11 Şubat 2018 Pazar

Geçmiş Geleceğin Anası



Geçmiş geleceğin anası olsa da kendisi olamıyor; bebek doğduğunda göbek bağı kesilir. Gelecek her ne kadar geçmişin sütünü emmiş olsa da sütün helal veya haram oluşundan sorumlu tutulamaz. Gelecek sadece kendi sütünden sorumludur. Ayrıca, her geçmiş de geleceğin minnetle elini öpeceği saygıdeğer anası değildir. Gene de geçmişimin bir tanrı gibi ölümsüz ve değiştirilemez varlığıyla topuklarımdan çekmeye devam edeceğini hissetmekteyim; ancak buna rağmen, geçmişimin geleceğime benden izinsiz hükmetmesine izin vermediğim ölçüde ‘insan olma’ bilincimin gelişeceği de su götürmez bir gerçektir...

Muharrem Soyek

8 Şubat 2018 Perşembe

'Türk' ve 'Türkiye' sıfatıyla adlandırma



Hükümet yanlısı görüşe göre, Afrin Harekatı’na karşı görüş sunan özel kurum ve kuruluş adlarının başındaki Türk ve Türkiye sıfatları kaldırılmalıdır. Bazı meslek odalarının siyasi tavırlarına tepki olsun diye böyle bir düzenlemeye gitmeyi doğru bir davranış saymıyorum. Bir sorun varsa siyasi alınganlıkla değil, bilimsel düşünceyle çözülmelidir. Öte yandan, devlet erkine hizmetle yükümlü olmayan meslek örgütleriyle dernek ve vakıf gibi özel kurum adlarının başındaki "Türk; T.C." sıfatlamasının kaldırılmasını demokrasi adına doğru buluyorum. Çünkü demokraside insana hizmet devlete hizmetten önce gelir. Böyle devlet onaylı sıfatların insandan önce devlet çıkarına bağlandığı kanısındayım.

'Türk' kavramı bizim devlet sözlüğünde T.C.’ye minnetle bağlanmıştır. 'Türk Kızılayı' ve diğer adıyla 'Türkiye Kızılay Derneği' dendiğinde sadece Türklerin oluşturduğu bir dernek anlaşılmaz. Çünkü, T.C. devleti vatandaş olarak sadece Türkleri kimliklendirmez. Türk Kızılayı adından da bilinir olduğu üzere T.C. devletini ve Türk Milletini temsil eder. Bu temsil algısı gereği kendisiyle kurumsal bağı olmayan devlet politikalarını eleştirmez.

'Türkiye' ve 'Türk' sıfatlamasının Bakanlar Kurulu onayındaki saklı gerekçe, bu kurumların T.C. devlet politikalarına aykırı tutum ve davranışta bulunmayacağı beklentisidir. Hukuken açık bir sözleşme olmasa da adlandırmanın devlet adına yürütme erkinin onayından geçiyor olmasını toplumsal bilinç de aynı varsayımla algılar. Durum böyle olunca, adının başında 'Türk veya Türkiye' olan ve doğrudan siyaset yapmayan kurumların devlet politikalarına karşı tavırlarının özellikle de devlet erkini işleten hükümet tarafından hoş karşılanmayışı hoş görülebilir oluyor.

Aslında devletli olma yetkisinin sorumluluğunu üstlenmemiş tüm özel kurum ve kuruluşlar, adlarının başında "Türk" sıfatı varsa kendiliklerinden bunu atmaları gerekir. Bunu yaparlarsa hem T.C. devleti organı gibi görüntü vermez, hem de ırkçılık algısı yapmazlar. Adlandırma başındaki ‘Türk’ ve uluslararası temsiliyet dışındaki “Türkiye” sıfatını kaldırmak bence toplumsal örgütlenmedeki zihniyet tekelleşmesini kırmaya da yardımcı olur. Daha özgür bir toplumsal örgütlenmenin önü açılır.

TTB çıkıp "bizim devletle organik bir bağımız yok; Türk tabiplerini temsil ediyoruz" diyebilir. Ancak, öte yanda ırkçı tutumları azdırmak isteyenler kalkıp da KTB'yi (Kürt Tabipler Birliği'ni) kursa TTB ne diyecek? "KTB Türk tabiplerini temsil etmiyor" dendiği anda ırkçı ayrım başlamış ve "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişindeki tüm millet unsurlarını kapsayıcı üst kimlik de yırtılmış olur.

 Ancak, 'Türkiye' sözcüğü coğrafi bir tanım gereği uluslararası etkinliklerde temsiliyet simgesi olarak adın başına konabilir. Aynı konu üstüne kurulu örgüt ve sivil kurumların uluslararası temsiliyet haklarının vekaleti durumunda "Türkiye ...." biçiminde adlandırılabilir. Bu ad alma hakkı karşılığında kuruluşun tüzüğüne doğrudan bir parti ve devlet politikasını eleştirir siyasi demeç ve etkinlik yapılamayacağı maddesi konmalıdır. Çünkü TBMM dışında hiçbir kurum, kuruluş veya kişi ülke siyasetinin tümünü temsilen konuşamaz.

Devlete hizmet sözü olmayan bireyler, örgütler ve kurumlar devlet politikalarını eleştirebilirler. Bu demokrasiyi ilerletici bir özgürlük hakkıdır. Ancak, bu özgürlük hakkıyla yapılan eleştiri Türk Milleti'nin ya da Türklerin ortak uzlaşı görüşü gibi gösterilemez.

TTB belki de adının başındaki Bakanlar Kurulu onaylı "Türk" sözcüğünden dolayı kendini açık özgürlükle değil de imalı biçimde ifade etmiştir. Açıkça "Afrin'e askeri harekat yapılmasını doğru bulmuyoruz" demeyip lafı yuvarlayıp genellemiştir.

Özetle demiştir ki:

“Biz hekimler uyarıyoruz. Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur.
--- --- ---
Savaşla baş etmenin yolu, adil, demokratik, eşitlikçi, özgür ve barışçıl bir yaşam kurmak ve bunu sürekli kılmaktır.
Savaşa hayır, barış hemen şimdi!”

Ne kadar doğru ve insani değil mi? Ancak, bu çağrı hekimlik felsefesinin gereği bir bilgilendirmeden ileri geçip zamanlama açısından Afrin askeri harekatını kınama niteliğinde sunulmuştur. Terör örgütlerine böyle eleştirel çağrılar yapmada çekinceli kalındığı da hatırlanınca çağrının salt mesleki kaygıyla yapılmış olduğu savunması çok da inandırıcı durmuyor. Ayrıca Afrin harekatı bir saldırı savaşı değil savunma savaşıdır. T.C.'nin kendini savunması, yani Milli varlık savunması da bir halk sağlığı sorunudur...

Her şeye rağmen devlet gücünün bu çağrıya imza verenleri gözaltı yapması bir demokrasi ayıbıdır. Ancak, çağrının tüm Türkiye hekimleri adına yapılmış olduğu izlenimi veren TTB başındaki "Türk" sözcüğüne de ayıp edilmiştir...

Muharrem Soyek

7 Şubat 2018 Çarşamba

Pişman mı keşke mi?


Pişman etmeyen karar, bitirilenin deneyim bilgisiyle yeni bir şeyi başlatmaktır. Pişmanlığın deneyim bilgisiyle yeni bir şey başlatmak da pişmanlığın başarısı sayılır. Bir şeyi başlatan karar anı çoğu kez başka bir şeyden vazgeçiş ister. Bu yüzden her yeni başlangıcın onayı olacak ciddi kararlar her zaman olmuştan biraz vazgeçme cesaretiyle alınabilir.

* “Keşke” demek ile “pişman” olmak ilişkili duyumlar olsa da aynı değillerdir. Pişmanlık düzeltilebilir bir kusura bağlı bir duyumdur. Keşkelikse ikinci kez ele alınıp düzeltilemeyecek durumlara hayıflanmadır. “Bir tek Tanrı “keşke” demeyecek kadar doğrudur” mantığı gereği, "Keşkesiz" yaşıyor olmak insanı tanrılaştırmaz; ancak hepten de keşkesiz yaşamak olası mı bilemedim. Hata ile keşkelik durum aynı şey değil. Hatasız değil kul, bana kalırsa tanrı bile yoktur. "keşke demek" zaten hatanın bilinir olmasından sonra ortaya çıkar. Bir bakıma hatanın deneyimli bilgisini doğrulayıcı bir tespittir. Böyle ele aldığımda "keşke demenin" nedeni olan hata bilgisi çözümlenmişse, "keşke" demek tanrısız tövbe gibidir. Kendini bilmişliğin keşkesi, insanın bilinç aynasında apaçık çıplak görünmesidir.

Muharrem Soyek

6 Şubat 2018 Salı

İstek


"İstemelerimiz bize değil; biz istemelerimize uygulama, sınırlandırma ve yönetmede egemen olmalıyız..." Yusuf Çotuksöken

Kendini bilme yolunda bu çok yerinde bir saptama. Ancak, istemelerimizin yeterlik ölçüsünü bilir olmalıyız. Gene de insanın tüm davranışlarının temelinde sadece istemeleri yatmaz; zorlayıcı ihtiyaç da insan davranışı temelinde yerini alır. Açlık zoruyla hiç sevmediğimiz hatta iğrendiğimiz bir şeyi yiyebiliriz. Çalışmak da istenen bir şey değildir; zorunlu olduğu için yapılır.

İsteklerin sonu gelmez; çünkü bir istek diğer bir isteğin üretim nedeni olur. İstekleri tamamlayıp da mutlu olmak diye bir şey yoktur. Mutluluğu isteklerin sonunu getirmekte sanan nice yaşamlar ölümden önce telef olmuşlardır. Gerçekliği sürdürülebilir mutluluk, elde olanın değerini bilirken yeni istekleri sağlama yolculuğunun azığıdır; yani, isteğin ereğini belirleyen felsefe doğrultusunda ilerletilen emeğin yolluk ödülüdür.

*Bir de şu kalıplaşmış söze bakalım: "Azla yetinmeyi, küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeliyiz." Çok istek mutsuzluk getirir iması var bu sözün içinde. Ancak, küçük şeylerin içinde büyük mutluluk nedenleri bulunabileceği yalın bir doğrudur.

Azla yetinmek doğru bir yaşam felsefesi değildir. Tıpkı çokla mutlu olmayı beklemek gibi hatalıdır. Doğrusu, yeterli olanla yetinirken çoğunu da istemektir; ancak, çoğunu istemedeki amaç mutluluğun seyrini de belirler. Eğer amaç arsızca gösteriş için tüketmek veya cimrice biriktirmekse bencil bir mutlulukla yetinilir. Bencil mutluluk paylaşımsız olacağından kendini çoğaltamaz; kısırdır, coşkusuzdur. Bencil mutluluk, elini öptüren yalnızlığın bahşişidir.

Her şeyden önce temel yaşam ereğine uygun gereksinimlerin yeterlik ölçüsünü bilir olmalıyız. Bu da kişiye göreceli olduğundan insanın kendini bilmesi gereğine koşulludur. Elimizdekine şükürle mutlu olurken kendimize yeteri kadarını isteyip elde etmeye çabalamalıyız. Kendimize yeteri kadarını elde ettikten sonra daha çoğunu da istemeliyiz; ancak, çok olanı bencil nefsimiz için değil de insani fayda üretimi için istemeliyiz. İnsani faydaysa, temel yaşam ereğine yeterli olandan çoğunu tüketimde düşkünlerle paylaşmak; üretimdeyse emeğin ve doğanın hakkına saygılı yatırım yapmakla olasıdır.

 Aslında, varoluşun kendiliğinden sunduğu doğal kaynakları ve insanın doğaya saygılı emeğiyle elde edilmiş yapay güzellikleri paylaşım mutluluğu yeter de artar bile. Böyle yapabilir olsak mutluluğun hep bir sonraki isteğin somut sahipliğinde saklı olduğu yanılsamasıyla bir ömür harcar mıydık? Şimdi herkes bu sorunun yanıtına göre mutluluk istesin...

* "İnsan bir şeyi çok ciddi olarak istemeye görsün; hiçbir şey erişilmeyecek kadar yüksekte değildir." Hans C. Andersen (1805-1875)

[Sadece, bazı şeyler bir ömür yetmeyecek kadar uzak erişimlidir] Muharrem Soyek
***

31 Ocak 2018 Çarşamba


2017 küresel servet dağılımı: "Dünyada üretilen küresel servetin %82'si, Dünya nüfusunun en zengin %1'inin elindeymiş..." Yoruma gerek var mı?

Yoruma gerek yok. Gene de düşünmeye engel değil. Bu bilgi medeniyet diye yutturulan tüketim zenginliğinin insanlık üretmediğinin kanıtıdır. Var olan insan uygarlığı para istifi üzerinde yükselmeyi başarının onur yolu yapmıştır. Bu kusurlu insanlık yolunu vicdanlı ve emeği onurlandıran adil paylaşım yoluna çevirmek gerek. Bunun için, 'Yeni' diye her ne yapılacaksa öncelikle insani ihtiyaç üretimine yatırılmayan kişisel servet büyüklüğünü sınırlayabilen önlemleri alabilir olmalıdır. Önlemlerin denetlenebilir olması için her on sekiz yaş üstü bireyin geçim beyanı vermesi ve paranın nakit olarak değil de bankacılık sistemi aracılığıyla kayıtlı biçimde el değiştirmesi sağlanmalıdır. Bunun için 18 yaş üstüne zorunlu tutulacak olan banka hesabına bağlı parakartlar kullanılmalıdır.


Bu hedefe giden yol küresel yaşam kültürlerini çatışmasız insan uygarlığı idealine taşıyan tren yolu ağları gibidir. Bu ağlar üstünde ilerleyen vagonların içini hem iç dünyalarımızdaki gelişmeyi olumlu yönlendiren bireysel varoluş bilinci, hem de bireyin mutluluk yapıcı toplumsal emeğine onay ve yön veren toplumsal varoluş bilinciyle yüklemeliyiz.

Muharrem Soyek

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Ruhun işletim sistemi


Hepimiz aynı otobüsteyiz…

“Sabah belediye otobüsündeyim; işe gidiş saati tıklım tıklım dolu otobüs ve benden sonra binen yolcunun kartı yok. Şoföre soruyor:
- Para geçiyor mu?
-Geçmez; sadece akbil.

Adam tam inecekti ki…
“ Durun benim karttan okutalım” diyorum ve bir bilet daha basıyorum. Adamın bir basımlık akbil ödeyecek bozuk parası yoktu. “önemli değil, geç amca” dedim. Bir teşekkür etmeden, bir mimikle bile cevap vermeden, kalabalığı ite yara arkalara geçip kayboldu.

  21. yüzyıl Dünya’mızda küresel ısınmanın önlenemeyişi ve doğal hayat canlılarının insan medeniyeti eliyle birer birer yok edilmesi küresel yaşam için en büyük tehditlerden. Ancak, insan uygarlığının en yok edici kültürel tehdidi, otobüste kendisi için akbil basan adama teşekkür etmeden herkesi ite kaka arkalara geçen “ruhun işletim sistemi” olmuştur.

(Düş Hekimi Yalçın Ergir’den alıntı bir anlatıdan düzenlemedir)  http://www.ergir.com
***

Belki de Yerküre bu türden ruhların varoluş sistemlerini sevgi ve saygı nezaketiyle şifreleyinceye kadar insanın sözde uygarlığını başından atma gayretiyle için için yanmakta yüzün yüzün ısınmaktadır… Kim bilir? Bilse bilse insan olan bilir…

Gene de, bir başka pencereden bakınca, bozuk parası olmadığı hâlde kartını okutup adamı otobüse alan da sorumludur şikâyet ettiği durumdan. Çünkü adamın öylece kabul gördüğü sanısı aynı kabalığını sürdürme özgürlüğünün hakkı olacaktır. Adam kötü niyetli değilse büyük olasılıkla davranışındaki kabalığı hissetmeyecektir.

Kartını okutmadan önce, “paran bozuk mu amca?” dedikten sonra, Bozdur da gel” deseydi eğer, adam bir daha otobüse ya kartsız ya da bozuk parasız binmezdi. Hadi öyle olmadı, hiç olmazsa sade bir “önemli değil” yerine, “önemli değil, bir teşekkürün yeter bana” denmeliydi. Olayın burası o kadar da önemli değil aslında; bireysel bir etkileşim sonuçta; ayrıca bedava iyilik de sevaptan sayılır. Zaten ben burada düşüne düşüne yazıyorum; hangimiz öyle bir durumda “ruhun işletim sistemini” düzeltici böyle erdemli sözleri nezaket ve saygıyla dillendirebilecek kadar insanız ki? Hele de insan uygarlığının gözdesi büyük şehir çarklarına sıkışmış ruhumuzdan bunu beklemek pek de insaflı olmaz.

Ancak ikinci hareket olan “ite kaka” arkaya ilerlemesine nazikçe tepki vermeyenlerin sorumluluğu daha büyüktür, çünkü toplumsaldır. Adam birkaç kişi tarafından nazikçe uyarılmış olsaydı aynı kabalığını bir başka otobüste sürdürmekten kendini men edebilirdi. “Acele etme amca yer açmaya çalışıyorum” diyerek veya “inecek misin amca?” diye sorarak “ruhun işletim sistemini” insanlaştıran bir uyarı sinyali gönderilebilirdi. Bu sırada çoğumuzun yaptığı gibi sinirli bir “yavaş ol amca, kör müsün!” demek veya “ohaa!” gibi aşağılayıcı bir imayla ünlemek “ruhun işletim sistemini” daha da hayvanileştirir.

Şu bir gerçektir ki hepimiz birer hayvan olarak doğarız.  İnsanın nazik ruh etkileşimi insan hayvanlığını sevgi ve saygıya bağlı evrime iteleyen en etkili yoldur. Her şeye rağmen Sayın Düş Hekimi’nin özdeki şu tespiti sağlamdır: “Şimdi ve önümüzdeki zamanlarda insan uygarlığına en büyük tehdit otobüste herkesi ite kaka arkalara geçen ruhun işletim sistemindeki arızadan çıkacaktır.”

Nedense insanların değişmesini isteriz de kendimizi değiştirmek için çok da uğraşmayız. Bir insan dünyayı değiştiremez; fakat dünya insan olmayı hak ettiren bir sevgi ve saygı terbiyesiyle kendini değiştirmeyi iş edinmiş insanların gücüyle değişir. Tehdit kadar çare olacak da insanın kendisidir…

(Muharrem Soyek)

25 Aralık 2013 Çarşamba

Demokrasinin Yeteneksiz Siyaset Dansı



Dershane meselesinde ve son olarak da Halk Bankası’nda aklanan kara para yolsuzluk iddiaları peşinden tuhaf bir durum çıktı ortaya. Daha öncesinde Fethullah Gülen için “Fetoş, F-tipi, ağlayan şeytan” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanan sosyal çevremden şimdilerde “Sayın Fethullah Gülen ve Hoca Efendi” biçiminde saygıdeğer hitaplar duymaktayım. Bu bilinçsiz bir tutarsızlık mı yoksa çıkarcılığın siyasi çıkını mı?

Bir zamanlar AKP iktidarını ABD istedi dendi. Şimdiyse AKP iktidarını ABD devirsin diye dualar ediliyor. Peki, yerine gelecek olanı da bu durumda ABD iktidara getirmiş olmayacak mı? İşlerin böyle yürümesine demek ki işimize gelende itiraz etmeyeceğiz.

Ergenekon ve bağlantılı benzer davalarda daha iddianame bile açıklanmadan gözaltı ve tutuklamaların sahte delillere dayandırıldığını varsayanlar şimdiki “yolsuzluk” operasyonundan sızan her bilgiyi suça kanıt yapma telaşına girmiş gibiler. Hükümet olan AKP son durumda Ergenekon ve benzeri davalardaki nispeten demokratik duruşunu koruyamadı. “Muhalefet Ergenekon avukatı olursa biz de savcısı oluruz” demişti. Şimdi, muhalefet “kara para yolsuzluğu” davasının avukatı ve savcısı olmaya yeltenmişken iktidar da panikleyip mahkeme hâkimi olmaya kalkışıyor. İkisi de demokrasinin yüz karası oldu. Neyse ki Sayın Bülent Arınç yargının muhakeme sürecine hükümetin hüküm tayin edici bir karışmasının söz konusu olamayacağını açıkladı. Başbakan’dan bir düzeltme demeci çıkmadığına göre, şimdilik Sayın Arınc’ın sözüne güvenle süreci izlemekte bir sakınca görmüyorum.

Kim ne yolsuzluk yapmışsa, kim rüşvetle iş yapmışsa hukuki kanıtlarıyla tespit edilip gereken cezaya çarptırılsın. Kimin itirazı var? Hükümetin mi? Onu da millet seçimde değerlendirsin. Ancak, suçun ve suçlunun mahkeme hukuku içinde belirlenip cezası kesilene dek yargı sürecinin siyasi linç sopası gibi kullanılması demokrasiye hasar verir. Burada yapılması gereken en demokratik davranış yargı sürecindeki kusurları yargı erkine saygı çerçevesinde eleştirmek olmalıdır. Eleştirinin temel amacı da bağımsız yargı kurumuyla demokrasiyi ilerletmek olmalıdır.

Daha düne kadar “ABD’ci, ABD ürünü” diye iktidarı yaftalayanlar ABD devlet yetkilileriyle görüş alışverişi yaptıkları kahvaltılara katılmaktadırlar. Hatta K. Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti sırasında F.G. Cemaati’nin adamlarıyla görüştüğü bilgisi çıkmıştır. Ana muhalefetin ABD büyükelçisiyle görüşmeleri de dikkat çekici. Katılsınlar tabi; fakat önümüzdeki seçimlerde iktidar olurlarsa TC ürünü olsunlar. Bunun için siyasi kimliklerini sadece milletin özgür seçim iradesinin onayına sunmaları yeterlidir.

Cemaat liderinin “Elimde olsa bütün paşaları serbest bırakırdım" demesine sessiz kalındı.  Mehmet Haberal serbest kaldıktan sonra ilk ziyaretini Fatih Üniversitesine yaptı. Şimdi İstanbul'da Cemaat Sarıgül’e destek istiyor.

Sayın Mustafa Balbay serbest bırakıldı. BDP milletvekillerine ret cevabı verildi. Muhalif siyaset Balbay için göstermiş olduğu demokratik çabayı BDP milletvekilleri için de göstermelidir.

Siyaset, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesini onur madalyası olarak boynunda taşımaya devam ettikçe bu böyle sürer gider. Bir zamanlar TC'nin en firavun düşmanı olan F.G. şimdi kurtarıcı destek güç
olarak kabul görebilir.

Her şeye rağmen toplumsal varoluş bilincinin sağduyusu demokratik seçimlerde eğri doğru ortaya çıkabiliyor. Sağduyunun yanılmayacağını umuyorum; yanılsa da demokrasinin ipine sıkıca bağlı kalabilirsek elbet bir başka seçime kendisini düzeltme fırsatı yakalayacaktır. Zamanın sabrı sonsuzdur. Demokratik olgunluğun sabırlı azmiyle çözülmemiş hiçbir sorun kalmaz.

Yolsuzluk veya kara para adli operasyonunu daha iddianame bile hazırlanmış değilken hükümeti linç fırsatı saymak siyasi bir tercih olabilir. Ancak bu bir aydın tavrı olamaz. Ergenekon davasındaki taraflı bakışların önyargılı çıkarımlarını hatırlamalı. Esas olan hükümetin yargısal süreci engelleyici veya durdurucu hukuk dışı bir baskı yapıp yapmadığıdır. Mahkemeyi takip edip göreceğiz. Yolsuzluk suçu işleyeni hükümet korumaya alırsa onu da millet sandıkta değerlendirir. Seçim öncesinde yolsuzlukla suçlanan hükümetin savunma telaşıyla öfke nöbetine tutulup yargıyı rakip siyasetin taşeronu sayması büyük hatadır. Ancak yargının yerine infaza kalkan muhalefet bilmeli ki bu tutumuyla seçmen vicdanında AKP'yi mağdur duruma iteleyerek güçlendirebilir de.

Olayın bir de ekonomik gerçeklik boyutu var tabi ki. İran'dan ithal edilen doğalgaz ve petrol paraları euro cinsinden Halkbank kasasında birikmektedir. Hatta Pakistan bile İran'dan ithal ettiği enerji hammaddesinin parasını Halkbank'a havale etmekteymiş. Ambargodan dolayı bankalar arası para transferinde sıkıntı olduğundan sanırım ki İran'ın da onayladığı bazı güvenilir kimseler kuryeliğiyle İran'ın parası İran'a gitmekteydi. Yani olay ambargoyu delme girişimine yasal çerçeveli siyasi operasyon da olabilir. Bu arada rüşvet ve zimmet gibi yolsuzluk
yapılmış da olabilir tabi ki. Savcılar bu yüzden soruşturma yaparlar;
gerçeği delillendirmek için... Mahkemeler de delilleri değerlendirmek için
kurulurlar. Hâkimler de hukuki değer arz eden delillere istinaden suça ceza keserler. Kesilen cezaya itiraz hakkının da kullanılmasından sonra masumiyet hâli son bulur. Mahkemelik davaları "benim adamım masumdur" veya "bizden değilse suçludur" mantığıyla siyasi çıkar malzemesi yapmak demokrasiyi geriye iter.

Şimdi kalkıp bir diyen çıkar illa ki: “Bir insanın hayatında kaç tane 4-5 yılı var ki seçimden seçime çözüm umuduna bağlasın ömrünü? Adamlar milleti soyarken sen kalkmış, “sandıkta hesabı sorulur” diyorsun. Ben de öpüle öpüle usandım” diyorum. Ayrıca, mahkemenin yansız tutumuyla vereceği adaletli hükmü bekleme tavsiyen hiç de güven vermiyor. Halkın parasını siyaset maskeli hırsız ve rüşvetçilere kaptırmak en kayda değer demokratik ayıbımız olmuşken sandığın adalet bekleyen sabır taşı da çatlar elbette”

Sözü burada kesip bırakmak düşüncemi ifade yeteneksizliğim olacağından, konuyu özüne bağlayan iki çift lâf etmem gerekiyor:

Tabi ki demokrasi insan ömrünü ihya etmeyi amaçlıyorsa bir anlam ifade eder. Ancak, demokrasi bir insanın ömrüne sığıştırılacak özel bir mutluluk hâli de değildir. Geleceği de kapsayan bir insanlık ilerlemesidir. Zaten bu yüzden “ileri demokrasi” kavramı günümüz demokrasi bilincinde ilkesel bir anlam ifade eder olmuştur. Demokrasiyi ilerletmek insan uygarlığının bence en yüce ülküsüdür; ta ki yerine başka bir yönetişim sistematiği tasarlayana kadar.

“Öpüle öpüle usandım” demendeki sitem demokrasinin en temel yapı sistematiği olan seçim hukukuna ve demokratik adaleti sağlayan yargıya güvensizlikse, çaren seçim sandığını kırmak ve yargıyı yok saymak mıdır?  Bence çare, demokrasinin kusurlarını gidermeyi amaçlayan toplumsal çabanın örgütlü işbirliğine demokratik ilkelerle emek katmaktır. İşte bu uğurda insan ömürleri heba olmaktan gurur duyabilmektedir.

İktidar olsun muhalefet olsun, ben siyasetin yargıdaki konuyu mahkeme hükmünü beklemeden oy avcılığına cephane yapmasına karşıyım. Sense peşinen suçluyu damgalayıp paketlemişsin bile. “Her şeyi bilen adam” bile bence senin kadar peşin hükümle konuşmaz. Demokratik sağduyum yargıya saygımı yitirmeden yargısal kusurları hukuk bilgisiyle eleştirebileceğimi söylerken, haddini bilen aydın ahlâkım buna hem bilgimin hem hukuksal çözümleme becerimin yeterli olmadığını fısıldıyor. Ben sadece, mahkemelik bir olaydan yola çıkarak demokrasinin yargı, yürütme ve yasama kurumlarını alaşağı etme siyasetinin demokrasiye bir ilerleme katacağı kanısında olmadığımdan eminim.

Muharrem Soyek

16 Aralık 2013 Pazartesi

BALIK ve PLASTİK



Denize atılan plastikten soframızdaki deniz ürünlerine toksik maddeler bulaşmaktadır.

Yediğimiz deniz, göl ve akarsu ürünlerinden tehlikeli toksik maddeler aldığımız artık bilimsel bir gerçek olmuştur. Cıva ve kurşun bu toksik maddelerin oldukça tehlikeli olanlarından sadece ikisidir. Sular ve su canlıları da tıpkı toprak ve hava gibi insan medeniyetinin atıklarıyla sağlık bozucu toksin  taşıyıcılarına dönüşmektedir. Özellikle denizler insan uygarlığının toksik atıklarını boşalttığı ortak lâğım çukurlarıdır.

Son bilimsel çalışmalar (Nature Scientific Reports raporu) göstermiştir ki, balıklar beslenirken mideye indirdikleri plastik atıklarından kimyasal toksinler almaktadırlar. Sıkça tüketilen kılıç ve ton gibi büyük yağlı balıklarda kimyasal toksinlerin giderek daha fazla birikmesinin nedeni bu balıkların beslenme zincirinin büyük halkalarından oluşlarıdır. Yani, toksik ortamdan doğrudan etkilenmenin yanında zaten hazırda toksinlenmiş küçük balıkları da yiyor olmalarındandır.

Plastik atıklarının beslenme zincirindeki toksinleştirme etkisini değerlendirebilmek için California Üniversitesi’nde araştırmacı bilim insanı Rochman ve ekibi bir deney yaparlar. Deneyin kobayı küçük bir tatlı su balığı olan medaka, (Japon pirinç balığı) seçilir. Üç grup medaka ayrı diyete tabi tutulur. İlk grup normal organik balık yemleriyle beslenir. İkinci grubun diyetine yüzde on kirlenmemiş (kullanılmamış) plastik katılır. Üçüncü grubun diyetineyse aylarca San Diego Körfezi’nde kalmış plastik atıklarından yüzde on katılır.

Yemlerine denizden alınan plastik atıkları eklenmiş balıkların daha fazla toksik kimyasallar depoladığı görülmüştür. Bu balıklarda tümör oluşumu ve karaciğer bozukluğu kayda değer bir artış göstermiştir. Bundan anlaşılacağı üzere plastik, denizde zaten var olan toksik maddeleri bir sünger gibi bünyesine almaktadır.

Plastik balığın mide asitleriyle ayrışıyor ve plastiğin yapısal kimyevi içeriğiyle birlikte denizden emdiği kimyasallar balığın hücrelerinde birikiyor. Yediğimiz balıkların denizde kendiliğinden beslenmeleri sırasında kesin biçimde yüzde on plastik atığını midelerine indirip indirmediklerini bilemesek de, bu insan sağlığını tehdit eden bir sorundur. Ne de olsa balık bilerek veya bilmeyerek denizdeki plastik atıklarını yutmaktadır ve insan da bu balıkları yemektedir.

İnsan atığı uzmanı Edward Humes 40 büyük kargo uçağı dolusu plastiğin her yıl denizlere boca edildiğini söylemektedir. Her ne kadar ABD resmi sağlık kurumları balıkların insan sağlığını tehdit edecek kadar toksik olmadıklarını söylüyor olsa da araştırmacı Rochman balık toksilojisindeki bilgilenmesinden sonra haftada iki kezden fazla balık yemediğini, hatta kılıç balığını asla yemediğini söylemektedir.

kaynak bilgi:
Eliza Barclay, December 13, 2013

http://www.npr.org/blogs/thesalt/2013/12/12/250438904/how-plastic-in-the-ocean-is-contaminating-your-seafood?ft=3&f=1007

***
Kanımca, çevresi büyük şehirlerle sarılı suların dip balıklarını ve kıyılara yakın yerlerde üreyip büyüyen balıklarla beslenen büyük balıkları yemekten kaçınmalıdır. Bence Karadeniz, Marmara ve kısmen de Ege’nin balıkları sürekli bir toksin tahliline tutulmalıdır. İthal balıklar istisnasız toksin ölçümüne alınmalıdır.

Aslında sorun sadece plastik değildir. Yanık yağlar, petrol ve petrol ürünleri, vernik ve boyalar, yalıtım ve elektrik tesisat malzemeleri, piller, aküler, araba lastikleri, mürekkepler, karbonsuz kopya kâğıtları, elektrik anahtarları, ampul balastları, yapıştırıcılar, deterjanlar, ilaçlar, radyasyon sızıntıları, cıvalı, kurşunlu, bakırlı malzeme atıkları eninde sonunda denizlere karışmaktadır. Bu insan atıklarını gömmek veya yakmak sorunu çözmüyor. Eninde sonunda sulara ve oradan da insana bulaşacaktır.

Petrol ve kömür gibi atıkların toksinlerinden arınmak için bu kaynakların tükenmesini beklemekten başka çaremiz yok gibi. Ne yazık ki insan uygarlığı enerji talebini paranın alım gücüne uygun olan kaynaktan karşılamayı kendine kader yapmıştır.

Doğal yaşamı besleyen organik çözünüm ve dönüşüm ekolojisini toksinleştiren atıkları yeni üretime ham madde yapmak üzere tümüyle geri toplamak teknik olarak uygulanabilir olmasa da, atıklardan yeni ürünler yapmayı amaçlayan geri dönüştürme tasarımlarını geliştirmek şimdilik en etkin ve uygulanabilir çözümdür. Bunun yanında, başta plastik olmak üzere organik olmayan sentetik maddelerin tüketimini azaltıcı devlet politikaları geliştirilmelidir. Nükleer atık toksinlerinden kurtulmaksa sadece nükleer enerji santrallerini kapatmakla olasıdır. Gelecek insan neslinin, yani çocuklarımızın, daha sağlıklı beslenebilmesi için “Yeşil siyaset” demokratik toplum bilincinin gözde iktidarı olabilmelidir.

İnsan uygarlığının tüketim atığı olan maddelerin ekolojik hayat halkalarını toksinleyen etkisini engellemek bireysel umursamaya bırakılamayacak kadar tehditkârdır. Çünkü insan henüz ekolojik var oluşun doğasından bağımsız yaşayabilir değildir.

Muharrem Soyek


28 Kasım 2013 Perşembe

KADERİN SUÇU NE?


KADERİN SUÇU NE?


Hayatın kader dansı yapan cilvesi gerçekten de yoktur. Hayat ne anlar ne uğraşır böyle öznel oluşumlarla. Hayat kendi yolunda giderken biz taş gibi önüne yattığımızdan olsa gerek bize çarpar da biz o çarpılmayı “kahpe kader” olarak tanımlarız. Bu tanımı bence insana ancak bencil inkârı belletebilir; ki o bencillik insanın kendi içindeki şeytanın masumiyet maskesidir aslında. Kusurlu seçimlerinin nedensel sonuçlarını kader kısmete bağlaması insanın düşünme tembelliğindendir.

“Kader” kavramının insan kusurlarına önlenemez bahane olarak ileri sürülen bir uydurma yapılması onun gerçeksizliğine kanıt sayılamaz. Çünkü insan varken insanın uydurma ürünleri de kendi varlığının bir gerçeğidir. Kader de bana göre sadece insanla birlikte var olabiliyor. Bu var oluş bile bana göre çok zayıftır. Öyle ki; mutlak biçimde bizim fizik ve zihin gücümüzden hiç etkilenmeden süre gelen ve giden hayat oluşumlarıyla hiç tasarlamadığımız biçimde bilgimiz dışında katışırız ki, işte sadece burası “kaderimizden” sayılabilir. Ne var ki kıyamet dışında kalan her “kader” sadece öngörülmeyenle karşılaşma ve katışmanın başlangıç anından ibaret kalır. Ondan sonrası insan aklının etkisiyle değişebilir ve yönetilebilir bilgiye dönüşmeye başlar.

Kader bu dünyada herkes için bir hayat tasarımı üreten, hele hele de bu tasarımı yöneten bağımsız bir varoluş gücü asla değildir. Bence, öylesi bir kader olsa olsa ahretlik bir inanç gerçekliği olabilir. Tabi ki ahret inancının olmadığı bir zihinde bu kaderin gerçeklik duyumu yok olacaktır. İnançlı zihin varsayımına bağlarsak, insan ahret hayatına ahretlik olduktan sonra müdahale edemez; bu da kaderin hasıdır işte. Kader, anlık ve gelecek zaman içinde müdahale etmeye fırsat ve bilgi vermeyen hayat gidişatıdır. İnançlı insan için ahret hayatına müdahale edilemez ilahi bir dönüşüm hâlidir. Bu yüzden ahret hâli insanın has kaderidir. Buna rağmen, insan ahret kaderini dünyalık yaşamıyla kendisi belirler; bu da bir bakıma insanın dünyalık “kaderini” kendi aklıyla yapabileceği gerçeğidir ki, bu bilginin doğruluğu dünyalık kaderin insanı yönettiğine değil insanın dünyalık kaderini yönetebilir olduğu gerçeğine çıkar. Sanırım akıl yetmezlerinin günahlarından sorumlu tutulmayışı bu yüzdendir. Kader hayatın ne bir yaptırım gücü ne bir şans kısmet kapısıdır; hayat için kader anlamsızdır; çünkü evrensel hayat bir biçimde başlamıştır ve kıyamete kadar sürmesini sağlayacak kurallı bir düzen içinde kendiliğinden ilerlemektedir. Bir bakıma hayat kendi varoluş hâliyle kaderini bütünleştirmiş olduğu için bizim kavramlaştırdığımız kader anlayışı hayatın ilgisinde değildir. İnsanın kendi varlığı için kavramlaştırdığı kader hayatı var eden vazgeçilmez bir unsur değildir. Hayat hiçbir varoluşu için özel amaç edinerek ilerlemez. Bu yüzden insanın kaderinden saydığı hiçbir şey hayatın ona verdiği özel bir anlam değildir. Belki hayatın bir kaderi vardır; başlangıç yazılımı ve son kıyamet gibi… Belki de kader hayatın tümlüğünü Tanrı’nın arzusuna bağlayan dinsel bir kavramdan öte değildir; bunu bilemem. Fakat bilirim ki, hayatın akışını kendine özel “kader” sandıran şey insanın tembel bencilliğidir.

İnsan düşününce kavramlar değişmese bile farklılaşabiliyor. Müslümanlıktaki kadere iman da her Müslüman’ın ve Müslüman olmayanın kavrayış düşüncesiyle farklılaşabiliyor. Zaten İslamiyet’teki kader esnek bir tanım ve kavrayışa uyarlıdır. Çünkü Allah kaderin koluna insana bahşettiği en muhteşem nimet olan akıl yürütme (düşünme) melekesini takarak, “başına gelen ve başına sardığın her şeyi kaderin marifeti sayma” demek ister gibi, Kuran vahiylerini “oku” ayetiyle başlatmıştır; ayrıca, göklerde ve yerlerde insan için hayırlı bilgiler saklı olduğunu, öğrenmenin ve düşünmenin ibadet olduğunu belirtmiştir. Bu yol gidişatınca düşünüldüğü zaman kader kavramı da insan yaşamını önceden belirleyen bir ilahi yazılım (yazgı) olmaktan çıkmaktadır. İslami bilgiyle düşünsek bile kaderin insan yaşamını bağlayan bir pranga olmadığını fark edebiliriz. Düşünen Müslüman’ın kaderi hayatın henüz çözümleyemediği bilgilerinden ibarettir. Müslümanca kavranabilen kader aslında herkes için geçerliği olabilecek bir bilgiden sayılabilir. Şöyle ki; Müslüman’ın kadere imanı, “Allah her şeyi bilir ve görür; hayrın ve şerrin yapıcı sahibidir; ne gelir ve giderse Allah’tandır” der. Ancak, hayatın tümünü bağlayan doğum ve ölüm ilmikli “büyük kaderin” türev ürünleri hayırda ve şerde sonsuz çeşit ve biçimlerle tezahür eder ki, Müslüman bunların bilgisine vakıf oldukça içlerinden Allah’ı memnun edecek olanı akıl yoluyla belirlemek ve bir bakıma kaderini seçmekle yükümlü tutulmuştur. Cehennem ve cennet ödüllü olan ahret kaderi de bu seçimlerindeki hayır ve şerre bağlanmıştır. Tanrı’ya iman etmiş dindarlar ve Tanrı inancı olmayan veya Tanrı inancı bir biçimde olup da dinsiz olanlar şimdi burada durup kendilerine sormalıdırlar; “Seçilebilir olmuş bir kaderi suçlamak ne kadar adildir?” “Allah’a iman etmiş veya etmemiş bir akıl, bilinmeyişinden dolayı seçilebilir olmayan bir kader olgusunu sorgulama yetisiyle çözümleyebilir olmasına rağmen onu hayrın ve şerrin önlenemez nedenseli saydığında kendini ve dolayısıyla Allah’a imanını inkâr etmiş olmaz mı?”

Ben insan olmuşsam yaşantım mutlak kaderim olamaz; kader mutlak yaşantım olmuşsa ben insan olamam. Soru ve sorun kaderin ne varlığı ne yokluğuyla ilişkilidir. İnsanı var eden akıl yürütme yetisiyle ilişkili tutarak kısaca sormalıyız: “Ben varken kaderin suçu ne?”


Muharrem Soyek
***

GIDALARIN HEKİMLİĞİ



Gıdaların Hekimliği

“Alternatif tıp”; “alternatif tedavi”; “bitkisel tedavi” başlıklarıyla tıp adeta hastalık yapıcı bir bilime dönüştürülmeye çalışılıyor. Sırf yeni bir ticari kapı açmak uğruna insan sağlığıyla oynama merhametsizliği yapılabiliyor. Kanserde ilaç tedavisini reddetmeye kadar işi sulandırabiliyorlar. Her şeyden önce bilmeliyiz ki bilime alternatif gene bilimdir; Bu yüzden karşıtlık (alternatif) tıp olmaz; çünkü bilim kendi yerine sadece bilimi oturtur. Bir bilim dalının yanlışını bir başka bilim dalı gösterebilir olsa bile, gene aynı bilim dalı içinde yapılan düzeltme ve doğrultma bilgisine güvenebiliriz. Bilim kendini sorgulayabildiği için güvenilirdir zaten.

TV kanalları, sosyal medya, yazılı basın otlar ve gıdalarla hastalık iyileştirme yarışına girmişler sanki. Baharatlardan tutun, ısırgandan çıkın… Şekere ensülin olan narlar; kısırlığı tedavi eden pekmez ve macunlar; karaciğer nakli yapan enginarlar; cildi gençleştiren lahana ve karnabaharlar; hatta taşlar, tuzlar, renkler ve sular… Gözüne gözüne sokulunca insan da hâliyle bitki ve gıdalardan mucize şifalar umar oluyor. Ne de olsa düşünmek kolay iş değil. Oysa bilen bilir ki değil narda, soğan sarımsakta bile yüksek şeker vardır. Gıda ile tedavi olunabileceği gerçek olaydı, bin bir derde deva mesir macunu her hekimin çantasında hazırda bulunurdu. Ancak şu da bir gerçektir ki, doğru ve dengeli beslenme hastalık nedenlerini bertaraf etmekte tıbbi çareye destek güç katar. Sırf alkol almayı bıraktı diye insanın hepatit hastalığı tedavi olmaz; fakat alkol almayıp karaciğere yük olmayacak biçimde beslenir olması tıbbi tedaviye olumlu katkı sağlar.

Sarımsağın her zaman yüksek kerameti olmuştur. “Başına sür saç çıkar; boynuna as vampir ısırmaz; kapına as nazar değmez; ister çiğ ye ister tozunu hapını kullan, şekere, kolesterole, tansiyona, yorgunluğa, soğuk algınlığına, cinsel güce falana filana bire bir devadır” denir durulur.

Bir arkadaşın anlattığı tarife göre sarımsak dişlerini limon suyunda on gün beklettiğinizde bu karışım kolesterol ve şeker düşürmede ciddi ilaç oluyormuş. Aynı zamanda yüksek tansiyona da iyi geliyormuş. Hazırlanan bu sarımsaklı limon suyundan her sabah aç karnına bir tatlı kaşığı içmeliymiş.

Bence, sarımsağın düşürdüğü bir şey yoktur; aspirin gibi kanı sulandırdığı için birim hacim kanda tutulan kolesterol ve şeker miktarı seyrelmiş olacağından öyle bir görüntü çıkıyordur. Gerçekte toplam şeker ve kolesterol miktarı aynı kalmaktadır.

Yüksek tansiyonu dengeye getirmede sarımsak ve limonlu sirke devede kulak misali fayda verir. Esas olan; şekerli, tuzlu, yağlı beslenmekten, sigara içmekten ve hareketsiz yaşam biçiminden vazgeçmektir. Tabi ki fazla kiloları da atacak miktarda yemeye ve içmeye önem vermek gerekir. Yüksek tansiyon sorunu beslenmeye bağlı oluşuyorsa diyet yaparak ilaçsız idare edilebiliyor. Kendimden deneyimli bir öğüttür. Ben tuzsuz kek bile yemiyorum; çünkü kekte kullanılan kabartma tozu veya karbonat tuz etkisi yapmaktadır.

Bazı durumlarda yüksek tansiyon fiziksel bir arızadan kaynaklı olabiliyor. İşte o zaman diyet yetmez; tıbbın tedavi yatağına uzanmanız şarttır. Bunu anlamanız için önce beslenme biçiminizi şekersiz, tuzsuz, az yağlı ve az nişastalı biçime getirmeniz ve tansiyonu takip etmeniz gerekiyor. Üç dört ayda tansiyon yeteri kadar gerileyip dengede kalabiliyorsa fiziksel arıza yok sayılır. Her ne yaparlarsa yapsınlar, yüksek tansiyon adayları tansiyonlarını takip altında tutmalıdırlar.

Tansiyon ilacı her gün alınmalıdır. İlaç alınca çok düşüyorsa veya yeteri kadar düşmüyorsa doktora danışarak doz ayarı yapılır. Hayatın duygusal yükünü, hareket ve beslenmeyi tansiyonu dengede tutacak biçimde değiştiremiyorsak, her gün ilaç almak bile fayda etmeyebilir.

Hiçbir yiyecek içecek tedavi edici değildir; sadece ön koruyucudur ki, bu da disiplin içinde düzenli bir dengeli beslenme bilgisiyle yapılabilir. Peşinen belirteyim ki, dengeli beslenmede yemekten içmekten zevk almayı hayatın önceliğine değil, soncalığına koymak gerekir. Sağlıklı ve uzun yaşamak için doğru beslenme tek başına yetmez. Bencil ve vurdumduymaz olmak da gerekir; ayrıca gene yetmez de, çevresel etkenleri sağlık bozucu olmayan ortamlarda düzenli hareket içinde var olmak gerekir.

Bence esas olan, insanın kendini uzun süreli mutlu hissedebileceği (kararlı mutluluk veren) yaşam biçimi bilgisini kendi arzu ve iradesiyle uygular olabilmesidir. Ölüm herkese geliyor. Kimi için ölümün peşinden güzel hatırlanmak, sağlıklı ve uzun yaşayabilmek için duyguda ve mantıkta bencil takılmaktan daha önemlidir. Fakat esas olan bence, sağlıklı ve uzun yaşamayı insanlığı onurlandıracak keyifli bir varoluş aracı yapmayı amaç edinmektir.

“Doğru ve dengeli beslenme” sözünün içeriği kapalı kaldı; bunu biraz açmalıyım. Beslenmedeki denge terazi kefesindeki gramlı gıdayla olmuyor; doğru beslenme de helal gıdayla ilgisiz bir davranıştır. Dengeli beslenme, edinilebilir olan her çeşit gıdadan azar azar yemekle başarılmış olur.

Doğru beslenmedeyse esas olan önce kişinin gıda duyarlığıdır; yani, kişi kendisini rahatsız eden gıdadan vazgeçmelidir. Doğuştan gelen alerjik duyarlık, sonradan oluşabilen şeker ve tansiyon gibi gıda diyetiyle yakından bağlantılı rahatsızlıklar doğru beslenmede bazı gıdaların tüketiminden vazgeçmeyi gerektirir.

İkinci olarak; doğru beslenmede gıda malzemelerini basitçe suda veya kendi hâliyle pişirmek gerekir. Gerekli yağ pişme tamamlanırken eklenmelidir. Mangal, közleme, ızgara ve kızartmalar doğru beslenme yöntemi dışında tutulması gereken lezzet yöntemleridir. Haftada bir lezzete öncelik vermek doğru beslenme ilkesine ters düşmez; çünkü insan vücudu seyrek yapılan yanlış beslenmenin zararlarını giderebilecek donanımdadır.

Üçüncü olarak; doğru beslenme doğru gıdaları doğru yeme biçimiyle tamamlanır. Hızlıca tıkınmak yanlış olduğu gibi, kahvaltı dışındaki öğünlerde her çeşit gıdayı bir arada yemek de yanlıştır. Örneğin, pilav üstü kuru fasulyenin yanında az miktarda sebze ve salatadan başka bir şey yenmez. Bakliyatın yendiği öğünde ayrıca ne et ne ekmek ne de tatlı yenmelidir; fakat bakliyatlı yemeğe lezzet için az miktar et katılabilir. Sade et eğer ekmekle yenmişse ihtiyaç olunan karbonhidrat alınmış olacağından üstüne bir de tatlı yenmez.

Sadece kahvaltıda, protein, mineral, vitamin, karbonhidrat ve yağ zenginliği içeren bir gıda çeşitlemesi yapılmalıdır. Kuru yemiş, taze yemiş, meyve suyu, salata, tereyağı, zeytinyağı, yumurta, reçel, pekmez, tahin, bal ve hafifçe kızarmış ekmek gibi kafanıza göre sağlıklı bulduğunuz her şeyi birden sadece kahvaltıda yiyiniz. Hatta meyve suyu ve süt yerine çay ve kahve bile içebilirsiniz.

Yemek üstüne lıkır lıkır su içilmez; çay veya kahve de içilmez. Gazlı içecek ve alkollü içecekler ne yemekle birlikte ne yemek üstüne içilmelidir; bunlar zaten doğru beslenmede yeri olan gıdalar değillerdir. Yemek sırasında bir bardak su, cacık veya ayran en uygunudur. Çay, kahve, meyve, kek, kurabiye, çikolata, baklava, çerez, künefe, yoğurt, meyveli süt ve sütlaç gibi yemekten sayılmayan gıdalar ana öğünlerin arasında yenip içilmelidir.

Görüldüğü üzere dengeli beslenmede pek bir zorluk çıkmayacaktır; ne de olsa ülkemizde gıda çeşitliğinin maşallahı vardır. Ancak iş doğru beslenmeye gelince nefsin isyanıyla rahatsız edilmekten kurtulamayız. Lezzet tiryakiliği doğru beslenmenin en başa çıkan yanlışıdır.

Gerçeğin elçisi olmak gerekirse sadece hareketli yaşam içinde doğru ve dengeli beslenmeyle sağlıklı bir uzun ömür elde etmeyi garantilemiş olmuyorsunuz. Genetik etkenler, kazalar, belalar, savaşlar, bulaşıcı ölümcül hastalıklar, doğal ve doğal olmayan afetler, yaşadığın yer ve zamanı belirleyen kaderin cilvesi, hava durumu, çevre kirliliği, küresel ısınma, para yokluğu, duygusal varoluşu bunaltıya basan trafik sıkışıklığı, gelecek kaygısı, aşk acısı, kıskançlık, intikam, açgözlülük, bencillik, vesvese ve korkuların neden olacağı hasarlar garanti dışında sayılacaktır.

Anlamış olduğum kadarıyla hiçbir gıda ve gıda katkısı tek başına bir şifa ve sağlık kaynağı olamıyor. Esas olan, duygusal huzur ortamında tüm gıda çeşitlerinden doğru biçimde tüketiyor olmaktır. Aynı biçimde tüm zayıflama diyetleri de palavradan ve ticari yalandan ibarettir. Zayıflamak için tek doğru ve güvenli bilgi; yağı, tuzu, şekeri bir anda iyice azaltmak ve bir kerede yediğimizi de haftalık aşamalarla en geç bir ayda yarıya indirmektir.

Korkmayın; yiyip içip gülün, hoşgörüyle sevin, gezin dolaşın, öğrenip düşünün; fakat asla oburluk yapıp tombiş olmayın. Gerisi kaderin cilvesindendir…

 Muharrem Soyek