeki devlet yöneticilerinin yapay zekâdan beklentileri neyse, insanlar da yapay zekâ egemenliğine o kadar boyun eğen modernite kölesi yapılabilir…

Benim asıl endişem, insanların ‘yapay zekâ’ ile yaşarken iyice düşünme tembeli olmuş biyolojik robotlara dönüşme olasılıklarıdır. Toplumu yönetme gücünü elinde tutanların, düşünme tembeli insanları yapay zekâ ürünlerine bağımlı kılarak kendi çıkarları doğrultusunda yönetip yönlendirme olasılığı hep olacaktır. Ancak, bu tehlikeli olasılık yapay zekânın doğrudan kendisine bağlı olmayıp, insan zekâsının yapay zekâyı işletim niyetine bağlıdır.

Anlaşılan o ki, geleceğe uyarlanmış yüksek insanlık nitelikleriyle donanımlı bir yaşam biçiminde yapay zekâ epeyce olumlu bir yer tutacak. Gene de yapay zekâ uygarlığının insan hinliğinden dolayı olası sakıncalarının önünü şimdiden kesmeliyiz. Bu önlem de en ileri özgürlük içinde, bireyin çağdaş var-oluş gereksinimlerini güvenceye alan demokrasi ve mutlaka düşündürmeyi kendine en öncelikli görev edinmiş bilimsel eğitimle ancak olasıdır.

Yapay zekânın ana kumanda fişi her zaman insan bilincinin zekâ işletimine bağlı kalmalıdır… Yani, yapay zekâ anca benim irademe bağlı zekâ üretecimle işlevsel olabilmelidir… Yapay zekâyı insanlığı kurtarıcı ya da bir insanlık öcüsü görmekse düşünme ve düşündürme eylemini angarya sayan bir zekâ tembelliğidir. Bizi bizden başkası ağlatamaz da güldüremez de… İnsan insanın hem belası hem şifasıdır; bilincin iman görüsünde her ne kadar Allah’tan varsayılsa da hayır ve şer sadece ve her zaman insan elinden çıkar

Salt maddesel tasarımlı ruhsuz yapısıyla, yani kendi varoluşunu duyumsama ve kendinden üretme yetisi olmayan yapay zekâ aygıtı, insanlığa asla doğrudan tehdit oluşturamaz. Tehdit, yapay zekâyı kullanan insandan gelir. Ola ki gün gelir de biyolojik işlemcili, yani bir tür biyo-teknik beyinli insan benzeri yapay zekâ aygıtları üretiriz, işte o zaman kendi varlığımıza ortak yaratmış oluruz. Bakın, işte o biyo-teknik yapay zekâlı insansı robotların zamanla kendilerini bilip de kendi bilinçlerini ve benzerlerini üretmeye başlayarak bize başkaldırma olasılığı bana oldukça mantıklı görünüyor. Mantıklı amma çok da korkunç görünmedi, çünkü o robotlar da artık insan sayılırlar… Belki de bizden daha iyi insan olacaklardır; kim bilir?

Hani evreni yeniden kuracak kadar yetkinleşmiş bile olsa, ruhsuz bir yapay zekâya köle olmaktansa gönül kapısını sevgiyle açan geri zekâlı bir insana uşaklık etmeyi yeğlerim...  Yapay zekâyı gönlü bol ve ruhu aydınlık insanların iyi niyet hizmetine koşanlara da ayrıca şükranlarımı sunarım.

(Muharrem Soyek, Ocak 2018)
***

7 Ocak 2019 Pazartesi

Önyargı masumdur



“Önyargı değildir düşünmeyi yanıltan; önyargıyı son yargı hükmü yapan düşünme niyetidir bozuk olan..." Muharrem Soyek)

* Amerikalı psikolog Gordon Willard Allport diyor ki, “Erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir.” (Erken yargı ile önyargı benim bilincimde farklı bir söz kavramı oluşturmadı. Bence erken yargı kendini yalanlayan yeni bilgiyle yüzleştiğinde değişmiyorsa “önyargı” değil artık son yargı hükmü olmuştur. Önyargı yerine, ön kabul, sayıltı, ön bilgi dense de benim bilincimde düşünme eylemini yanıltan ya da doğrulayan bir kavram oluşmaz; çünkü bilirim ki bunların hepsi ancak düşünme eylemim sonunda gerçeklik hükmü yaparlar.

Önyargıdan kurtulmak için özel çabaya gerek yoktur. Önyargım, düşünme eylemim sonunda edindiğim son-yargımla hükümsüz kaldığında zaten kendiliğinden geçersiz olacağı için durduk yerde ondan kurtulmak için çaba harcama gereği duymam. Zaten sakıncalı olan da önyargının kendisi değil, onu son bilgi sanmaya koşullanmış bilince güvenerek düşünmektir. Muharrem Soyek)

2 Ocak 2019 Çarşamba

Halka Hizmet


“Halka hizmet, Hak’ka hizmet!” değil de “Hak’ka hizmet, halka hizmet!” demek mi gerekiyor?

Mana yapıcı bakış açısı aynı olsa da bakışın odak noktasından dolayı mana eyleminin öncelik hedefi farklılaşıyor. Gene de nereden baksak tek parça. Halka hizmet Hak'kın yaratım övüncü olan insanı yüceltici olmasıyla Hak'ka hizmet sayılır. Hak'ka hizmetse daha geniş bir alanı kapsayarak içinde insanın da bulunduğu varoluş ortamını iyileştirme eylemidir. İnancın iman gerçekliğindeyse Hak'kın insan işi hizmete ihtiyacı olduğu düşünülemez. Bu sadece insanın kendini Hak'ka yakınlaştırma eylemiyle Hak'kın rızasını kazanma işidir. İşte bu Hak rızasını en üst düzeyde kazanma işi halka hizmetle oluşur ki tasavvuf görüsünde Hak rızası için yapılan her şey gibi o da Hak'ka hizmet sayılır. Vurgulanmak istenen şey, Halk'a hizmetin Hak rızasını yüksek derecede alacak bir iş olduğudur. "Hak'ka hizmet halka hizmettir!" deyişi aynı kapıya çıksa da çok daha geniş bir hizmet alanı açarak halka hizmetin Hak rızasındaki öncelikli yerini vurgulamıyor.


Gerçekte kimse doğrudan halka hizmet için var olmaz; herkesin hizmeti aslında kendinedir. Özdeyişin kursağında bu mana saklıdır. İşin aslı, halka hizmet ile Hak nezdinde muteber olmaktır. Halka hizmet sadece halkın örgütlü ve kurumsal demokrasi bilinciyle devletten hak ve hukuk eşitliğinde hizmet almayı kendine hak yapmasıyla olasıdır.

Muharrem Soyek