30 Temmuz 2021 Cuma

Her Toplum Lâyık Olduğunca Yönetilir

 


“Her toplum lâyık olduğunca yönetilir.” (Büyük olasılıkla Joseph de Maistre’nin ‘toute nation a le gouvernement qu’elle mérite.’ vecizesidir. J. Maistre koyu bir monarşizm yanlısı olarak benim yorumumla aynı kanıda olmayabilir…)

Bu söz, daha çok çektiklerinden toplumu sorumlu tutmaya söylenmiş olsa da demokrasilerde yönetenlerin vicdanını rahatlatmak için değildir.  Aslında seçen de seçilen de aynı toplumsal gerçeklikte var olmalarının gereği, toplumu en iyisine lâyık etmekten sorumludur. Bilmeliyiz ki yöneten de yönetilen de toplumun kendisindendir. Toplum önce kendi içinden en iyileri yönetici olarak seçmeye gayret edecek, sonra da seçim sonucunda oluşturulacak hükümetin toplumsal uygarlaşmayı geriletici veya ilerletici işlevlerini sorgulayacaktır. Seçilmiş yöneticiler de toplumsal sorguya kulak verip toplumun neye lâyık olmayı arzu ettiğini duymalıdır. Bu sorgulamayı yapsa da sorgusuna bilimsel olurluk yanıtı almayı önemsemeyen toplumlara gene de “Her toplum lâyık olduğunca yönetilir” iğnelemesi yapmak farzdır.

Sözün özü, bir şeyin kendi değerine lâyık olabilmesidir. Bu bağlamda ben bu sözü diyalektik bir gerçekliğin ifadesi görmekteyim. Toplumsal uygarlık düzeyi, toplumun kendisine lâyık gördüğü ileri gelecek değerleriyle gerici değerlerinin kapışmasından çıkan sonuç değeri kadar oluşur…

Uygarlık düzeyini yükseltmek isteyen toplumsal yönetimin amacı toplumu lâyık olduğu yerde tutmak değil lâyık olacağı en ileri hayale ilerletmektir. “Millet, geleceğe ilerleyen hayallerine doğru ille de demokrasi yolunda yürürse anca lâyık olduğu uygarlığa varır.” diyorum. Çağdaşlaşmanın üst düzeyine çıkma hayali olmayan insanlar bu özdeyişin öznesi değillerdir; çünkü onlar sadece kendilerini yönetenlerin hayallerine kul olmayı seçmişlerdir. Onların neye lâyık olduklarına ilişkin bir hayalleri bile yoktur. İnsanlık tıynetine uyarlı biçimde neye lâyık olduğunu belirlemiş olmayan insanların seçtiği yöneticiler de bu yüzden toplumun neye lâyık olduğunu yönetim amacı yapmazlar. Onlar kendilerinin neye lâyık olduğunu yönetim amacı yaparlar...

* Muharrem Soyek

Güç ve Adalet

 

Güç ve Adalet: “Adil olanın peşinden gidilmesi (adalete boyun eğilmesi) doğrudur; en güçlünün peşinden gidilmesi (güce boyun eğmek) ise kaçınılmaz biçimde zorunludur. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalimliktir. Gücü olmayan adaleti umursamayıp çiğneyen mutlaka olur; çünkü suçtan üremlenen (nemalanan) insan her zaman olacaktır. Adaleti olmayan güç ise zalimlik töhmeti altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunun olabilmesi için de adil olanı güçlü, güçlü olanı ise adil yapmak gerekir. Adalet göreceli öznelliğiyle tartışmaya açıktır. Güç ise tartışılmaz nesnelliğiyle egemenlik dayatır. Bu yüzden gücü adalete veremiyoruz; çünkü tartışmasız boyun eğdiren güç, adalete diklenip adil olanın kendisi olduğunu söyler. Ve biz adil olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık… Blaise Pascal; çeviri M. Soyek

*

Hepsi güzel de en güçlüye boyun eğip peşinden gitmenin kaçınılmaz olmasını anlayamadım. Zaten en başta bu tespit doğru sayıldığında, yapılması gerekenler de zora düşüyor. “Kaçınılmaz bir zorunluluk” gereğince güce boyun eğmek elbette en güçlüyü adaletin zorbası yapar. Bu durumda “şöyle olmalı, böyle olmalıydı…” demenin de bir anlamı kalmıyor.

Aslında insanın hakka imanlı vicdanından daha güçlü ne olabilir ki? Hakka imanı zayıf olan vicdanlar kaçınılmaz olarak adil olanı bırakıp en güçlünün peşinden giderler. Hem de yargı dışındaki bir güce sözde kaçınılmaz zorunluluk gereği boyun eğerek giderler… Hakka iman, yaşam ahlâkının onurudur; insanın canı pahasına tutunması gereken en yüce vicdan duyumudur. Hakka imanı tıynet yapmış bir vicdan, güce değil adalete boyun eğer. Çok şükür, adalete imanla vicdanına tutunup gücün yetki ve sorumluluğundaki yaptırımların adil olup olmadığını sorgulayabilen cesur insanlar da vardır. Güçler ayrılığı ilkesiyle kendini denetleyen kurumsal demokrasilerde bunun en somut bireysel ve toplumsal örneklerinin oluştuğu gözlemlenebilir. Yargı bağımsızlığı yönetim erkini adalet yolunda tutan en güçlü dizgindir.

 Adil olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık” diyor ya Blaise Pascal; bu gerçekçi ve güncel bir saptama sayılabilir. Ancak, hep böyle kalmak zorunda olduğumuz kanısında değilim. Artık, güçsüzün hakkını güçlüye yedirmeyecek kadar, adaleti bağımsız ve güçlü yargıya bırakacak toplumsal düzeneği tasarlayıp kurabilir ve işletebilir bilince ermedik mi? Muharrem Soyek


26 Temmuz 2021 Pazartesi

Gençlik Aynı Gençlik

Sümer tabletlerinde “Bu gençlik nereye gidiyor” yazısını gördüğümden beri, gençleri sorgulamıyorum... Muazzez İlmiye ÇIĞ

*“Bugünlerde gençler kontrolden çıkmış durumda. Kaba bir şekilde yemek yiyorlar. Yetişkinlere karşı saygısızlar. Ebeveynlerine karşı çıkıyorlar ve öğretmenleri sinirlendiriyorlar.” Aristo, MÖ 350

*“Günümüzün çocukları lüksü seviyor, kötü davranışları var, otoriteye baş kaldırıyorlar, yaşlılara saygıları yok, çalışmak yerine laklak etmeyi seviyorlar. Çocuklar artık evlerinin hizmetçisi değil, tiranı... Anne babaları odaya girince ayağa kalkmıyorlar, onlara itiraz ediyorlar, destek olmak yerine laklak yapıyorlar, şapır şupur yiyorlar, bacak bacak üstüne atıyorlar, öğretmenlerine zulmediyorlar.” Sokrates (MÖ 399)

*“Günümüzün gençleri öyle umursamaz ki ileride ülke yönetimini ele alacaklarını düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum. Bizlere, büyüklere karşı saygılı olmayı ağırbaşlı davranmayı öğretmişlerdi. Şimdiki gençler kurallara boş veriyorlar. Çok duyarsızlar ve beklemesini bilmiyorlar.” Hesiod MÖ.800

*Endişeye gerek yokmuş. Rahatladım valla! Gençlik aynı gençlikmiş. Gene de neden hâlâ aynı olduğunu merak ederim. Belki de gençler hep farklıydılar da yetişkinler henüz geleceğin farkında değillerdi. Belki de gençlerin farklı tavırlarından büyüklerin hoşnutsuzluğu aynı kalmıştır. Büyükler gençlerin sere serpe özgür tavırlarından haz etmiyorlar. Sözde insanlığın geleceği üzerine endişe etmektedirler. Oysa unutuyorlar, onların büyükleri de kendi gençliklerini beğenmemişlerdi. Yetişkin yaşamına aykırı duran ya da yetişkin beklentisine uymayan gençlerin özgür davranışlarını densizlikle yermek, bence yetişkin egosunun kibrindendir... Bence, gençliğin özgür ve özgün yaşantısı geleceğin onurudur; sorun çıkaransa, kocayınca gençlik deneyimlerinden pişman olan yetişkinlerdir… Muharrem Soyek)

11 Mayıs 2021 Salı

Bayram Gelirdi


 
Nerede Şimdiki Bayramlar!

(Eh şimdi de Covid 19 zoruyla evde tıkılı kaldık mı sana, eski bayramları akıllı telefonlarla yad etmenin tam zamanıdır... Sanki salgın öncesi bayramlarda tatile kaçmak için arifeden yola çıkan biz değildik...)

Her bayram gelişinde başlar bir muhabbet; “Nerde eski bayramlar!” Ben bu lafı duyduğumda hep gülümserim, fakat gene de “Tabi efendim, nerde o eski bayramlar”, demekten kendimi alamam. “Nesi varmış şimdiki bayramların?” diye sorsam, sanki bir büyü bozulacakmış gibi gelir. Bayram anıları damıtıla damıtıla bugüne o kadar güzel getirilir ki, ben onları dinlemenin hatırına bugünü saklar da eskiye rağbet ederim. Çünkü bilirim eski bayramları doyumsuz özlemlerle çekici kılan büyünün yoksul ve yoksun günlerimize atlastan bir kılıf gibi geçirilen insani ilişkiler olduğunu.

Eski bayramlara övgü düzenler sanki paşa babalarından gümüş keseler içinde hediyeler alıyorlardı. Bayramdan bayrama bir çift ayakkabıya kavuşabilenler bile "nerede o eski bayramlar" teranesi çekiyor. Genele bakınca eski bayramlarda öyle fazla bir şey yoktur aslında. Çeşitli el öpme ziyaretlerinde yenilen şekerler ve nadiren çikolata... Arkasından ver elini bayram yeri. Atlı karınca, salıncak ve bayram yerini turlayan faytonlar... Biraz daha zenginimiz içinse adada fayton gezisi bayramın sevinciydi... Bayram tatili uzun olursa en zenginler bugün olduğu gibi yurt dışına çıkmadan edemezlerdi. Bence özlenmekte olan şeyin aslı biçimde değil özde; bayramlarda heyecanla kucaklaşan gönüldaşlık, arkadaşlık, dostluk ve yeni duygusal tanışım fırsatlarıydı.

Eskiden bayrama bir hafta kala heyecan rüzgârı hissedilirdi. Evlerde bir telaştır başlar, mahalleli daha bir dost canlısı olurdu. Mevsimi uygunsa boya badana yapılır, bayramlık hediye alışverişlerine çıkılırdı. Kadınlar imece usulü halı ve kilimleri sokağın en uygun köşesinde arap sabunuyla yıkarlardı. Su, ya çeşmeden taşınır ya da kuyudan çekilirdi. Perdeler indirilir, yatak yorgan çarşafları sökülür, büyük galvaniz leğenlere bastırılırdı. Mahallenin kızları ikişer ikişer leğenlere girip dans eder gibi leğenin içindeki çarşaf ve perdeleri döne döne çiğnedikçe “tınk, tonk” diye ses atardı leğen. Kızlar pijama veya şalvar giyerlerdi; kimi dizlerinin üstüne kadar sıvar, kimi de utanır öylece paçalarının ıslanmasına aldırmadan çiğnerdi.

Bayram boyunca ne yenecekse hepsi önceden hazırlanırdı. Dolma, kurutulmuş yufka, kurutulmuş erişte, hamur tatlıları, sütlü tatlılar hepsi hazır edilirdi. Evde muhakkak et, yoğurt ve yumurta bulundurulurdu. Uzaktan gelip de yatıya kalan misafirlere taze yemek yapılırdı. Zaten eskiden Aksaray’da oturan birisi Sarıyer’e akrabasına gittiğinde illa ki gecelerdi. Hele Boğaz’ın karşı yakasına geçmişse Allah’ın emriydi; o gece misafir kalınırdı. Şimdiki gibi öyle gece yarılarına kadar ne toplu ulaşım ne özel ulaşım vardı.

Eski bayramlarda gençler endamlarını sergileme fırsatı buldukları için, yaşlılar da hürmet fırtınasına tutuldukları için sevinirlerdi. Ancak çocuklar herkesten çok sevinirdi. Onlar sevinmez, sevinçten uçarlardı. Bayram onları mutlu etmek için gelirdi. Bu yüzden oruç bayramının bir adı Şeker Bayramı’ydı. Aslında o zaman da asıl adı Ramazan Bayramı’ydı, ama ben hep rumuz adı “Şeker Bayramı” olarak hatırlarım. Büyükler bunun Ramazan ibadeti sonunda kutlanan dini bir bayram olduğunun elbette bilincindeydiler; ama ağzımızın tadını bozmazlardı. Bizim için sadece “Şeker Bayramı”’ydı. Şekere doyardık. Çocuktuk ve şekeri severdik. Evde misafirlikte yediğimiz yetmezmiş gibi, bayram harçlıklarımızla macun şekeri alır, pamuk helva alır, elma şekeri ve horoz şekeri alır onları da yerdik. Çünkü bizim çocukluğumuz yoksuldu; bayram çıkınca öyle canımız çekende çikolata gofret alıp yiyemezdik. Ara sıra naneli şeker ve zambo sakızı almaya ancak yeterdi harçlığımız.

Çocuklar babalarıyla camiye gitmeyi eğlenceden sayarlardı. Evin babası ve 7 yaş üstü erkek çocuğu bayram namazından döndüğünde aile içi bayramlaşma yapılırdı. Kahvaltıdan sonra dışarı fırlar komşularımızı bayramlamaya koşardık. Şekerin yanında, para ve mendil verenler olurdu. Esma adında bir komşumuz vardı ki bu işi çok ciddiye alırdı. Bayram mendillerinin köşesine mahalle çocuklarının adlarını işlerdi; mendillerin içinden birkaç lira çıkacağını bildiğimiz için bayramın ilk sabahı Esma Abla’nın kapısı çocuk bahçesine dönerdi. Kendi çocuğu yoktu. Hepimiz onun çocukları gibiydik. Terzilik yapardı. Bizim donlarımızı, pijamalarımızı, kadınların entarilerini hep o dikerdi. Dikişten sonra asla bir ücret istemezdi. Kimi cebinden kimi gönlünden ne verirse mutlu olurdu. Gene de kafasında her komşuya özel bir tavan fiyatı vardı; fazla veren oldu mu derhal üstünü verirdi. Bunu biliyorum çünkü annemin benden gönderdiği parayı fazla bulmuş, yarıya yakınını iade etmişti. Bana da kendi payından harçlık vermişti. Çocuk gözüm doymadı, çocuk aklım kendini uyanık sandı ve ben anneme vermem gereken kısmın yarısını cebe indirdim. Annem nasılsa öğrenmiş. Esma Abla laf arasında, “paranın yarısını geri gönderdim; oğlan düşürmedi inşallah” demiş. Annem de “tamam aldım; akıllıdır benim oğlum” demiş demesine amma, akşam eve girdiğimde fazla akıllı olmayayım diye beni bir güzel dövmüştü.

Babalar, dayılar, amcalar, hala ve teyzeler en fazla bayram harçlığı verenlerdi. Onların ellerini daha bir istekli ve özenle öperdik. Bütün bunlara gıcır gıcır bayramlık ayakkabıları da katınca, bu evrenin kralı olurdu çocuk; masalımsı bir dünyanın en kahramanı hissederdi kendini. Meydanlara ve parklara küçük luna parklar kurulurdu. Salıncaklı, atlı karıncalı, gondollu, halka geçirme oyunlu falan… Bazılarında Karagöz oynatılırdı. Uzaydan yeni bir dünya inmiş gibi olurdu bayramlar; çünkü başka zaman yoktu; bayramda olanın başka zamanı yoktu… 

Benim hatırlayıp da bugünümde bulamadığım iki bayram güzelliği var ki, ah keşke ikisi de hortlayıp gelse derim. Birincisi köydeki çocukluğumdan bildiğim bir güzellik: Yakın köyler dört bayram günü sırayla birbirlerini ağırlamak için yazın harman ve köy meydanlarında, kışın köy camisi ve mektebinde sofralar açarlardı. Bu geleneğin sürdürülmekte oluşunu bilsem ve bayrama katılsam da artık beni pek heyecanlandırmıyor; çocuk olamıyorum anlaşılan… Süt aşları, portakal büyüklüğünde sıkma top yapılıp dilimlenmiş un helvaları, zerde ve pilav konurdu meydan sofralarına. Herkes tahta kaşığını koynunda taşırdı. Gözleme ve sacta pişmiş patates börekleri de dilim dilim yığılırdı sofralara. Her sofrada illa ki bir bardak ve bir bakraç ayran bulunurdu. 

Çayır güreşleri yapardık; kazanana bir bakraç bal, bir tavuk gibi ödüller verilirdi. Ödülden çok pehlivanlığın namına tav olunduğu için, çocuklar, gençler, hatta henüz kemikleri eğrilmemiş büyükler bile güreşe tutuşurlardı. Çiğ yumurtalar ustalıkla delinip ayrı iplere geçirilir, sonra usta atıcılara nişangah diye bir ağaca asılırdı. Yumurtayı vuramayan elenirdi. Sona kalan, yani en fazla yumurta vurmuş olana bir horoz verilirdi. 

İkinci bir güzellik vardı ki, artık onun gölgesi bile kalmadı. Maddi olarak kaldı aslında da ruhu kayboldu. Eskiden zenginler bayramlarda yoksulları bizzat sevindirmekle kendilerini mutlu ederlerdi. Zaten şehirlerde zengin ve yoksul yan yana, hatta iç içe yaşarlardı. Apartmanların diplerinde tenekeden evler kuruluydu. Aslında o günün zengini bugünün orta hallicesiydi. Kıdemli bir öğretmen, avukat, doktor, müdür yardımcısı olmuş bir memur, bakkal çakkal zengin sınıftandı. Böyle dedim diye bugün daha fakir olduğumuzu sanmayın. Bu insanlar pek azdılar ve kıymetliydiler. Lise mezunlarının yedek subay yapıldığı zamandı. Hatta 1960 yıllarında ortaokul mezunlarının da yedek subay yapıldığı söylenir. Durumu iyi olanlar, okul aile birliği, kapıcı veya hizmetçi aracılığıyla yoksul aile çocuklarını bulur onları bizzat giydirerek sevindirirlerdi. Benim de böyle koruyucu bir ailem vardı; Camcıoğlu Ailesi; ellerinden öperim. Ta liseyi bitirinceye kadar bana üst baş aldılar, harçlık verdiler. Sonra koptuk. Koptuk çünkü toplumsal değişim kırmızı hatlarını çekmişti aramıza. Önce eskinin zenginleri yoksullaşmaya başladı, sonrasında da zengin siteleri özel güvenlikli duvarlarıyla kendilerini ayırmaya başladılar… Bugün de yardımlar yapılıyor şüphesiz, ancak bu insandan insana aktarılan o yüz yüze sıcak duygularla yapılmıyor. Artık kurumlar aracılığıyla yardım yapılıyor. Aslında şimdiki kurumsal yardım, yüz yüze insani sıcaklıktan mahrum kalsa bile bence daha adil; ve hatta minnet duygusunu yok ettiği için bana daha bir insani görünüyor. 

Günümüzün bayramlarında bir tuhaflık yok. Onlar ancak bizler kadar güzel olabiliyorlar. Bugün de sevinecek çocuklar var; bugün de eli öpülünce sevinecek büyükler var. Bugün de karşı dairede bir komşu var. Bugün de bayramı insani kaynaşmaya dönüştürecek eğlence ve yardım imkanları var. Sadece, değişen yaşam koşullarıyla göreceli bazı ölçüler değişti; hepsi bu. Artık çocuklar mendille, şekerle, bozuk parayla kanmıyor; üst baş alımıyla mutlu olmuyorlar; çünkü bunlar artık sıradan tüketim alışkanlığı oldu. Ama illa ki çocuğun çok istediği bir şey her zaman vardır. Bunu da ailesi elbette benden iyi bilecektir. Belki de parayla alınacak bir şey bile değildir. 

Eskiden olduğu gibi gene aynı hazzı verebilen, üstelik maddiyattan bağımsız yapılabilen bir şey var ki, onu da her bayram bencillik anıtı önünde kurban ederiz. Büyüklerimizin ellerini artık cep telefonlarından, bilgisayar ekranlarından öpüyoruz. Beş yüz metre öteden, “öptüm, mcuk!” yapıyor ve kaçıyoruz. Çünkü bayram artık tatil oldu. Bir de bayramın adı “şeker” mi olsun, “ramazan” mı olsun geyiği mutlaka yapılır. Bazılarına göre bayramın adını “şeker” koymak kültür erozyonuymuş. Bunu diyenler de bayramın adını “ramazan” sanıyorlar. Oysa bayramın özgün adı “Fıtır Bayramı”’dır. Özgün adı kullanılmış olsaydı, eminim Türk Halkı bunu “kıtır bayramı” yapardı. Ve de Ramazan Bayramı’na “şeker” takma adı vermek kültür erozyonu değil, aksine kültürün ta kendisidir; çünkü bu tamamen halkın gönül sesidir. Gerçi şekerin aforoz edildiği günümüz kültürüne uymadığı da bir gerçektir. Zamane çocuğu ceplerini şekerle doldurmaya can atmıyor. Şeker gibi bayramlaşmaların nesli de tükendi. Yeni nesil artık ya Antalya’dan, ya İtalya’dan telefonla bayramlaşıp, kargo ile hediye gönderiyor.

Bayramların ne suçu var; ha bire vur ha vur beline beline, “sen eskiden daha güzeldin” diye diye. Sanki vaktiyle güzellik kraliçesi oydu da şimdi yaşlanıp çirkinleşti. Yalanınızı seveyim ben sizin…. Neymiş efendim, “nerde o eski bayramlar” mış…. Bayramı bayram yapan insandır, insan!

Bayram yapan herkesin bayramı kutlu olsun.

Şeker gibi Ramazan Bayramı dileğiyle.

(Muharrem Soyek)

25 Nisan 2021 Pazar

Tencere Dibin Kara

1948 yılında varılan uzlaşmayla ve 1951 yılında yürürlüğe geçen uluslararası sözleşmeyle, soykırım ve benzeri olaylar tanımlandı ve bir insanlık suçu olarak tasdik edildi. Ancak bu suçlamanın 2. Dünya Savaşı öncesi geriye doğru hukuken götürülemeyeceği de belirtilmişti. Çünkü tarih, katledilmiş toplu insan cesetleriyle o kadar doludur ki depreştirmeye gelmez.

*Kendini savunma derdine düşen Osmanlı, gücünü hep saldırgan düşmana sakladı. Batıda Avrupa, doğuda Rusya ve işbirlikçisi Ermeni Çetelerine karşı. Emperyal güç ile kan dökümü bir gidiyor. Arap topraklarında İngilizler iç talanı kışkırtırken, Arap halkı tutmuş İngiliz saldırısı bekleyen Osmanlı’ya asayişi temin edemeyişinin hesabını sormaktaydı. Hesabın ödemesini alamayınca da düzen sağlayacağını söyleyen İngiliz’in peşine takılmıştır. ‘Tavşana kaç, tazıya tut’ politikası…

*“Soykırım ve büyük felaket…” Ermeni dilinde ‘soykırım’ denmez bilir misiniz?  Medz Yeghern (büyük cinayet) ya da Medz Aghet (büyük afet) derler. Joe Biden bu yüzden hem soykırım hem büyük felaket demiştir. Hem dünyaya hem Ermeni kültürüne selam çakmıştır… Tarih, 24 Nisan 2021… hani, tarihin bile yüzü kızardı…

*Dün de bugün de aynı oyunlar sürmektedir. Başka bir oyun içindeysek de yuh olsun artık! Tarihi ağlatacak kadar unutkansak bize de yuh olsun artık! Şimdi sıra PKK himayesine kılıf gereği Kürt Soykırımı’nı tanımaya da gelmiş olabilir hani. Yağma Hasan’nın böreği… Eşkıya da belli eşkıyayı besleyen de. Olan Ermeni komşuma, Arap tanışıma, Kürt yurttaşıma ve elbette az buçuk hepimize olmaktadır. Barış ve huzur bir adım daha geri çekilmek zorunda kalıyor. İşin ilginç yanıysa, ABD Başkanı’nın NATO müttefiki, Kore silahdaşı Türkiye’ye sırtını dönüp Ermeni Lobisi’nin koluna girmesiyle iç siyaset rantından başka bir şey elde edemeyiş olması. Yani bir Ermenistan kazanılmış olmuyor. Ermenistan siyaseten ve mülken Rusya güdümünde bir ülke. Tuhaf değil mi? ABD Türkiye’yi çöpe atmış görünüyor; atmasa bile “ya benimlesin ya çöptesin” demeye gözdağı vermektedir. Bu ayrılık yolunda bakalım kimin kervanı daha diri ve kazançlı yürüyecek. Sanırım şerden hayır gelecek ve Türkiye kendini daha da bağımsız kılacak özgüven yükselişiyle ilerleyecek.

*Dilini yalan siyasetiyle bileyerek parmak sallayan ABD kendi emperyalist soykırım tarihini görünmez derinlere gömdüğünü mü zanneder? Zenci ve Kızılderililere verdiği zayiat çok yönlüdür. Örneğin, Kaliforniya'da çapullanıp yerinden yurdundan edilen yerli halkın korunması için çıkarılan eyalet yasası tersine işletilip 'ateş serbest yasası' gibi işletilmiş. Bu sözde koruma yasası gereği uygulamalarla 10 yılda 300 bin yerli 30 bine indirilmiştir. ABD’nin onca parası vardır amma kendine tutacak bir aynası yoktur… Hile ve zorbalıkla zulmetmiştir, yok etmiştir. Daha 1960 yıllarına kadar birçok ABD eyaletinde zenciler ve yerliler köpeklerle bir tutulurdu. Tencere tencereye 'dibin kara' demiş; tencere de dönüp 'senin hem dibin hem için kara' demiş… Tencere bile kendinden utanmış amma koca koca devletler tarihin acılarını günün siyaset garnitürü yapmaya bakalım ne zaman utanacaklar. (Muharrem Soyek)

*"O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım(Kum deresi katliamı). Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet… Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç...” / Kızılderili, Şef Kara Geyik

 

22 Nisan 2021 Perşembe

Düşüncenin Sunumu

 

Ülküsel arzum; her tür düşünce ve bilginin dışavurumunu tam özgür tutmayadır. Gene de duyguların ve düşüncelerin bilgisini edep eleğinden geçirmeden olduğu gibi topluma açık biçimde özgürce sunmak bir hak sayılamaz. Gerçekte duygu düşünce ve bilginin kendisinden çok dışavurum biçiminde sorun ortaya çıkmaktadır.

“Düşünce özgürlüğünün bir sınırı olmalı mı?” sorusu benim için anlamsızdır. Düşüncenin kendisi değil, ifade biçimidir ancak hukuk ve görgü çerçevesiyle sınırlanabilir olan. Düşünce üretimine değil de üretilmiş düşüncenin dışavurumuna, yani bir tür pazarlamasına bazı özgürlük sınırları çekilebilir. Düşüncenin dışavurumunu edep ve doğruluk kaygısına çeken sınırlamalar hukuksal gerekçesiyle birlikte toplumsal yaşam görgüsü gereği de sayılabilir. Öyle ishal olmuş bebek gibi düşünce ve duyguları dışarı çıkartmak bence bir özgürlük hakkı değildir. İfadede edepli ve bilgide gerçekçi olmaya özen gösterilmelidir.

“Düşünce eskidir, yeni olan düşünmedir,” diyor Jiddu Krishnamurti.

Bana göre de düşünce oldurulmuş bir bilinçsel olgu, yani eskidir; düşünmeyse düşünce oldurmaya niyetli devam eden zihinsel bir süreçtir. Düşünme sürecinin önü açılıp özgür kılınmalı… Düşünmek için gerekli olan bilgiye ve araç gereçlere ulaşım kanalları tam özgürlükte açık tutulmalıdır. Ancak, düşünmenin sonuç olgusu olan düşünceyi somut eyleme sürmekte bazı kısıtlamalar toplumsal hukuk unsuru yapılabilir…

Düşünmeye ket vurmaksa anca düşünmenin malzemesini saklamak veya yok etmekle olasıdır. Bu da günümüz bilişim ve iletişim dünyasında hemen hemen yapılamaz bir şey olmuştur. Bu nedenle düşünmenin yasaklanabileceği kanısında değilim. Sadece, bilgiyle düşündürmeyi iş edinmeyip de bilgiyi sunulduğu biçimiyle ezberlemeyi dayatan eğitim, işte anca öylesi işe yaramaz eğitim düşünmenin ufkunu daraltabilir. Öte yanda düşündürücü eğitim almış olsa bile, insanın kendi zihnini bağladığı mutlak doğru sanılı bilgiler de düşünmeyi kısıtlayabilir. Eğer ki insan bildiğinin hiçbir şey olduğunu bilecek kadar kendini bilmiş değilse, kendi doğrusunu biricik sanan bilinçsel ve duygusal varlığı her durumda onun özgürlük içre sağduyulu düşünmesine engel olabilir.

Sağlıklı bilinç, düşünme eylemiyle kendini sürekli eleştirel sorguya çekebilendir. İnsanın ruhsal varlığı da iç dünyasından seçkilerini vicdan ve utanma edebiyle dışa açma samimiyetinde sağlık bulur.

Sağduyulu bilinçsel ve ruhsal duyum… Bu iki duyumsal algının düşünsel uzlaşıyla bilinç aynasından dışa yansıyıp yaşam biçimine sağduyulu özgürlük katması pek muhteşem bir insanlık yapar… Muharrem Soyek

19 Nisan 2021 Pazartesi

23 Nisan

 

“Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet ve makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır; o da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir.” M. Kemal Atatürk

23 Nisan’ın Ulusal Egemenlik Günü adıyla çocuklara armağan edilmesi Türkiye’nin mutlu geleceğini arzulayan ilk TBMM milletvekillerinin ortak vasiyetiydi sanki. Türkiye’yi çağdaşlığa ilerletecek görüş ve önerilerini çocuklarının ve torunlarının sahiplenmesini istemişler gibi… Atatürk de bunu onaylarcasına şöyle demektedir:

"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz."

Bugün 23 Nisan! Mutlu olun ey büyümüşler! Çok çocuk var sizi kucaklayıp taşıyacak! Bugün sadece Türkiye’nin değil, dünyanın geleceği de çocukların sırtına bindirilmiştir. Büyüklerin bu günü çocukları onurlandıran bir umut kutlamasına çevirmesi aslında kendilerinin henüz insanlık yeterliği kadar uygarlaşamadıklarının  bir itirafıdır.

Çocuklar büyüklerin hayallerinden sorumlu tutulamazlar. Çocuklar tıpkı toprağını ve havasını seven ağaçlar gibi özgür büyümeliler. Çocukları daha bugün geleceğin büyümüşlük sorumlusu yapmak onların çocukluğunu çalmaktır; haramdır. Bırakalım çocuklar büyümeyi özleyecek kadar doya doya çocuk olabilsinler. Geleceği kurtarmak onların değil, biz büyüklerin sorumluluğudur. Çocuğumuzun şimdi ve gelecekteki yaşam değeri, biz büyüklerin tüm çocukların geleceğine olumlu katkı yapan arzu ve çabamızın değeriyle yükselecektir.

*

Bu yanan dünyada yan gel Osman yatanlar

Sevinin ey kocamanlar sevinin!

Çocuklardan önce öleceksiniz

Hadi gene iyisiniz…

23 Nisan, çocuk doğası gereği çocuklara zaten kutlu ve mutlu bir bayram olur. Ben asıl, çocuklara güzel bir dünya bırakmak için emek veren büyüklere "Yirmi Üç Nisan kutlu olsun" demek istiyorum… Çocuklarını sağlıklı büyütüp bilgiyle düşünmeyi öğretemeyen uluslar, temeli çürük binalar gibi çabuk yıkılırlar. Özgür bilinç edindirip düşündürmeyi kendine onur misyonu yapmayan bir eğitime ve toplumsal görgü zoruna tutulan çocuklardan geleceğe umut bağlamaya utanan büyüklerin çoğalması dileğimle... YİRMİ ÜÇ NİSAN ULUSAL EGEMENLİK BAYRAMI kutlu ve umutlu olsun!

Muharrem Soyek 

18 Nisan 2021 Pazar

Bir Mayıs

Bizdeki işçi kesimi emeklerinin karşılık haklarını örgütlü mücadele ile elde etmemiştir. TC devlet erkinin daha çok yurt dışındaki örneklerine bakarak yaptığı iş kurma ve işçi çalıştırma hukukuna bağlı kalarak, haklarını tepeden bir sunumla elde etmiştir. Gerçekte kendi varlığını oluşturmuş bir Türkiye işçi sınıfı da yoktur.

          

1800'lü yıllarda sanayileşmeye başlayan ülkelerde emekçiler sermaye karşısında haklarını alma ve koruma mücadelesine başlamışken, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde işçi ve diğer emekçiler gerçek anlamda böyle bir mücadeleye girmiş görünmezler. Böyle bir mücadele gereği, toplum tarihinin sınıfsal insan özellikleri ve ekonomik sistematiği bakımından da oluşmamıştı zaten. Bizde işçi ve emekçi olma bilinci, ilerleyen sanayi ile daha yeni oluşmaktadır. SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) 1946’da İşçi Sigortaları adıyla kurulmuştur. İşçi kesimi bu kuruluşun kendi gelecekleri için ne kadar önemli olduğunun farkında bile değildi. Öyle ki o günleri anımsayan emekli bir Beykoz Deri Kundura Fabrikası işçisinden dinlediğime göre, işçiler bu sigortanın aylıklarından kesinti için bir bahane sayılacağı gerekçesiyle sigortalı olmak istememişler; hatta işi yavaşlatma eylemi başlatmışlar. Fabrika müdürü hepsini yemekhaneye toplayıp huzurlarında kendilerinden kesinti yapılmayacağına yemin vermiş de anca ikna olmuşlar.


Ben Türkiye'deki emekçi sınıfın emeğin insanlık ilerlemesindeki değerini yüceltici yeterli eylem ve tasarımlar üretemedikleri kanısındayım. Gene de 1 Mayıs'ın resmen bir emekçi bayramı ilan edilmesi sevindirici bir uzlaşıdır. Peki nereden gelmektedir 1 Mayıs geleneği?


“İlk 1 Mayıs düşüncesi 1856 yılında Avustralyalı işçilerden ortaya çıktı. Avustralyalı işçiler 8 saatlik işgünü talebiyle toplantılar, eğlenceler ve gösteriler düzenlediler. 1866 yılında Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) dünya işçilerine 8 saatlik işgünü için mücadele çağrısı yaptı.


1886 yılının 1 Mayıs’ında Amerika’nın her yerinde işçiler grevler, mitingler ve eylemler düzenlediler. 8 saatlik işgünü talebinde bulundular. Chicago’da 200 bin işçi iş bıraktı. Siyah ve beyaz tenli işçiler 8 saatlik işgünü için birleştiler. Gösteri, yasa dışı olduğu gerekçesiyle bombayla dağıtılmaya çalışıldı. Çok ölen oldu. Ardından 4 işçi önderi idama götürüldü. Binlerce işçi işten atıldı; binlercesi de kara listelere alındı. Uluslararası İşçi Kongresi (II. Enternasyonal) 1889 yılında Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ı o kara güne ithafla işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü ilan etti.

 

Bize gelince… “1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde, 1905 yılında İzmir’de kutlandı. İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlaması 1910’da yapıldı. 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak “İşçi Bayramı” ilan edildi. 1924`te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı. 1935 yılında “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” düzenlemesiyle 1 Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ücretsiz tatil günü ilan edildi. 1981’de kendini TBMM yerine koyan askeri darbenin Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs’ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı. 2008 Nisan’ında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edildi. 2009 Nisan’ında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1 Mayıs günü resmi bayram kabul edildi.”


1 Mayıs her ne kadar işçilerin direniş bayramı olarak ortaya çıkmış olsa da bence bugünün ruhuna en yaraşır olan adlandırma, “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” olmalıdır.

*Ne güzel gündür bu gelen gün

Bin Bir Mayıs oldum ben

Sağımdan solumdan

Her yanım mahşer sadece insan…

 *Muharrem Soyek

 

11 Nisan 2021 Pazar

Aşkı ve Tanrı'yı Sınamayın

*Hayat bir sınav mıdır?” Teknik olarak değildir. Sınav olması için sınav konusunun önce öğretilmiş olması gerekir. Sınav, konusu ve süresi önceden belirlenen ve konu üzerine olası soruların yanıtları da önceden çalışılan bir sınama yöntemidir.

Hayat gene de insanı sınava çeken değil de insanın kendisini sınayabileceği bir varoluş ortamı sayılabilir. Tanrı kulu olduğuna iman etmiş kişiler için hayat, ahret yaşamına geçiş öncesi bir hak ediş sınamasıdır; ya cennet ya cehennem hakkına… İnsan, hayat unsurlarını nasıl kullanıp tükettiğine ve hayata ne bıraktığına göre, öldükten sonra ya mezun olup cennete ya sınıfta kalıp cehennem kursuna gidecek...

Sınama, sınav değildir. Sınamada bir beklentinin karşılanması umulur; deney gibi... Sınavdaysa bir öğretinin bilinirliği ölçülür. Sınama, yani beklenti bizim insan olarak ölmemizdir. Doğduğumuzda hayat bize öğretilmiş değildir; yani sınanacağımız ortamı öğrenmiş olarak doğmayız. Hatta ölünceye kadar da hayatın çok azını kendi çabamızla anca öğrenebiliriz. Bizden beklenen şey, hayatı eğrisi doğrusu ile yaşarken doğru varsaydığımıza rağbetle var olmayı vicdan onuru yapmamızdır. İşte bu beklentiye bir sınama, “kim insan olarak ölecek bir bakalım” sınaması denebilir.

İnsan, karşılaştığı iyiler ve kötülerle nefsini sınar. İnsan kendini nefsiyle sınamaktan, yani bir tür kendini denemekten dürüst bir iyilikle çıkarsa hem bu âlemde hem ahrette kurtulur. Onlar, sevgiyle yaşatıp bilgiyle düşünenlerdir ve bir tek aşkı ve Tanrı’yı sınamazlar. Herkes aşkına ve tanrısına güvenmek zorundadır. Güvenmediği an ne aşk kalır ne iman... Her şeye rağmen, eğer ki bu sınama bir sınavsa herkesin sorusu da vereceği yanıt da gene kendinden kendinedir... Yani, sınav özden öze öznel oluşuyla genel bir hayat sınavı sayılamaz. Sorular da yanıtlar da her kişinin kendisine lâyık gördüğü yaşam anlamından oluşur…

Ahret inancı olan için Tanrı’dır insanı sınayan. İnançsız olan da kendi kendini sınar. Kimi de vardır ki kendini bu amaç doğrultusunda sınamayı hiç umursamaz; sadece bencil var-oluş hazzıyla yaşamayı yeğler. Öylesi de bu hayatı yaşar ve ölür amma bencillik dozunu düşük tutamamışsa büyük olasılıkla insan olarak ölememiştir.

Bir aşk bir de Tanrı sınanmaya gelmez… Çünkü bu ikisi mutlak güvene bağlanmadıysa ikisi de yalan olmasa bile kendini kandırmaca olmuştur… Yeter ki aşkını ve tanrını sınama; kalan ötesini berisini ister hayatın ister Tanrı’nın bir varoluş sınaması say, pek fark etmez. Biz ölüme kadar aşktan ve Tanrı’dan gayrısını sınaya sınata anca insanlaşırız… 

Muharrem Soyek

1 Nisan 2021 Perşembe

İmam Nikâhı Aldatısı

 

İMAM NİKÂHLI EŞ 

Şunu en baştan bir belleyelim: Türkiye’de hukuk içre geçerli bir dini nikâh türü yoktur. Sadece, ya resmen kıyılı nikâhın dinsel inanç duası yapılır ya da nikâh doğrudan müftülük yetkisiyle resmi onay alırken dini görenekle de kıyılmış olur.

Aralık 2017 tarihinden beri müftülükler dini görenekle hukuken geçerli resmi nikâh kıyabilir olmuşlardır. Eskiden imam nikâhı denen kaçak nikâh da böylece batıl olmuştur. Buna rağmen TV programlarına konuk edilen bazı evlilik mağdurları hâlâ “dini nikâhlı ya da imam nikâhlı” olarak sunulmaktadır. Oysa öyle bir nikâh türü yoktur ve öylesi nikâhı kıyan da nikâha razı gelen de suç işlemiştir. Cami imamı nikâh kıyamaz. Hatta resmen nikâhlı çiftlere bile imam kalkıp da dini nikâh adıyla ayrı bir nikâh kıyamaz. En fazla resmi nikâhın duasını sunar. Yani, sözde geçerli nikâh kıyan imam müftülükten yetkili değilse suç işlemiş olur. Dini görenekle resmen evlenmek isteyen cami imamına değil, müftülüğe başvurmalıdır.

Haber geçişlerinde bile aynı sunum hatası yapılmaktadır. Daha yakınlarda şöyle bir haber geçti: “Hamile kadın, henüz 17 yaşında; dini nikâhlı eşi tarafından defalarca bıçaklanarak öldürüldü…” Genç kadına Allah rahmet eylesin, ailesinin başı sağ olsun amma, bu haber dini nikâhı toplumsal bilinçte meşrulaştıran bir algı yaptığı gerekçesiyle, basın yoluyla suç işlemeye bile girebilir. En azından yalan haber sayılır. Çünkü böyle bir nikâh türü yoktur. Bu tür nikâhlar, hoş görülmeyen cinsel birliktelikleri ayıplayan ağızları kapatmak için uydurulmuş bir kılıftır. Rahmetli olmuş emekli babanın maaşını almak için boşanıp da aynı kocasıyla yaşamaya devam eden bazı kadınlar da “dini nikâh” kisvesiyle namuslarını korudukları izlenimi verirler. İhbar edilinceye kadar haram yemiş olsalar da bu çiftler genelde namussuz sayılmazlar…

Dinsel törenle nikâh kıyımı sadece müftülük eliyle yapılır ve o nikâh da bildiğimiz resmi nikâh sayılır. Yani, müftülükte nikâhını kıydıran çiftlerden birisi için “dini nikâhlı eş” tanımı yapılmaz. Onlar resmen ve medeni kanun gereği karı kocadırlar… Önce basın ve yayın dilinde “imam nikâhlı ya da dini nikâhlı eş” sunumundan vazgeçmeliyiz. Sonrasında, müftünün yetkisini gasp ile dini nikâh kıyan imamların kulakları çekilmelidir. Evlenme cüzdanı almış da olsalar imam kimseye dini nikâh kıyamaz; en fazlası kıyılmış nikâhın duasını yapar, dine uygunluğunu onaylar. Çünkü, dine uygun nikâh isteyen çiftler müftülüğe gidip hem dini usûlle hem de resmen geçerli nikâhlarını kıydırabilir olmuşlardır. Muharrem Soyek