19 Şubat 2018 Pazartesi

Dürüstlük Algısı


"Dupduru bakan ve dürüst konuşan herkesi seviyorum" Nietzsche.

Sevgili Nietzsche, duru bakışımı hadi kafa ve gönül gözünle görebildin diyelim; dürüst konuştuğumdan nasıl emin olacaksın? Konuştuğum şey hakkında ne biliyorsan o kadar emin olursun. Şimdi senin tam da bilmediğin konuda konuşuyorsam dürüstlüğümü asla ölçemezsin. Benim dürüstlüğüm senin algında ancak kendi dürüstlüğün kadar belirebilir. Bu yüzden demeliydin ki, "Bilincimin dürüstlük algısı ölçerinden geçecek biçimde konuşan herkesi seviyorum".

İşte tam da burada şeytanın sanatı araya girip sözü öyle büker ki kişinin dürüstlük ölçüsüne cuk oturtur. Ve insan aslında dürüst olmayan, sadece dürüst görünen kişiyi sevmiş olur. Yalancının hüneri dürüst konuştuğunu sandırmaktır; yalancılık, sadece doğru olmayanı konuşmak değildir; yalanı gerçeğin algı süsleriyle gizleme sanatıdır. Yalanlarını görebildiğim sürece, ben yalancılardan nefret etmem; onlar dürüstlüğün değerini artırırlar. Dürüstlerin işi de sadece dürüst olmakla bitmez; yalancının mumunu söndürmek de dürüstlüğün yiğitliğindendir.

Öte yanda sözünün yalan olduğunu saklama çabası olmayan, yani açık yalanla konuşan kişi de bence dürüst konuşuyordur. “Bu elimdeki merhem her derde deva” diyen birisi yalanında dürüsttür. Çünkü bu yalan bilgiye bile danışmadan apaçık sadece düşünerek görülebiliyor. Bu kişi ya sözünün gerçekliğine inanmıştır ya da dürüstçe benim saflığımı kendi nefsinin yararına işletmektedir. Böylesi yalancılardan nefret etmek yerine bilgiyi sorgusuz kabul eden budala saflığıma bozulmayı yeğlerim.

Yalancı, gerçeği bilip de bildiği gerçeği bir başka gerçek sandırma çabasında olandır. Dürüst olmayansa, sözünü bilerek tutmayandır; yani, sözünün dinleyendeki manasıyla  asıl niyetini perdelemiş olandır. Böylesi kimse, konuştuğunun gereğini yerine getirme zamanına kadar dürüst algılanabilir. Yani Nietzsche de aldanıp bu adamı sevmiş olabilir.

Cahil, sözünde dürüsttür; sözün manasında yanlıştır. “Dünya öküzün boynuzunda durur; öküz kafasını sallayınca deprem olur” diyen adam yalancı bile değildir. Sadece bildiğini söyler. Hele ki dürüst olmadığını hiç söyleyemem; nasıl söylerim ki kendisi de öyle olduğuna içten inanmıştır. Nietzsche olsam bu durumdaki insanı sevmemekten utanırdım.

Muharrem Soyek

12 Şubat 2018 Pazartesi

Çürümeyen Ceset


Bazı insanlar var ki kendilerini kafalarının içine kapatıp öylece yaşarlar. Bunlar durağan var oluşu hiçleyen evrensel mekân ve zaman değişkenliğini inkârla kafalarının içine sığışıp neredeyse kaskatı biçimde yaşar giderler. Çürümeyen cesetler gibidirler; ne denli boşa yaşadıklarını kafalarındaki tütsülü dünyadan hiç ayrılmadıkları için anlayamazlar; ancak bunlar hep mutlu ölürler. Böyleleri için değişmek çivili fıçıda ıkınmak kadar korkunçtur ve en büyük düşmanları onları kafalarının dışındaki değişken dünyaya çekmeye çalışanlardır. Bunlar aynı zamanda kendi kafalarının içine sığdırabildikleri dünyanın fanatik fedaileridir; kimi kez inançları uğruna, kimi kez kutsal ideolojileri uğruna ‘şehit’ olmayı göze alırlar da düşünüp taşınıp değişmekten korkarlar. Aslında değişmekten korkmazlar; değişmeyi cahil yiğitliğiyle reddederler. Değişimi kafalarının içine oydukları tapınaklarında kutsanmış kişiliklerini aforoz edecek şeytani bir tuzak sayarlar. Başınızın belaya girmesini istemiyorsanız böyle insanları asla değiştirmeye çabalamayın; daha da tehlikelisi, nazik ve hoşgörülü tavrınızla aralarına katışmak istediğiniz algısı oluşturup onları umutlandırmanızdır.

aynı yolun yolcusu katar katar
aynalı taşlara basan adımlar
farklı olana yanaşmayan onlar
yavaş yavaş ölürler.

-------

Nefes almak değil ki yaşamak
İnanılmaz mutlu edebilir bir an hâlesi
Yavaşça ölmeye bir nefes isyan paresi…

(Dünya Şairi Pablo Neruda’nın  “die slowly” adıyla İngilizce’ye aktarılan şiirinden alıntı)
***
Muharrem Soyek

11 Şubat 2018 Pazar

Geçmiş Geleceğin Anası



Geçmiş geleceğin anası olsa da kendisi olamıyor; bebek doğduğunda göbek bağı kesilir. Gelecek her ne kadar geçmişin sütünü emmiş olsa da sütün helal veya haram oluşundan sorumlu tutulamaz. Gelecek sadece kendi sütünden sorumludur. Ayrıca, her geçmiş de geleceğin minnetle elini öpeceği saygıdeğer anası değildir. Gene de geçmişimin bir tanrı gibi ölümsüz ve değiştirilemez varlığıyla topuklarımdan çekmeye devam edeceğini hissetmekteyim; ancak buna rağmen, geçmişimin geleceğime benden izinsiz hükmetmesine izin vermediğim ölçüde ‘insan olma’ bilincimin gelişeceği de su götürmez bir gerçektir...

Muharrem Soyek

8 Şubat 2018 Perşembe

'Türk' ve 'Türkiye' sıfatıyla adlandırma



Hükümet yanlısı görüşe göre, Afrin Harekatı’na karşı görüş sunan özel kurum ve kuruluş adlarının başındaki Türk ve Türkiye sıfatları kaldırılmalıdır. Bazı meslek odalarının siyasi tavırlarına tepki olsun diye böyle bir düzenlemeye gitmeyi doğru bir davranış saymıyorum. Bir sorun varsa siyasi alınganlıkla değil, bilimsel düşünceyle çözülmelidir. Öte yandan, devlet erkine hizmetle yükümlü olmayan meslek örgütleriyle dernek ve vakıf gibi özel kurum adlarının başındaki "Türk; T.C." sıfatlamasının kaldırılmasını demokrasi adına doğru buluyorum. Çünkü demokraside insana hizmet devlete hizmetten önce gelir. Böyle devlet onaylı sıfatların insandan önce devlet çıkarına bağlandığı kanısındayım.

'Türk' kavramı bizim devlet sözlüğünde T.C.’ye minnetle bağlanmıştır. 'Türk Kızılayı' ve diğer adıyla 'Türkiye Kızılay Derneği' dendiğinde sadece Türklerin oluşturduğu bir dernek anlaşılmaz. Çünkü, T.C. devleti vatandaş olarak sadece Türkleri kimliklendirmez. Türk Kızılayı adından da bilinir olduğu üzere T.C. devletini ve Türk Milletini temsil eder. Bu temsil algısı gereği kendisiyle kurumsal bağı olmayan devlet politikalarını eleştirmez.

'Türkiye' ve 'Türk' sıfatlamasının Bakanlar Kurulu onayındaki saklı gerekçe, bu kurumların T.C. devlet politikalarına aykırı tutum ve davranışta bulunmayacağı beklentisidir. Hukuken açık bir sözleşme olmasa da adlandırmanın devlet adına yürütme erkinin onayından geçiyor olmasını toplumsal bilinç de aynı varsayımla algılar. Durum böyle olunca, adının başında 'Türk veya Türkiye' olan ve doğrudan siyaset yapmayan kurumların devlet politikalarına karşı tavırlarının özellikle de devlet erkini işleten hükümet tarafından hoş karşılanmayışı hoş görülebilir oluyor.

Aslında devletli olma yetkisinin sorumluluğunu üstlenmemiş tüm özel kurum ve kuruluşlar, adlarının başında "Türk" sıfatı varsa kendiliklerinden bunu atmaları gerekir. Bunu yaparlarsa hem T.C. devleti organı gibi görüntü vermez, hem de ırkçılık algısı yapmazlar. Adlandırma başındaki ‘Türk’ ve uluslararası temsiliyet dışındaki “Türkiye” sıfatını kaldırmak bence toplumsal örgütlenmedeki zihniyet tekelleşmesini kırmaya da yardımcı olur. Daha özgür bir toplumsal örgütlenmenin önü açılır.

TTB çıkıp "bizim devletle organik bir bağımız yok; Türk tabiplerini temsil ediyoruz" diyebilir. Ancak, öte yanda ırkçı tutumları azdırmak isteyenler kalkıp da KTB'yi (Kürt Tabipler Birliği'ni) kursa TTB ne diyecek? "KTB Türk tabiplerini temsil etmiyor" dendiği anda ırkçı ayrım başlamış ve "Ne mutlu Türk'üm diyene!" özdeyişindeki tüm millet unsurlarını kapsayıcı üst kimlik de yırtılmış olur.

 Ancak, 'Türkiye' sözcüğü coğrafi bir tanım gereği uluslararası etkinliklerde temsiliyet simgesi olarak adın başına konabilir. Aynı konu üstüne kurulu örgüt ve sivil kurumların uluslararası temsiliyet haklarının vekaleti durumunda "Türkiye ...." biçiminde adlandırılabilir. Bu ad alma hakkı karşılığında kuruluşun tüzüğüne doğrudan bir parti ve devlet politikasını eleştirir siyasi demeç ve etkinlik yapılamayacağı maddesi konmalıdır. Çünkü TBMM dışında hiçbir kurum, kuruluş veya kişi ülke siyasetinin tümünü temsilen konuşamaz.

Devlete hizmet sözü olmayan bireyler, örgütler ve kurumlar devlet politikalarını eleştirebilirler. Bu demokrasiyi ilerletici bir özgürlük hakkıdır. Ancak, bu özgürlük hakkıyla yapılan eleştiri Türk Milleti'nin ya da Türklerin ortak uzlaşı görüşü gibi gösterilemez.

TTB belki de adının başındaki Bakanlar Kurulu onaylı "Türk" sözcüğünden dolayı kendini açık özgürlükle değil de imalı biçimde ifade etmiştir. Açıkça "Afrin'e askeri harekat yapılmasını doğru bulmuyoruz" demeyip lafı yuvarlayıp genellemiştir.

Özetle demiştir ki:

“Biz hekimler uyarıyoruz. Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur.
--- --- ---
Savaşla baş etmenin yolu, adil, demokratik, eşitlikçi, özgür ve barışçıl bir yaşam kurmak ve bunu sürekli kılmaktır.
Savaşa hayır, barış hemen şimdi!”

Ne kadar doğru ve insani değil mi? Ancak, bu çağrı hekimlik felsefesinin gereği bir bilgilendirmeden ileri geçip zamanlama açısından Afrin askeri harekatını kınama niteliğinde sunulmuştur. Terör örgütlerine böyle eleştirel çağrılar yapmada çekinceli kalındığı da hatırlanınca çağrının salt mesleki kaygıyla yapılmış olduğu savunması çok da inandırıcı durmuyor. Ayrıca Afrin harekatı bir saldırı savaşı değil savunma savaşıdır. T.C.'nin kendini savunması, yani Milli varlık savunması da bir halk sağlığı sorunudur...

Her şeye rağmen devlet gücünün bu çağrıya imza verenleri gözaltı yapması bir demokrasi ayıbıdır. Ancak, çağrının tüm Türkiye hekimleri adına yapılmış olduğu izlenimi veren TTB başındaki "Türk" sözcüğüne de ayıp edilmiştir...

Muharrem Soyek

7 Şubat 2018 Çarşamba

Pişman mı keşke mi?


Pişman etmeyen karar, bitirilenin deneyim bilgisiyle yeni bir şeyi başlatmaktır. Pişmanlığın deneyim bilgisiyle yeni bir şey başlatmak da pişmanlığın başarısı sayılır. Bir şeyi başlatan karar anı çoğu kez başka bir şeyden vazgeçiş ister. Bu yüzden her yeni başlangıcın onayı olacak ciddi kararlar her zaman olmuştan biraz vazgeçme cesaretiyle alınabilir.

* “Keşke” demek ile “pişman” olmak ilişkili duyumlar olsa da aynı değillerdir. Pişmanlık düzeltilebilir bir kusura bağlı bir duyumdur. Keşkelikse ikinci kez ele alınıp düzeltilemeyecek durumlara hayıflanmadır. “Bir tek Tanrı “keşke” demeyecek kadar doğrudur” mantığı gereği, "Keşkesiz" yaşıyor olmak insanı tanrılaştırmaz; ancak hepten de keşkesiz yaşamak olası mı bilemedim. Hata ile keşkelik durum aynı şey değil. Hatasız değil kul, bana kalırsa tanrı bile yoktur. "keşke demek" zaten hatanın bilinir olmasından sonra ortaya çıkar. Bir bakıma hatanın deneyimli bilgisini doğrulayıcı bir tespittir. Böyle ele aldığımda "keşke demenin" nedeni olan hata bilgisi çözümlenmişse, "keşke" demek tanrısız tövbe gibidir. Kendini bilmişliğin keşkesi, insanın bilinç aynasında apaçık çıplak görünmesidir.

Muharrem Soyek

6 Şubat 2018 Salı

İstek


"İstemelerimiz bize değil; biz istemelerimize uygulama, sınırlandırma ve yönetmede egemen olmalıyız..." Yusuf Çotuksöken

Kendini bilme yolunda bu çok yerinde bir saptama. Ancak, istemelerimizin yeterlik ölçüsünü bilir olmalıyız. Gene de insanın tüm davranışlarının temelinde sadece istemeleri yatmaz; zorlayıcı ihtiyaç da insan davranışı temelinde yerini alır. Açlık zoruyla hiç sevmediğimiz hatta iğrendiğimiz bir şeyi yiyebiliriz. Çalışmak da istenen bir şey değildir; zorunlu olduğu için yapılır.

İsteklerin sonu gelmez; çünkü bir istek diğer bir isteğin üretim nedeni olur. İstekleri tamamlayıp da mutlu olmak diye bir şey yoktur. Mutluluğu isteklerin sonunu getirmekte sanan nice yaşamlar ölümden önce telef olmuşlardır. Gerçekliği sürdürülebilir mutluluk, elde olanın değerini bilirken yeni istekleri sağlama yolculuğunun azığıdır; yani, isteğin ereğini belirleyen felsefe doğrultusunda ilerletilen emeğin yolluk ödülüdür.

*Bir de şu kalıplaşmış söze bakalım: "Azla yetinmeyi, küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeliyiz." Çok istek mutsuzluk getirir iması var bu sözün içinde. Ancak, küçük şeylerin içinde büyük mutluluk nedenleri bulunabileceği yalın bir doğrudur.

Azla yetinmek doğru bir yaşam felsefesi değildir. Tıpkı çokla mutlu olmayı beklemek gibi hatalıdır. Doğrusu, yeterli olanla yetinirken çoğunu da istemektir; ancak, çoğunu istemedeki amaç mutluluğun seyrini de belirler. Eğer amaç arsızca gösteriş için tüketmek veya cimrice biriktirmekse bencil bir mutlulukla yetinilir. Bencil mutluluk paylaşımsız olacağından kendini çoğaltamaz; kısırdır, coşkusuzdur. Bencil mutluluk, elini öptüren yalnızlığın bahşişidir.

Her şeyden önce temel yaşam ereğine uygun gereksinimlerin yeterlik ölçüsünü bilir olmalıyız. Bu da kişiye göreceli olduğundan insanın kendini bilmesi gereğine koşulludur. Elimizdekine şükürle mutlu olurken kendimize yeteri kadarını isteyip elde etmeye çabalamalıyız. Kendimize yeteri kadarını elde ettikten sonra daha çoğunu da istemeliyiz; ancak, çok olanı bencil nefsimiz için değil de insani fayda üretimi için istemeliyiz. İnsani faydaysa, temel yaşam ereğine yeterli olandan çoğunu tüketimde düşkünlerle paylaşmak; üretimdeyse emeğin ve doğanın hakkına saygılı yatırım yapmakla olasıdır.

 Aslında, varoluşun kendiliğinden sunduğu doğal kaynakları ve insanın doğaya saygılı emeğiyle elde edilmiş yapay güzellikleri paylaşım mutluluğu yeter de artar bile. Böyle yapabilir olsak mutluluğun hep bir sonraki isteğin somut sahipliğinde saklı olduğu yanılsamasıyla bir ömür harcar mıydık? Şimdi herkes bu sorunun yanıtına göre mutluluk istesin...

* "İnsan bir şeyi çok ciddi olarak istemeye görsün; hiçbir şey erişilmeyecek kadar yüksekte değildir." Hans C. Andersen (1805-1875)

[Sadece, bazı şeyler bir ömür yetmeyecek kadar uzak erişimlidir] Muharrem Soyek
***

31 Ocak 2018 Çarşamba


2017 küresel servet dağılımı: "Dünyada üretilen küresel servetin %82'si, Dünya nüfusunun en zengin %1'inin elindeymiş..." Yoruma gerek var mı?

Yoruma gerek yok. Gene de düşünmeye engel değil. Bu bilgi medeniyet diye yutturulan tüketim zenginliğinin insanlık üretmediğinin kanıtıdır. Var olan insan uygarlığı para istifi üzerinde yükselmeyi başarının onur yolu yapmıştır. Bu kusurlu insanlık yolunu vicdanlı ve emeği onurlandıran adil paylaşım yoluna çevirmek gerek. Bunun için, 'Yeni' diye her ne yapılacaksa öncelikle insani ihtiyaç üretimine yatırılmayan kişisel servet büyüklüğünü sınırlayabilen önlemleri alabilir olmalıdır. Önlemlerin denetlenebilir olması için her on sekiz yaş üstü bireyin geçim beyanı vermesi ve paranın nakit olarak değil de bankacılık sistemi aracılığıyla kayıtlı biçimde el değiştirmesi sağlanmalıdır. Bunun için 18 yaş üstüne zorunlu tutulacak olan banka hesabına bağlı parakartlar kullanılmalıdır.


Bu hedefe giden yol küresel yaşam kültürlerini çatışmasız insan uygarlığı idealine taşıyan tren yolu ağları gibidir. Bu ağlar üstünde ilerleyen vagonların içini hem iç dünyalarımızdaki gelişmeyi olumlu yönlendiren bireysel varoluş bilinci, hem de bireyin mutluluk yapıcı toplumsal emeğine onay ve yön veren toplumsal varoluş bilinciyle yüklemeliyiz.

Muharrem Soyek

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Ruhun işletim sistemi


Hepimiz aynı otobüsteyiz…

“Sabah belediye otobüsündeyim; işe gidiş saati tıklım tıklım dolu otobüs ve benden sonra binen yolcunun kartı yok. Şoföre soruyor:
- Para geçiyor mu?
-Geçmez; sadece akbil.

Adam tam inecekti ki…
“ Durun benim karttan okutalım” diyorum ve bir bilet daha basıyorum. Adamın bir basımlık akbil ödeyecek bozuk parası yoktu. “önemli değil, geç amca” dedim. Bir teşekkür etmeden, bir mimikle bile cevap vermeden, kalabalığı ite yara arkalara geçip kayboldu.

  21. yüzyıl Dünya’mızda küresel ısınmanın önlenemeyişi ve doğal hayat canlılarının insan medeniyeti eliyle birer birer yok edilmesi küresel yaşam için en büyük tehditlerden. Ancak, insan uygarlığının en yok edici kültürel tehdidi, otobüste kendisi için akbil basan adama teşekkür etmeden herkesi ite kaka arkalara geçen “ruhun işletim sistemi” olmuştur.

(Düş Hekimi Yalçın Ergir’den alıntı bir anlatıdan düzenlemedir)  http://www.ergir.com
***

Belki de Yerküre bu türden ruhların varoluş sistemlerini sevgi ve saygı nezaketiyle şifreleyinceye kadar insanın sözde uygarlığını başından atma gayretiyle için için yanmakta yüzün yüzün ısınmaktadır… Kim bilir? Bilse bilse insan olan bilir…

Gene de, bir başka pencereden bakınca, bozuk parası olmadığı hâlde kartını okutup adamı otobüse alan da sorumludur şikâyet ettiği durumdan. Çünkü adamın öylece kabul gördüğü sanısı aynı kabalığını sürdürme özgürlüğünün hakkı olacaktır. Adam kötü niyetli değilse büyük olasılıkla davranışındaki kabalığı hissetmeyecektir.

Kartını okutmadan önce, “paran bozuk mu amca?” dedikten sonra, Bozdur da gel” deseydi eğer, adam bir daha otobüse ya kartsız ya da bozuk parasız binmezdi. Hadi öyle olmadı, hiç olmazsa sade bir “önemli değil” yerine, “önemli değil, bir teşekkürün yeter bana” denmeliydi. Olayın burası o kadar da önemli değil aslında; bireysel bir etkileşim sonuçta; ayrıca bedava iyilik de sevaptan sayılır. Zaten ben burada düşüne düşüne yazıyorum; hangimiz öyle bir durumda “ruhun işletim sistemini” düzeltici böyle erdemli sözleri nezaket ve saygıyla dillendirebilecek kadar insanız ki? Hele de insan uygarlığının gözdesi büyük şehir çarklarına sıkışmış ruhumuzdan bunu beklemek pek de insaflı olmaz.

Ancak ikinci hareket olan “ite kaka” arkaya ilerlemesine nazikçe tepki vermeyenlerin sorumluluğu daha büyüktür, çünkü toplumsaldır. Adam birkaç kişi tarafından nazikçe uyarılmış olsaydı aynı kabalığını bir başka otobüste sürdürmekten kendini men edebilirdi. “Acele etme amca yer açmaya çalışıyorum” diyerek veya “inecek misin amca?” diye sorarak “ruhun işletim sistemini” insanlaştıran bir uyarı sinyali gönderilebilirdi. Bu sırada çoğumuzun yaptığı gibi sinirli bir “yavaş ol amca, kör müsün!” demek veya “ohaa!” gibi aşağılayıcı bir imayla ünlemek “ruhun işletim sistemini” daha da hayvanileştirir.

Şu bir gerçektir ki hepimiz birer hayvan olarak doğarız.  İnsanın nazik ruh etkileşimi insan hayvanlığını sevgi ve saygıya bağlı evrime iteleyen en etkili yoldur. Her şeye rağmen Sayın Düş Hekimi’nin özdeki şu tespiti sağlamdır: “Şimdi ve önümüzdeki zamanlarda insan uygarlığına en büyük tehdit otobüste herkesi ite kaka arkalara geçen ruhun işletim sistemindeki arızadan çıkacaktır.”

Nedense insanların değişmesini isteriz de kendimizi değiştirmek için çok da uğraşmayız. Bir insan dünyayı değiştiremez; fakat dünya insan olmayı hak ettiren bir sevgi ve saygı terbiyesiyle kendini değiştirmeyi iş edinmiş insanların gücüyle değişir. Tehdit kadar çare olacak da insanın kendisidir…

(Muharrem Soyek)

25 Aralık 2013 Çarşamba

Demokrasinin Yeteneksiz Siyaset Dansı



Dershane meselesinde ve son olarak da Halk Bankası’nda aklanan kara para yolsuzluk iddiaları peşinden tuhaf bir durum çıktı ortaya. Daha öncesinde Fethullah Gülen için “Fetoş, F-tipi, ağlayan şeytan” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanan sosyal çevremden şimdilerde “Sayın Fethullah Gülen ve Hoca Efendi” biçiminde saygıdeğer hitaplar duymaktayım. Bu bilinçsiz bir tutarsızlık mı yoksa çıkarcılığın siyasi çıkını mı?

Bir zamanlar AKP iktidarını ABD istedi dendi. Şimdiyse AKP iktidarını ABD devirsin diye dualar ediliyor. Peki, yerine gelecek olanı da bu durumda ABD iktidara getirmiş olmayacak mı? İşlerin böyle yürümesine demek ki işimize gelende itiraz etmeyeceğiz.

Ergenekon ve bağlantılı benzer davalarda daha iddianame bile açıklanmadan gözaltı ve tutuklamaların sahte delillere dayandırıldığını varsayanlar şimdiki “yolsuzluk” operasyonundan sızan her bilgiyi suça kanıt yapma telaşına girmiş gibiler. Hükümet olan AKP son durumda Ergenekon ve benzeri davalardaki nispeten demokratik duruşunu koruyamadı. “Muhalefet Ergenekon avukatı olursa biz de savcısı oluruz” demişti. Şimdi, muhalefet “kara para yolsuzluğu” davasının avukatı ve savcısı olmaya yeltenmişken iktidar da panikleyip mahkeme hâkimi olmaya kalkışıyor. İkisi de demokrasinin yüz karası oldu. Neyse ki Sayın Bülent Arınç yargının muhakeme sürecine hükümetin hüküm tayin edici bir karışmasının söz konusu olamayacağını açıkladı. Başbakan’dan bir düzeltme demeci çıkmadığına göre, şimdilik Sayın Arınc’ın sözüne güvenle süreci izlemekte bir sakınca görmüyorum.

Kim ne yolsuzluk yapmışsa, kim rüşvetle iş yapmışsa hukuki kanıtlarıyla tespit edilip gereken cezaya çarptırılsın. Kimin itirazı var? Hükümetin mi? Onu da millet seçimde değerlendirsin. Ancak, suçun ve suçlunun mahkeme hukuku içinde belirlenip cezası kesilene dek yargı sürecinin siyasi linç sopası gibi kullanılması demokrasiye hasar verir. Burada yapılması gereken en demokratik davranış yargı sürecindeki kusurları yargı erkine saygı çerçevesinde eleştirmek olmalıdır. Eleştirinin temel amacı da bağımsız yargı kurumuyla demokrasiyi ilerletmek olmalıdır.

Daha düne kadar “ABD’ci, ABD ürünü” diye iktidarı yaftalayanlar ABD devlet yetkilileriyle görüş alışverişi yaptıkları kahvaltılara katılmaktadırlar. Hatta K. Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti sırasında F.G. Cemaati’nin adamlarıyla görüştüğü bilgisi çıkmıştır. Ana muhalefetin ABD büyükelçisiyle görüşmeleri de dikkat çekici. Katılsınlar tabi; fakat önümüzdeki seçimlerde iktidar olurlarsa TC ürünü olsunlar. Bunun için siyasi kimliklerini sadece milletin özgür seçim iradesinin onayına sunmaları yeterlidir.

Cemaat liderinin “Elimde olsa bütün paşaları serbest bırakırdım" demesine sessiz kalındı.  Mehmet Haberal serbest kaldıktan sonra ilk ziyaretini Fatih Üniversitesine yaptı. Şimdi İstanbul'da Cemaat Sarıgül’e destek istiyor.

Sayın Mustafa Balbay serbest bırakıldı. BDP milletvekillerine ret cevabı verildi. Muhalif siyaset Balbay için göstermiş olduğu demokratik çabayı BDP milletvekilleri için de göstermelidir.

Siyaset, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesini onur madalyası olarak boynunda taşımaya devam ettikçe bu böyle sürer gider. Bir zamanlar TC'nin en firavun düşmanı olan F.G. şimdi kurtarıcı destek güç
olarak kabul görebilir.

Her şeye rağmen toplumsal varoluş bilincinin sağduyusu demokratik seçimlerde eğri doğru ortaya çıkabiliyor. Sağduyunun yanılmayacağını umuyorum; yanılsa da demokrasinin ipine sıkıca bağlı kalabilirsek elbet bir başka seçime kendisini düzeltme fırsatı yakalayacaktır. Zamanın sabrı sonsuzdur. Demokratik olgunluğun sabırlı azmiyle çözülmemiş hiçbir sorun kalmaz.

Yolsuzluk veya kara para adli operasyonunu daha iddianame bile hazırlanmış değilken hükümeti linç fırsatı saymak siyasi bir tercih olabilir. Ancak bu bir aydın tavrı olamaz. Ergenekon davasındaki taraflı bakışların önyargılı çıkarımlarını hatırlamalı. Esas olan hükümetin yargısal süreci engelleyici veya durdurucu hukuk dışı bir baskı yapıp yapmadığıdır. Mahkemeyi takip edip göreceğiz. Yolsuzluk suçu işleyeni hükümet korumaya alırsa onu da millet sandıkta değerlendirir. Seçim öncesinde yolsuzlukla suçlanan hükümetin savunma telaşıyla öfke nöbetine tutulup yargıyı rakip siyasetin taşeronu sayması büyük hatadır. Ancak yargının yerine infaza kalkan muhalefet bilmeli ki bu tutumuyla seçmen vicdanında AKP'yi mağdur duruma iteleyerek güçlendirebilir de.

Olayın bir de ekonomik gerçeklik boyutu var tabi ki. İran'dan ithal edilen doğalgaz ve petrol paraları euro cinsinden Halkbank kasasında birikmektedir. Hatta Pakistan bile İran'dan ithal ettiği enerji hammaddesinin parasını Halkbank'a havale etmekteymiş. Ambargodan dolayı bankalar arası para transferinde sıkıntı olduğundan sanırım ki İran'ın da onayladığı bazı güvenilir kimseler kuryeliğiyle İran'ın parası İran'a gitmekteydi. Yani olay ambargoyu delme girişimine yasal çerçeveli siyasi operasyon da olabilir. Bu arada rüşvet ve zimmet gibi yolsuzluk
yapılmış da olabilir tabi ki. Savcılar bu yüzden soruşturma yaparlar;
gerçeği delillendirmek için... Mahkemeler de delilleri değerlendirmek için
kurulurlar. Hâkimler de hukuki değer arz eden delillere istinaden suça ceza keserler. Kesilen cezaya itiraz hakkının da kullanılmasından sonra masumiyet hâli son bulur. Mahkemelik davaları "benim adamım masumdur" veya "bizden değilse suçludur" mantığıyla siyasi çıkar malzemesi yapmak demokrasiyi geriye iter.

Şimdi kalkıp bir diyen çıkar illa ki: “Bir insanın hayatında kaç tane 4-5 yılı var ki seçimden seçime çözüm umuduna bağlasın ömrünü? Adamlar milleti soyarken sen kalkmış, “sandıkta hesabı sorulur” diyorsun. Ben de öpüle öpüle usandım” diyorum. Ayrıca, mahkemenin yansız tutumuyla vereceği adaletli hükmü bekleme tavsiyen hiç de güven vermiyor. Halkın parasını siyaset maskeli hırsız ve rüşvetçilere kaptırmak en kayda değer demokratik ayıbımız olmuşken sandığın adalet bekleyen sabır taşı da çatlar elbette”

Sözü burada kesip bırakmak düşüncemi ifade yeteneksizliğim olacağından, konuyu özüne bağlayan iki çift lâf etmem gerekiyor:

Tabi ki demokrasi insan ömrünü ihya etmeyi amaçlıyorsa bir anlam ifade eder. Ancak, demokrasi bir insanın ömrüne sığıştırılacak özel bir mutluluk hâli de değildir. Geleceği de kapsayan bir insanlık ilerlemesidir. Zaten bu yüzden “ileri demokrasi” kavramı günümüz demokrasi bilincinde ilkesel bir anlam ifade eder olmuştur. Demokrasiyi ilerletmek insan uygarlığının bence en yüce ülküsüdür; ta ki yerine başka bir yönetişim sistematiği tasarlayana kadar.

“Öpüle öpüle usandım” demendeki sitem demokrasinin en temel yapı sistematiği olan seçim hukukuna ve demokratik adaleti sağlayan yargıya güvensizlikse, çaren seçim sandığını kırmak ve yargıyı yok saymak mıdır?  Bence çare, demokrasinin kusurlarını gidermeyi amaçlayan toplumsal çabanın örgütlü işbirliğine demokratik ilkelerle emek katmaktır. İşte bu uğurda insan ömürleri heba olmaktan gurur duyabilmektedir.

İktidar olsun muhalefet olsun, ben siyasetin yargıdaki konuyu mahkeme hükmünü beklemeden oy avcılığına cephane yapmasına karşıyım. Sense peşinen suçluyu damgalayıp paketlemişsin bile. “Her şeyi bilen adam” bile bence senin kadar peşin hükümle konuşmaz. Demokratik sağduyum yargıya saygımı yitirmeden yargısal kusurları hukuk bilgisiyle eleştirebileceğimi söylerken, haddini bilen aydın ahlâkım buna hem bilgimin hem hukuksal çözümleme becerimin yeterli olmadığını fısıldıyor. Ben sadece, mahkemelik bir olaydan yola çıkarak demokrasinin yargı, yürütme ve yasama kurumlarını alaşağı etme siyasetinin demokrasiye bir ilerleme katacağı kanısında olmadığımdan eminim.

Muharrem Soyek

16 Aralık 2013 Pazartesi

BALIK ve PLASTİK



Denize atılan plastikten soframızdaki deniz ürünlerine toksik maddeler bulaşmaktadır.

Yediğimiz deniz, göl ve akarsu ürünlerinden tehlikeli toksik maddeler aldığımız artık bilimsel bir gerçek olmuştur. Cıva ve kurşun bu toksik maddelerin oldukça tehlikeli olanlarından sadece ikisidir. Sular ve su canlıları da tıpkı toprak ve hava gibi insan medeniyetinin atıklarıyla sağlık bozucu toksin  taşıyıcılarına dönüşmektedir. Özellikle denizler insan uygarlığının toksik atıklarını boşalttığı ortak lâğım çukurlarıdır.

Son bilimsel çalışmalar (Nature Scientific Reports raporu) göstermiştir ki, balıklar beslenirken mideye indirdikleri plastik atıklarından kimyasal toksinler almaktadırlar. Sıkça tüketilen kılıç ve ton gibi büyük yağlı balıklarda kimyasal toksinlerin giderek daha fazla birikmesinin nedeni bu balıkların beslenme zincirinin büyük halkalarından oluşlarıdır. Yani, toksik ortamdan doğrudan etkilenmenin yanında zaten hazırda toksinlenmiş küçük balıkları da yiyor olmalarındandır.

Plastik atıklarının beslenme zincirindeki toksinleştirme etkisini değerlendirebilmek için California Üniversitesi’nde araştırmacı bilim insanı Rochman ve ekibi bir deney yaparlar. Deneyin kobayı küçük bir tatlı su balığı olan medaka, (Japon pirinç balığı) seçilir. Üç grup medaka ayrı diyete tabi tutulur. İlk grup normal organik balık yemleriyle beslenir. İkinci grubun diyetine yüzde on kirlenmemiş (kullanılmamış) plastik katılır. Üçüncü grubun diyetineyse aylarca San Diego Körfezi’nde kalmış plastik atıklarından yüzde on katılır.

Yemlerine denizden alınan plastik atıkları eklenmiş balıkların daha fazla toksik kimyasallar depoladığı görülmüştür. Bu balıklarda tümör oluşumu ve karaciğer bozukluğu kayda değer bir artış göstermiştir. Bundan anlaşılacağı üzere plastik, denizde zaten var olan toksik maddeleri bir sünger gibi bünyesine almaktadır.

Plastik balığın mide asitleriyle ayrışıyor ve plastiğin yapısal kimyevi içeriğiyle birlikte denizden emdiği kimyasallar balığın hücrelerinde birikiyor. Yediğimiz balıkların denizde kendiliğinden beslenmeleri sırasında kesin biçimde yüzde on plastik atığını midelerine indirip indirmediklerini bilemesek de, bu insan sağlığını tehdit eden bir sorundur. Ne de olsa balık bilerek veya bilmeyerek denizdeki plastik atıklarını yutmaktadır ve insan da bu balıkları yemektedir.

İnsan atığı uzmanı Edward Humes 40 büyük kargo uçağı dolusu plastiğin her yıl denizlere boca edildiğini söylemektedir. Her ne kadar ABD resmi sağlık kurumları balıkların insan sağlığını tehdit edecek kadar toksik olmadıklarını söylüyor olsa da araştırmacı Rochman balık toksilojisindeki bilgilenmesinden sonra haftada iki kezden fazla balık yemediğini, hatta kılıç balığını asla yemediğini söylemektedir.

kaynak bilgi:
Eliza Barclay, December 13, 2013

http://www.npr.org/blogs/thesalt/2013/12/12/250438904/how-plastic-in-the-ocean-is-contaminating-your-seafood?ft=3&f=1007

***
Kanımca, çevresi büyük şehirlerle sarılı suların dip balıklarını ve kıyılara yakın yerlerde üreyip büyüyen balıklarla beslenen büyük balıkları yemekten kaçınmalıdır. Bence Karadeniz, Marmara ve kısmen de Ege’nin balıkları sürekli bir toksin tahliline tutulmalıdır. İthal balıklar istisnasız toksin ölçümüne alınmalıdır.

Aslında sorun sadece plastik değildir. Yanık yağlar, petrol ve petrol ürünleri, vernik ve boyalar, yalıtım ve elektrik tesisat malzemeleri, piller, aküler, araba lastikleri, mürekkepler, karbonsuz kopya kâğıtları, elektrik anahtarları, ampul balastları, yapıştırıcılar, deterjanlar, ilaçlar, radyasyon sızıntıları, cıvalı, kurşunlu, bakırlı malzeme atıkları eninde sonunda denizlere karışmaktadır. Bu insan atıklarını gömmek veya yakmak sorunu çözmüyor. Eninde sonunda sulara ve oradan da insana bulaşacaktır.

Petrol ve kömür gibi atıkların toksinlerinden arınmak için bu kaynakların tükenmesini beklemekten başka çaremiz yok gibi. Ne yazık ki insan uygarlığı enerji talebini paranın alım gücüne uygun olan kaynaktan karşılamayı kendine kader yapmıştır.

Doğal yaşamı besleyen organik çözünüm ve dönüşüm ekolojisini toksinleştiren atıkları yeni üretime ham madde yapmak üzere tümüyle geri toplamak teknik olarak uygulanabilir olmasa da, atıklardan yeni ürünler yapmayı amaçlayan geri dönüştürme tasarımlarını geliştirmek şimdilik en etkin ve uygulanabilir çözümdür. Bunun yanında, başta plastik olmak üzere organik olmayan sentetik maddelerin tüketimini azaltıcı devlet politikaları geliştirilmelidir. Nükleer atık toksinlerinden kurtulmaksa sadece nükleer enerji santrallerini kapatmakla olasıdır. Gelecek insan neslinin, yani çocuklarımızın, daha sağlıklı beslenebilmesi için “Yeşil siyaset” demokratik toplum bilincinin gözde iktidarı olabilmelidir.

İnsan uygarlığının tüketim atığı olan maddelerin ekolojik hayat halkalarını toksinleyen etkisini engellemek bireysel umursamaya bırakılamayacak kadar tehditkârdır. Çünkü insan henüz ekolojik var oluşun doğasından bağımsız yaşayabilir değildir.

Muharrem Soyek