18 Nisan 2021 Pazar

Bir Mayıs

Bizdeki işçi kesimi emeklerinin karşılık haklarını örgütlü mücadele ile elde etmemiştir. TC devlet erkinin daha çok yurt dışındaki örneklerine bakarak yaptığı iş kurma ve işçi çalıştırma hukukuna bağlı kalarak, haklarını tepeden bir sunumla elde etmiştir. Gerçekte kendi varlığını oluşturmuş bir Türkiye işçi sınıfı da yoktur.

          

1800'lü yıllarda sanayileşmeye başlayan ülkelerde emekçiler sermaye karşısında haklarını alma ve koruma mücadelesine başlamışken, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde işçi ve diğer emekçiler gerçek anlamda böyle bir mücadeleye girmiş görünmezler. Böyle bir mücadele gereği, toplum tarihinin sınıfsal insan özellikleri ve ekonomik sistematiği bakımından da oluşmamıştı zaten. Bizde işçi ve emekçi olma bilinci, ilerleyen sanayi ile daha yeni oluşmaktadır. SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) 1946’da İşçi Sigortaları adıyla kurulmuştur. İşçi kesimi bu kuruluşun kendi gelecekleri için ne kadar önemli olduğunun farkında bile değildi. Öyle ki o günleri anımsayan emekli bir Beykoz Deri Kundura Fabrikası işçisinden dinlediğime göre, işçiler bu sigortanın aylıklarından kesinti için bir bahane sayılacağı gerekçesiyle sigortalı olmak istememişler; hatta işi yavaşlatma eylemi başlatmışlar. Fabrika müdürü hepsini yemekhaneye toplayıp huzurlarında kendilerinden kesinti yapılmayacağına yemin vermiş de anca ikna olmuşlar.


Ben Türkiye'deki emekçi sınıfın emeğin insanlık ilerlemesindeki değerini yüceltici yeterli eylem ve tasarımlar üretemedikleri kanısındayım. Gene de 1 Mayıs'ın resmen bir emekçi bayramı ilan edilmesi sevindirici bir uzlaşıdır. Peki nereden gelmektedir 1 Mayıs geleneği?


“İlk 1 Mayıs düşüncesi 1856 yılında Avustralyalı işçilerden ortaya çıktı. Avustralyalı işçiler 8 saatlik işgünü talebiyle toplantılar, eğlenceler ve gösteriler düzenlediler. 1866 yılında Uluslararası İşçi Birliği (I. Enternasyonal) dünya işçilerine 8 saatlik işgünü için mücadele çağrısı yaptı.


1886 yılının 1 Mayıs’ında Amerika’nın her yerinde işçiler grevler, mitingler ve eylemler düzenlediler. 8 saatlik işgünü talebinde bulundular. Chicago’da 200 bin işçi iş bıraktı. Siyah ve beyaz tenli işçiler 8 saatlik işgünü için birleştiler. Gösteri, yasa dışı olduğu gerekçesiyle bombayla dağıtılmaya çalışıldı. Çok ölen oldu. Ardından 4 işçi önderi idama götürüldü. Binlerce işçi işten atıldı; binlercesi de kara listelere alındı. Uluslararası İşçi Kongresi (II. Enternasyonal) 1889 yılında Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ı o kara güne ithafla işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü ilan etti.

 

Bize gelince… “1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde, 1905 yılında İzmir’de kutlandı. İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlaması 1910’da yapıldı. 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak “İşçi Bayramı” ilan edildi. 1924`te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı. 1935 yılında “Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun” düzenlemesiyle 1 Mayıs “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ücretsiz tatil günü ilan edildi. 1981’de kendini TBMM yerine koyan askeri darbenin Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs’ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı. 2008 Nisan’ında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edildi. 2009 Nisan’ında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 1 Mayıs günü resmi bayram kabul edildi.”


1 Mayıs her ne kadar işçilerin direniş bayramı olarak ortaya çıkmış olsa da bence bugünün ruhuna en yaraşır olan adlandırma, “1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü” olmalıdır.

*Ne güzel gündür bu gelen gün

Bin Bir Mayıs oldum ben

Sağımdan solumdan

Her yanım mahşer sadece insan…

 *Muharrem Soyek

 

11 Nisan 2021 Pazar

Aşkı ve Tanrı'yı Sınamayın

*Hayat bir sınav mıdır?” Teknik olarak değildir. Sınav olması için sınav konusunun önce öğretilmiş olması gerekir. Sınav, konusu ve süresi önceden belirlenen ve konu üzerine olası soruların yanıtları da önceden çalışılan bir sınama yöntemidir.

Hayat gene de insanı sınava çeken değil de insanın kendisini sınayabileceği bir varoluş ortamı sayılabilir. Tanrı kulu olduğuna iman etmiş kişiler için hayat, ahret yaşamına geçiş öncesi bir hak ediş sınamasıdır; ya cennet ya cehennem hakkına… İnsan, hayat unsurlarını nasıl kullanıp tükettiğine ve hayata ne bıraktığına göre, öldükten sonra ya mezun olup cennete ya sınıfta kalıp cehennem kursuna gidecek...

Sınama, sınav değildir. Sınamada bir beklentinin karşılanması umulur; deney gibi... Sınavdaysa bir öğretinin bilinirliği ölçülür. Sınama, yani beklenti bizim insan olarak ölmemizdir. Doğduğumuzda hayat bize öğretilmiş değildir; yani sınanacağımız ortamı öğrenmiş olarak doğmayız. Hatta ölünceye kadar da hayatın çok azını kendi çabamızla anca öğrenebiliriz. Bizden beklenen şey, hayatı eğrisi doğrusu ile yaşarken doğru varsaydığımıza rağbetle var olmayı vicdan onuru yapmamızdır. İşte bu beklentiye bir sınama, “kim insan olarak ölecek bir bakalım” sınaması denebilir.

İnsan, karşılaştığı iyiler ve kötülerle nefsini sınar. İnsan kendini nefsiyle sınamaktan, yani bir tür kendini denemekten dürüst bir iyilikle çıkarsa hem bu âlemde hem ahrette kurtulur. Onlar, sevgiyle yaşatıp bilgiyle düşünenlerdir ve bir tek aşkı ve Tanrı’yı sınamazlar. Herkes aşkına ve tanrısına güvenmek zorundadır. Güvenmediği an ne aşk kalır ne iman... Her şeye rağmen, eğer ki bu sınama bir sınavsa herkesin sorusu da vereceği yanıt da gene kendinden kendinedir... Yani, sınav özden öze öznel oluşuyla genel bir hayat sınavı sayılamaz. Sorular da yanıtlar da her kişinin kendisine lâyık gördüğü yaşam anlamından oluşur…

Ahret inancı olan için Tanrı’dır insanı sınayan. İnançsız olan da kendi kendini sınar. Kimi de vardır ki kendini bu amaç doğrultusunda sınamayı hiç umursamaz; sadece bencil var-oluş hazzıyla yaşamayı yeğler. Öylesi de bu hayatı yaşar ve ölür amma bencillik dozunu düşük tutamamışsa büyük olasılıkla insan olarak ölememiştir.

Bir aşk bir de Tanrı sınanmaya gelmez… Çünkü bu ikisi mutlak güvene bağlanmadıysa ikisi de yalan olmasa bile kendini kandırmaca olmuştur… Yeter ki aşkını ve tanrını sınama; kalan ötesini berisini ister hayatın ister Tanrı’nın bir varoluş sınaması say, pek fark etmez. Biz ölüme kadar aşktan ve Tanrı’dan gayrısını sınaya sınata anca insanlaşırız… 

Muharrem Soyek

1 Nisan 2021 Perşembe

İmam Nikâhı Aldatısı

 

İMAM NİKÂHLI EŞ 

Şunu en baştan bir belleyelim: Türkiye’de hukuk içre geçerli bir dini nikâh türü yoktur. Sadece, ya resmen kıyılı nikâhın dinsel inanç duası yapılır ya da nikâh doğrudan müftülük yetkisiyle resmi onay alırken dini görenekle de kıyılmış olur.

Aralık 2017 tarihinden beri müftülükler dini görenekle hukuken geçerli resmi nikâh kıyabilir olmuşlardır. Eskiden imam nikâhı denen kaçak nikâh da böylece batıl olmuştur. Buna rağmen TV programlarına konuk edilen bazı evlilik mağdurları hâlâ “dini nikâhlı ya da imam nikâhlı” olarak sunulmaktadır. Oysa öyle bir nikâh türü yoktur ve öylesi nikâhı kıyan da nikâha razı gelen de suç işlemiştir. Cami imamı nikâh kıyamaz. Hatta resmen nikâhlı çiftlere bile imam kalkıp da dini nikâh adıyla ayrı bir nikâh kıyamaz. En fazla resmi nikâhın duasını sunar. Yani, sözde geçerli nikâh kıyan imam müftülükten yetkili değilse suç işlemiş olur. Dini görenekle resmen evlenmek isteyen cami imamına değil, müftülüğe başvurmalıdır.

Haber geçişlerinde bile aynı sunum hatası yapılmaktadır. Daha yakınlarda şöyle bir haber geçti: “Hamile kadın, henüz 17 yaşında; dini nikâhlı eşi tarafından defalarca bıçaklanarak öldürüldü…” Genç kadına Allah rahmet eylesin, ailesinin başı sağ olsun amma, bu haber dini nikâhı toplumsal bilinçte meşrulaştıran bir algı yaptığı gerekçesiyle, basın yoluyla suç işlemeye bile girebilir. En azından yalan haber sayılır. Çünkü böyle bir nikâh türü yoktur. Bu tür nikâhlar, hoş görülmeyen cinsel birliktelikleri ayıplayan ağızları kapatmak için uydurulmuş bir kılıftır. Rahmetli olmuş emekli babanın maaşını almak için boşanıp da aynı kocasıyla yaşamaya devam eden bazı kadınlar da “dini nikâh” kisvesiyle namuslarını korudukları izlenimi verirler. İhbar edilinceye kadar haram yemiş olsalar da bu çiftler genelde namussuz sayılmazlar…

Dinsel törenle nikâh kıyımı sadece müftülük eliyle yapılır ve o nikâh da bildiğimiz resmi nikâh sayılır. Yani, müftülükte nikâhını kıydıran çiftlerden birisi için “dini nikâhlı eş” tanımı yapılmaz. Onlar resmen ve medeni kanun gereği karı kocadırlar… Önce basın ve yayın dilinde “imam nikâhlı ya da dini nikâhlı eş” sunumundan vazgeçmeliyiz. Sonrasında, müftünün yetkisini gasp ile dini nikâh kıyan imamların kulakları çekilmelidir. Evlenme cüzdanı almış da olsalar imam kimseye dini nikâh kıyamaz; en fazlası kıyılmış nikâhın duasını yapar, dine uygunluğunu onaylar. Çünkü, dine uygun nikâh isteyen çiftler müftülüğe gidip hem dini usûlle hem de resmen geçerli nikâhlarını kıydırabilir olmuşlardır. Muharrem Soyek

21 Mart 2021 Pazar

Orman Haftası ve Dünya Su Günü

 

22 Mart Dünya Su Günü ve 21-26 Mart Orman Haftası olarak anılıp önemi vurgulanmaya çalışılır. Orman’ın değerini ve yaşamsal önemini herkes bilir. Bilir bilmesine amma bilenin çoğu da ormanı sadece ağaç topluluğu sanır. Oysa orman yerde gezen ve havada uçan pek çok canlının konakladığı ilahi bir oteldir.


Orman, bağrında barındırdığı canlılarla birlikte güzelleşip dünyaya yararlı olur. İçindeki börtü böcek ve diğer hayvanlardan arındırılmış bir orman, ruhsuz milletlere benzer. Bu bilinci oturtmak için, Orman Haftası boyunca genel bir av yasağı konulmalıdır. Orman yoksa temiz havayı unutun. Orman yoksa yeraltı sularını da unutun. Yağışlar orman alanlarında inceden toprağa işleyerek yeraltı kaynaklarını, dereleri ve ırmakları beslemeye doğru akarlar.

Amazon Yağmur Ormanları yakılarak sözde uygarlık için tarım alanı açılmaktadır. Bu gidişle Yağmur Ormanları bir ömür içinde yok olabilir. Bu ormanlar dünya oksijen gereğinin yüzde yirmisini sağlamaktadır. Yokluğu küresel felaket olur. Topladığım bilgilere göre şunlar kaçınılmaz olur:

1. Dünyadaki bitki, hayvan ve mikroorganizma türlerinin neredeyse yarısı yok olacak.

2. Ölümcül insan hastalıklarının çoğu, Amazon'un doğasından türetilen ilaçlarla tedavi edildiğinden, dev bir sağlık sorunu ortaya çıkacak.

3. Uzun süren kuraklık ve bol miktarda sel gerçekleşecek.

4. Dünya çapında aldığımız gıda çeşitlerinin % 80'ini kaybedebiliriz.

5. Hava kalitesi düşecek ve daha fazla CO2 solumaya başlayacağız.

6. Dünyadaki tatlı suyun % 20'sini kaybetmeye hazır olun.

*

Ormanlarımızı ve meralarımızı gür ve temiz tutalım. Orman canlılarına evimizde baktığımız hayvanlar kadar saygılı olalım. Yılana, çıyana ve domuza da elbet saygılı olmak insanlıktandır. Belki onların duası hürmetine küresel iklim felaketleri bizi teğet geçip giderler… Muharrem Soyek

17 Mart 2021 Çarşamba

Andımız Ve Milliyetçilik

Öğrencilere her sabah tekrar ettirdiğimiz “Andımız” başlıklı bir metin vardı. 1933’ten 2013 yılına kadar okuna geldi. 1972 ve 1997 yıllarında üstünde bazı ekleme ve düzeltmeler yapıldı. Ancak “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” başlangıç sözü ve “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyen bitiş sözü her zaman aynısı korunmuştur. Kaldırılırsa sanki Türk olduğumuzu unutup mutsuz olacakmışız korkumuzla tabulaşmaya başlayan andımız, 2013 yılında uygulamadan kaldırıldı.

İnsan, olduğu ya da olması gereken bir şeyi kendine her gün hem de devlet zoruyla hatırlatıyorsa ben orada bir sorun olduğundan kuşkulanırım. Türk’e yasa zoruyla ant içirerek Türk olduğunu hatırlatmak onu daha iyi bir Türk yapıyorsa bunu sadece okullarda değil, her fırsatta ve her yerde andımızı okumalıyız. Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişindeki gururu hak etmek keşke bu denli kolay olaydı...

Gene de andımızın kaldırılması gerekmezdi hani. “Türk’üm” demeye ırkçılık yüklemek zorlama bir zihinsel algıdır. Çünkü, T.C. vatandaşı herkese zaten Türk denir. Sanırım andın bitiş dizesi biraz sorunlu: “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” Burada, doğrudan Türk ırkına feda olma arzusu seziliyor. Bence bu dize, “Varlığım vatana millete armağan olsun!” ya da “Varlığım Türk Milleti’ne armağan olsun!” diye düzenlenip okullarda İstiklal Marşı’nın peşinden okutulursa milli yüreği güçlendiren yerinde bir üst kimlik bilinci oluşturacağı kanısındayım.

Türklük’ dendiğinde elbette sözün köken anlamı gereği sadece Türk ırkından olma durumu anlaşılır. Oysa, ‘Türk Milleti’ dendiğinde kavram farklılaşır. Türklük dediğimde, Azeri Türkü’de anlam içine girer. Türk Milleti dediğimdeyse anlamın tüm içeriğini sadece T.C. yurttaşları doldurur. ‘Türk varlığı’ deyişi tam da bu yüzden ırkçı niyete yakıştırılabilir. Türk varlığı … Türklük … Türk soyu … deyişleri ‘Türk Irkı’ manasına hemen hemen özdeş vurgu yaparlar.

Milliyetçilik, vatan toprağını onun üstünde yaşayan insanların huzuru ve refahı için koruyup kollama ve ihya etme görevi ve ahlâk yiğitliğidir. Bu soylu görevi yaparken, eğer milliyetçi anlayış hizmet sunacağı insanları soya-sopa ve hatta herhangi bir yaşam biçimine göre seçmeye başlarsa, böylesi milliyetçilik, demokrasi adına haklı olarak ırkçılıkla ayıplanacaktır.

Başkanları Bush’un Irak işgalini protesto eden Amerikalıların taşıdığı bir pankart üzerinde, (2006): “Hangi bayrak masum insanların ölümüne neden olan günahı örtecek kadar büyük olabilir?” diye yazmaktaydı. Evet, hangi insan ırkı diğerlerinden daha üstün olacak kadar büyük olabilir ki?

 (Muharrem Soyek)

13 Mart 2021 Cumartesi

Yaşlılar Haftası

Yaşlılar Haftası (18-24 Mart)

Gençliğin deneyimleriyle yaşlanmak güzeldir; sorun çıkaransa yaşlandıkça pişman olan yetişkinlerdir.

Akıl mı beden mi önce yaşlanır diye düşündüm. Düşündüm de yaşlanma hızını yaşam biçimiyle koşullu gördüm. Hem olgunlaşma hem eskiyip yıpranma anlamında, akıl da beden de yaşamsal işlevsellik niteliğine koşullanarak yaşlanıyor. İşletilmeyen akıl, yaş aldıkça paslanır düşünemez olur. İşletilmeyen beden de hızla yaşlanırken küçülüp çöker. İşlek akıl yaşlandıkça hem şahane yıllanır hem huzurla bilgeleşir. Çalışan beden geç yaşlanır, işletilen akılsa beyni genç tutar, bunamayı önler...

“On dört yaşımdayken babam o kadar cahildi ki, yanıma yaklaşmasına dayanamazdım. Yirmi bir yaşıma geldiğimde babam o kadar çok şey biliyordu ki, yedi yılda nasıl öğrendiğine şaştım kaldım.” Mark Twain

Çocukken henüz bir geçmişi olmadığından doğal olarak geleceği hayal eden yaşlı adam şimdi sadece geçmişin sessiz hayaline sarılmaktan keyif alıyorsa, ruhu bedeninden önce gömülmüş demektir. İnsan, geleceğini biçimlendirme umudunu tüketecek kadar yaşlanmış olabilir elbet; gene de en azından geçmişinin bilgisini derleyip toparlayıp geleceğe miras bir kayıt altına almayı düşünürse, ne kadar yaşlı da olsa geleceğe dönük bir amaçla yaşamayı sürdürebilir.

Eğer gençliğin ateşinden ve yaşlanmanın bilgeliğinden yeteri kadar coşkulu ve saygıyla anılan zamanlar biriktirebilmiş değilsek, lütfen vasiyet edelim mezar taşımızı boş kondursunlar. (Muharrem Soyek)

Vergi Haftası

Vergi, toplumsal varoluş huzurunu sağlama giderlerini karşılayan zorunlu bir vatandaşlık görevidir. Birlikte yaşama gereğinin iş birliği bilincinin en maddesel koşul unsurudur.

Oransal ya da değersel anlamda eşit vergilendirme ancak eşit gelir dağılımı kadar akılcı ve adil olabilir. Üretilen toplumsal geliri herkese eşit dağıtmaksa ekonomik fayda sağlamayacağı gibi emek hakkından yedirtir. Tümüyle ekonomik adaletse, emekçi ve anamalcıya uygarca yaşam ve sürdürülebilir üretim yeterliğinde hak payı bırakan vergilendirme yapılmadan asla gerçekleşmez.

Üretim yatırımına aktarılan sermaye kârından ve emekçi ücretlerinden vergi alınmasını ben doğru bulmuyorum. Çünkü anamal işletiminden emekçiye aktarılan pay gerçekte bir yatırım harcamasıdır. Üretime yatırımsa başlı başına toplumsal fayda unsurudur. Vergi politikaları bireysel serveti toplumsal fayda sağlayıcı yatırım hizmetlerinin emrine sunmayı özendirici olmalıdır. Bu bağlamda bankada, sigortada, borsalarda, yatırım fonlarında, kısaca ekonomik yatırım hizmetine sunulabilen tasarruf olarak tutulan herhangi bir varlık getirisi üstünden vergi alınmaz. Altın, mücevher ve döviz satın almak bir yatırım değil lüks tüketimdir; vergiye bağlı tutulmalıdır. En adil vergiyse tüketim üzerinden alınandır. Ve elbette işlenmemiş patates ile ıstakoz tüketimi aynı oranda vergilendirilmez. Hatta işlenmemiş temel gıdalar ve zorunlu uygarlık araç gereçleri hiç vergilendirilmese daha uygun olur.

Tüketim vergisi oranları, bireysel konfor lüksüne ve toplumsal fayda düşüklüğüne göre yükseltilmelidir. Böylece, ‘devlet gibi bireysel zenginlik’ tantanası da önlenmiş olur. Öyledir amma anamalcı da yatırımını bireysel zenginliği en az sınırlayan ülkeye kaydırır. Gerçekçi olma gereğine bağlanınca, dünya tek bir ülke oluncaya kadar vergi zoruyla gelir adaletini sağlamak hayal kalır. Gene de o günlere varmadan devleti ülke ekonomisinin en olası denge merkezine oturtup, en azından kimseyi adalet mağduru, aç açık, sağlık ve eğitimden mahrum bırakmayacak kadar vergiyi toplayabiliriz. Bunun için de parasal işler parakart ile gerçekleştirilmelidir. Her tür ücret ve gelir bankalar üzerinden parakartlara yüklenmiş olmalıdır. Böyle bir parasal döngü banka kayıtlarında herkesin gider ve gelirini görme olanağı sunacaktır. Bu da neredeyse sıfır vergi kaçağı nedeni olmasıyla gelir adaleti sağlamada çok güçlü bir devlet kozu oluşturacaktır. (Muharrem Soyek)

1 Şubat 2021 Pazartesi

Sevgililer Günü-Sevgi Haftası

14 Şubat Sevgililer Günü, bilerek veya bilmeyerek genel bir ‘sevgi’ veya ‘sevenler günü’ biçimine dönüştürülmektedir. ‘Sevgilim’ deyince aklıma ne sade bir seven ne herhangi bir sevilen gelir. Sevgili, cinsel çekim duyumu ile ayrıca özelleşen naif bir sevginin biricik sevilenidir. Genel bir sevilenden saymam. Bu yüzden sevginin geneli için başka bir tarih belirlemekte fayda vardır. Hatta bir gün değil de bir hafta belirlemek amaca daha uygun olacaktır. Çünkü sevgili bir tek olurken, sevilen birçok olabiliyor. On Beş Şubat günü başlayan bir haftalık süreyi ‘Sevgi Haftası’ ilan edebiliriz. Hani, 14 Şubat gene sevgililere özel bir gün kalsın diye 15 Şubat derim…

‘Sevgi Haftası’ sevdiklerimize daha yakın ilgi gösterme uyarısı olmalıdır. Tüketim toplumunun delice para kazanma ve gösteriş tüketimi koşturması içinde bazan en yakın sevdiklerimize bile yabancı kalmaktayız. Bırakın sevdiğimiz yakın akrabalara haftalık ziyaretler yapmayı, mahallenin diğer ucunda oturan ana babamıza bile bayramdan bayrama uğrar olduk neredeyse. Hiç olmazsa bu Sevgi Haftası’nda bir liste yapıp her akşam bir sevdiğimizi ziyaret etmeliyiz.

Her ne kadar birbirlerine “sevgilim” diyenlere Sevgililer Günü özel ayrılmış olsa da sevgililer gün beklemeden birbirlerini arayıp buluşarak sevgilerini her zaman ifade edeceklerdir elbet. Zaten sevgili olabilmişlerse artık her gün sevgiye şükür günü olmuştur bile. Beri yanda önerdiğim Sevgi Haftası, her tür sevgiyle varoluş kültürünü yücelten mutluluk paylaşımı olacaktır.

Sevgi Haftası, sevdiklerimizle kucaklaşma fırsatı olsun. Sevdiklerimize sevildiklerini hissettirme bahanemiz olsun. Neyi ve kimi seviyorsak onu biraz şımartmalıyız bu hafta. Bu, çocuğumuz olabileceği gibi saksıdaki sardunyamız da olabilir. Sardunya nasıl şımartılır demeyin; toprağını yenileyin, saksısını değiştirin veya süsleyin; yaprak ve dal budaması yapın, nasıl şımarır görürsünüz. Aynı biçimde kendimizi de bu hafta sevgiyle şımartmalıyız. Kendimizi ne kadar önemsediğimizi ölçebilmenin fırsatı yapmalıyız bu haftayı. Görüntü her ne kadar sevdiğimizi şımartıyor gibi olsa da aslında bu hafta, içimize kapattığımız sevgiyi havalandırma fırsatı olacaktır...

Ya tutarsa diyerek ben kendime gülümseyip bu haftanın ilk kutlamasını yapayım bari. Sevgi Haftası sevdiklerimize sıkıca sarılmanın, sevemediklerimize de hiç olmazsa bir ‘günaydın’ diyebilmenin güzelliği olsun. Muharrem Soyek

 

23 Ocak 2021 Cumartesi

Hayvan Hakları

 

Canın küçüğü büyüğü olmuyor. Ne kadar küçük olsalar da ölene kadar hem yaşam hazlarını hem acılarını tıpkı bizim gibi çekerler. Onlar sadece geleceğin acısını çekmezler. Çünkü ölüm bilinçleri zayıftır; yani öldükten sonra ne kendilerine ne arkada bıraktıklarına olacakları hayal edip de endişe duymazlar. Ölümden sonrasını hayal edip de tasarlayabilen tek canlı şimdilik insandır.


İnsan insanın hem kurdu hem şifasıdır. Şifa olmak için Evrensel İnsan Hakları bilincini oluşturup benimsemeye başlamıştır. Ancak, bu dünyadaki varoluş hakkı sadece insana indirgendiğinde insanın yok oluş nedeni de hazır edilmiş olmaktadır. Çünkü biz her ne kadar doğayı kendi yaşamına uydurabilen harika canlılar olsak da doğa bizim varoluş hakkımızı koşulsuz ve sınırsız karşılayan bir düzenek içre var olamıyor. İnsanın dışındaki doğa diyor ki, “Benden yararlanman için benim varoluş haklarıma saygı duyacaksın. Beni zenginlik ve güç hırsınla sömürmeyeceksin; sadece sürdürülebilir saygın tüketimle kullanacaksın.”


Hayvanlar insanların dış doğasında çok çeşitli ve geniş alan kapsamlı bir varoluş kaynağı oluşturuyor. Onların varlık haklarını belirleyip yasal çerçeveye oturtarak koruma altına almak, gerçekte insan haklarına hizmettir. Hayvan Hakları Yasası geleceğin acısını çeken insana bir umut yolu açarken hayvanların da insan ırkından çektikleri çileyi bir nebze hafifletecektir. Biz, hayvan haklarını gerçekte hayvanlar için değil kendimiz için sayıp kollamak zorundayız. Yoksa; önce hayvanlar, sonra ağaçlar ve çiçeklerin peşinden insan nesli yaşadığına bin pişman veda eder bu dünya cennetine…


Kenarda kendi başına duran taşın ve taşın altında yuvalanan karıncanın var olma hakkına saygı duyuncaya dek kimse uygar olduğunu sanmasın. Çünkü insanın gerçekten uygarca var-oluşu, işte o taşın altındaki canlara kadar eğilen saygısıyla ancak olasıdır…

Muharrem Soyek

16 Ocak 2021 Cumartesi

Lütfi Hoca'nın Yorganı

Lütfi Hoca bankamatikten ilk maaşını çekmişti. Çok sevinçliydi. Sanki canevinde düğün kurulmuş da çiftetelli oynanıyordu. Eve dönüşte kocaman bir pasta aldı. Pastırma da aldı; birden canı pastırmalı kuru fasulye çekmişti. Ayakkabılarına baktı, beğenmedi. Gitti, çoktandır almak istediği marka ayakkabıdan iki çift aldı. Kılığına baktı, beğenmedi; çoktandır heves ettiği markadan spor bir takım çekti üstüne. Nasılsa kredi kartına taksitle. Eh, devlet memuruydu artık; imamlık maaşı garantiydi. Nasılsa ödenirdi. Saatine baktı; daha erkendi, ikindiye çok vardı. Kuyumcuya uğradı; nişanlısı Lütfiye’ye yakut taşlı bir kolye aldı. Altı taksit yaptırdı.

Lütfi, ikindiye kalmadan eve girmişti. Evi de zaten görev yaptığı camiye bitişik imam eviydi. Oğlunu eli kolu dolu gören Latife Hanım; “Hayrola, kazı kazan mı oynadın yoksa? Haramdır oğul, ben istemem” diye çıkışır.

-Yok ana, ne piyangosu? İşim olmaz öyle şeylerle. Sağlam para, maaştan.

-Yaa! Demek maaşını çektin! İyi de senin maaş pul olmuş şimdiden?

-Maaş cepte ana, bunları kredi kartıyla aldım.

-Krediye faiz vericen, bize haram mı yedirecen?

-Yok, yok; öyle değil. Şimdi alıyorsun bir ay sonra ödüyorsun. Para kredisi değil; taksitli satış.

-Benim kafa almaz öyle şeyleri. Ben şu pastayı dolaba koyayım, ablan da gelsin akşam yemeğinden sonra keseriz.

-Az dur hele, bak sana ne aldım.

-Aaa! Bu çok pahalıdır; hani geçende bakıp da pahasına sebep almadık ya! Sen bunu geri ver. Ben daha ucuz bir şey alırım düğünde giymek için.

-Taksitle be ana! 12 taksit. Maaşın onda biri bile değil.

-Sıkışmayız ödenir yani diyorsun; iyi o zaman pek de beğenmiştim zaten.

-Bunu da ablama aldım. Kol saati. Meşhur marka, taklit değil ha!

Lütfi maaşı anasına teslim etti. Nişan hediyelerinin taksit borçlarını kapatırdı. Abla da gelince yatsıdan sonra pasta kesip kahvelerini yudumladılar. Düğünü yemekli yapmaya karar verdiler. Ertesi gün gelinlik beğenmeye çıkacaklardı. Ve ertesi gün şahane bir gelinlik beğendiler. Kredi kartına taksitle tabi…

Lütfi cep telefonunu değiştirdi. Bir de Lütfiye’ye aldı son modelden. Tabi sormuştu hangisinden istediğini. İşte böyle mutlu mesut taksitlenmeyle geçiyordu kış ayları. Hele bir de yaz gelsin düğün etsin değmeyin Lütfi’nin keyfine.

Kış geçti bahar yaza döndü. Bizim Lütfi maaşı alır almaz artık doğruca bankaya gidip kredi kartı asgari ödemesini yatırıyordu. Asgarisi de maşallah maaş kadar olmuştu hani. Annesi de “Oğlum, maaşı ne ediyon? Kötü yolda mı yiyon yoksa?” diye sorunca suratı düşüyordu tabi.

-Canım sıkkın, bir de sen gelme üstüme. Muharrem Bakkal’a da epey borç birikmiş. “Sen de çalışıyorsun ya artık yakında kapatırsınız; Latife Ana’ya selam söyle, canını sıkmasın” deyip bana duyurdu aslında.

-Sana güvendik ya ondan açıldık biraz. Neyse canım rahmetli babandan kalan maaş yetmezse ablan kapatır üstünü.

-Valla bana bel bağlamayın. Yakında gidici miyim neyim, kötü kötü rüyalar görmekteyim.

-Hayırdır oğul. Üç harflilere mi uğradın yoksa. Dur ben seni bir okuyayım!

-Ben de okurum amma ana nefesi başka bir iyi gelir. Oku bakalım!

-Ya Allah, ya şifa! Tüh tüh tüü!

-Yağmur olsa haber verirdi inmeden önce; ta gözümün akına tükürdün be ana!

-Şifadır şifa! Sen şimdi diyesin bakalım ne rüyasıdır bu?

-Şöyle sabaha doğru geliyor. Yukarılardan kendime bakıyorum. Ayaklarım uzuyor da uzuyor. Ne kadar kıvırıp çeksem de yorganın altına sığmıyor. Sonra bir kar bir tipi yorganın dışında ayaklarım donup kaskatı kesiliyor. Babam geliyor elinde testereyle. “Bu ayaklar odun olmuş kesilmeli” diyor.

-Ee! Kesiyo mu yoksa?

-Valla her defasında korkumdan uyanıyorum. Sanki uyanmasam kesecekti; öyle de gerçek gibi hani. Dizlerimi böğrüme yaslamış ayaklarımı yorganın altına çekmiş yatar bulunca kendimi, bir ferahlıyorum ki sorma.

-Rüyanın tersi çıkar derler merak etme.

-Ben de o yüzden meraktayım zaten. Ayaklarıma bir şey mi olacak diye endişedeyim. Hani ayaklarım kesilmiyor ya, tersi çıkarsa fena! Yorganın boyunu uzatsak diyorum. Ayağım dışta kalıp üşüyor besbelli. Belki de ondandır ürkünç rüya görmem.

-Fazla yorganımız var. Ben onları ular dikerim.

-Sen uğraşma ana, ben yorgancıyla anlaştım; boyuma göre yapacak. Elin değdikçe ödersin dedi.

*

İki gün sonra nişanlısıyla buluşacaktı. İlk tanışma günleriymiş; özel takvime not düşülmüş. Cepte para yok; kredi kartı limiti bitik. Ne etmeli? Ablasından bir istemeli bakalım. Bakkal borcundan önce davransa iyi ederdi. Akşam ablasına açıldı. Ablanın kaşları çatıldı.

-Daha geçen hafta verdim sana bir teklik.

-Bin liranın nesi olur ki bu zamanda?

-Bak bu son olsun! De hele, kaç lira?

-Fazla değil bin lira yeter.

-Ne! Sen beni banka mı sandın?

-Beş yüz ver bari, daha azı yetse daha çok ister miyim?

-Al bakalım; bu sondur bilesin.

*

Hep öyle denir. “Bu sondur bilesin!” Sonra bir başka sona fit olunur. İkinci kez boynunu büküp borç istediği arkadaşları da “Bak, bundan başka bende de yok. Zor durumdayım; aman ha geciktirme!” dememişler miydi? Sonra eski sonlardan bir parça geri ödeme gelir ve çok geçmez geri ödemenin hatırına bir son olsun kıyağı daha yapılır. Hani günahını da almayalım: “Maaşı alır almaz ödeyeceğim” dedi ya işte; imam yanılır amma yalan da demez herhâlde!

*

Lütfi Hoca’nın yorganı geldi; tam iki buçuk metre. Lütfi, uzun yorganın altına girip ayaklarını uzata uzata yattı amma babası gene rüyasına geldi: “Bu ayaklar kütük gibi donmuş; kesilmeli” diyordu. Üstelik daha da yaklaşmıştı. Sanki nereden keseceğini görmek için eğilip de bakıyordu artık. Bir sabah çığlıkla doğruldu. Annesi ve ablası da ayaklanmış şaşkın gözlerle kapıda dikili duruyorlardı. “Neyin var oğul?” diye sordu anası. “Rüya! Çok şükür rüya! Babam ayaklarımı kesmeye başladı; acıyla irkildim” diye yanıtladı Lütfi.

Ablası da “Uyarıdır uyarı! Anlayana tabi!” diye homurdanarak odasına çekildi.

Babasının testereyle gelip Lütfi’nin ayaklarını kesmeye başladığı o son rüyanın sabahında icra memurları evdeki yaşamsal öncelik değeri olmayan eşyaları kaldırıp yediemine teslim ettiler. Daha sonra ne oldu? Üç kere ertelenen düğün yüzünden Lütfiye nişanı attı. Abla da düğün dernek yapmadan sade bir nikâhla evlendi gitti. Lütfi’nin cemaati de iyice azaldı. Borç ister diye onun camisine gitmeye çekinir oldular. Ara sıra kahveye uğrardı; hani bir dosta rastlar da laflayıp içini açmaya. Kahveci bir gün iki çay çekip Lütfi’nin karşısına oturdu. 

-Yahu Hoca ne hikmettir anlamadım. Birkaç gündür dikkatimi çekti; siz ne zaman gelseniz kahvehane boşalıyor sanki.

-Demek onlar da öğrenmişler benim yorganın boyunu.

-Onlara ne ki Hoca’m sizin yorganın boyundan?

-Öyle deme! Ya kişi bilecek kendi yorganı ne boyda ya eş dost bilecek kişinin yorganı ne boyda…

-Haa! Anladım desem yalan, anlamadım desem ziyan olur valla! Neyse Hoca’m babamın ruhuna bir hatim indirtmek istiyorum. Hatim bitene kadar çay parası vermezsiniz. İşlemiş çarpıları da sileriz, ödeşir helalleşiriz.

-Parayla okunan Kuran, babanın ruhuna gitmez. Ben sana Türkçe harflerle yazılı olan bir Kuran vereyim sen yavaş yavaş onu okumaya çalış. Çaylarıma da çarpı atmaya devam et. Ayaklarımı epeyce kısalttım; yakında yorganın altına sığacaklar.

-Ne ayaktır Hoca bu yorgan?

-Bak anlatayım. Camiye geleydin şimdiye bilirdin. Her hafta vaaz ediyorum ben bu hikâyeyi

-Dur, ben çayları tazeliyeyim; bunlar ocaktan!

Lütfi Hoca başlar anlatmaya:

*

Ağanın teki, evdeki hiçbir yorganı beğenmez, karısı ile devamlı kavga edermiş. Yüklük kat kat yorgan dolmuştu da odanın ortasında istiflenmeye başlamıştı. Ağanın parası da malı da yeterdi. İlle de şöyle üstüne çekince pamuk buluta gömülmüş gibi mutlu uyuyacağı bir yorgan yaptıracaktı. Kasabadaki yorgancılardan sonra şehirdeki usta yorgancılara sipariş verdi. Hepsi de “Tüy gibi hafif örter, ayı kürkü gibi sıcak tutar; hiç tasa etmeyin ağam!” demişlerdi demesine de bizim ağa gene hiçbirini beğenmedi. Çok sinirlenmişti. Bir oda dolusu yorganı harmanın ortasına taşıtıp ateşe verdi. Ağanın anası yakılan yorganları görünce oğlunu çağırır, oturtup dizinin dibine:

-Bak oğul sen bu yorgan işine kafayı fena taktın. Böyle giderse taktığın kafayı da yiyeceksin.

-Hayalimdeki yorganı özlüyorum ana, uyku tutmuyor başka yorgan altında.

-Benim bir ahretliğim var. Kocası sağlığında yorgancıydı. Sultanlara saraylara yorgan yapardı. Saraydan istenen yorganı aslında kendisi doldurup dikmezdi. Onları benim ahretliğim Şadiye Hanıma doldurtup diktirirdi. Ben gidip onunla bir konuşayım. Gerçi artık yorgan dikmiyor amma benim hatırımı kırmaz.

-Aman anam, ayağının nasırını yiyem! Şöyle pembe bulut gibi bir yorgan yapsın bana.

İki hafta geçti, haber geldi. Yorgan hazırdı. Ağanın anası gitti yorganı alıp döndü. Ağa, anasının kucağındaki yorganı görünce “Bu yorgan sofra bezi kadar; güdüklüğü daha sermeden belli oluyor” demiş.

-Göz yanılır, ölçü doğrultur. Sen şuraya bir uzan bakayım; ben yorganı kendi ellerimle üstüne sereceğim.

Ağa yere uzanmış; anası da yorganı üzerine örtmüş: -Bak ne güzel oldu gördün mü?

-Ana ne dersin? Ayaklarım dışarıda kaldı görmüyon mu?

-Öyle mi? Ben şimdi düzeltirim onu! 

Diyen ana, elindeki bastonu ağa oğlunun ayaklarına vurmaya başlar. Bir yandan da yüksek sesle söylenir:

-Bey de olsan ağa da olsan, maraba da olsan ayağını yorganın boyu kadar, hayalini de usun kadar uzatacaksın...

O günden sonra ağa önce hayalini usunun ufkuna çekti sonra da ayağını anasının yaptırdığı yorganın boyuna göre uzatıp yattı. Ancak bir ara oturup düşününce anasını biraz yanlış anladığını görmüştü. Ağaydı; ayağını dışarıda bırakmayacak bir yorgan yaptırmaya parası vardı. Parası yetmeyen çeksindi ayağını yorganın boyuna. Asıl bilmesi gerekenin, hayalindeki yorganın usunun ufkundan öte gerçeklik yapamayacağı olduğunu anlamıştı.

*

-İşte böyle kahveci Şakir. Şimdi anladın mı ben içeri girince neden boşalır burası? Öğrendiler artık benim yorganın boyunu. Yorgan iyice kısaldı; ayaklarımı ne kadar çeksem dışarıda kalıyor. Bu da geçer ya HU! Geçer elbet; bilirim geçecek, çünkü yorgan uzamaya başladı yavaştan…

(Ayağını yorganına göre uzatıp hayalini usunun ötesine salan Muharrem Soyek)