Lütfi Hoca bankamatikten ilk maaşını çekmişti. Çok sevinçliydi. Sanki canevinde düğün kurulmuş da çiftetelli oynanıyordu. Eve dönüşte kocaman bir pasta aldı. Pastırma da aldı; birden canı pastırmalı kuru fasulye çekmişti. Ayakkabılarına baktı, beğenmedi. Gitti, çoktandır almak istediği marka ayakkabıdan iki çift aldı. Kılığına baktı, beğenmedi; çoktandır heves ettiği markadan spor bir takım çekti üstüne. Nasılsa kredi kartına taksitle. Eh, devlet memuruydu artık; imamlık maaşı garantiydi. Nasılsa ödenirdi. Saatine baktı; daha erkendi, ikindiye çok vardı. Kuyumcuya uğradı; nişanlısı Lütfiye’ye yakut taşlı bir kolye aldı. Altı taksit yaptırdı.
Lütfi, ikindiye kalmadan eve girmişti. Evi de zaten görev yaptığı camiye bitişik imam eviydi. Oğlunu eli kolu dolu gören Latife Hanım; “Hayrola, kazı kazan mı oynadın yoksa? Haramdır oğul, ben istemem” diye çıkışır.
-Yok ana, ne piyangosu? İşim olmaz öyle şeylerle. Sağlam para, maaştan.
-Yaa! Demek maaşını çektin! İyi de senin maaş pul olmuş şimdiden?
-Maaş cepte ana, bunları kredi kartıyla aldım.
-Krediye faiz vericen, bize haram mı yedirecen?
-Yok, yok; öyle değil. Şimdi alıyorsun bir ay sonra ödüyorsun. Para kredisi değil; taksitli satış.
-Benim kafa almaz öyle şeyleri. Ben şu pastayı dolaba koyayım, ablan da gelsin akşam yemeğinden sonra keseriz.
-Az dur hele, bak sana ne aldım.
-Aaa! Bu çok pahalıdır; hani geçende bakıp da pahasına sebep almadık ya! Sen bunu geri ver. Ben daha ucuz bir şey alırım düğünde giymek için.
-Taksitle be ana! 12 taksit. Maaşın onda biri bile değil.
-Sıkışmayız ödenir yani diyorsun; iyi o zaman pek de beğenmiştim zaten.
-Bunu da ablama aldım. Kol saati. Meşhur marka, taklit değil ha!
Lütfi maaşı anasına teslim etti. Nişan hediyelerinin taksit borçlarını kapatırdı. Abla da gelince yatsıdan sonra pasta kesip kahvelerini yudumladılar. Düğünü yemekli yapmaya karar verdiler. Ertesi gün gelinlik beğenmeye çıkacaklardı. Ve ertesi gün şahane bir gelinlik beğendiler. Kredi kartına taksitle tabi…
Lütfi cep telefonunu değiştirdi. Bir de Lütfiye’ye aldı son modelden. Tabi sormuştu hangisinden istediğini. İşte böyle mutlu mesut taksitlenmeyle geçiyordu kış ayları. Hele bir de yaz gelsin düğün etsin değmeyin Lütfi’nin keyfine.
Kış geçti bahar yaza döndü. Bizim Lütfi maaşı alır almaz artık doğruca bankaya gidip kredi kartı asgari ödemesini yatırıyordu. Asgarisi de maşallah maaş kadar olmuştu hani. Annesi de “Oğlum, maaşı ne ediyon? Kötü yolda mı yiyon yoksa?” diye sorunca suratı düşüyordu tabi.
-Canım sıkkın, bir de sen gelme üstüme. Muharrem Bakkal’a da epey borç birikmiş. “Sen de çalışıyorsun ya artık yakında kapatırsınız; Latife Ana’ya selam söyle, canını sıkmasın” deyip bana duyurdu aslında.
-Sana güvendik ya ondan açıldık biraz. Neyse canım rahmetli babandan kalan maaş yetmezse ablan kapatır üstünü.
-Valla bana bel bağlamayın. Yakında gidici miyim neyim, kötü kötü rüyalar görmekteyim.
-Hayırdır oğul. Üç harflilere mi uğradın yoksa. Dur ben seni bir okuyayım!
-Ben de okurum amma ana nefesi başka bir iyi gelir. Oku bakalım!
-Ya Allah, ya şifa! Tüh tüh tüü!
-Yağmur olsa haber verirdi inmeden önce; ta gözümün akına tükürdün be ana!
-Şifadır şifa! Sen şimdi diyesin bakalım ne rüyasıdır bu?
-Şöyle sabaha doğru geliyor. Yukarılardan kendime bakıyorum. Ayaklarım uzuyor da uzuyor. Ne kadar kıvırıp çeksem de yorganın altına sığmıyor. Sonra bir kar bir tipi yorganın dışında ayaklarım donup kaskatı kesiliyor. Babam geliyor elinde testereyle. “Bu ayaklar odun olmuş kesilmeli” diyor.
-Ee! Kesiyo mu yoksa?
-Valla her defasında korkumdan uyanıyorum. Sanki uyanmasam kesecekti; öyle de gerçek gibi hani. Dizlerimi böğrüme yaslamış ayaklarımı yorganın altına çekmiş yatar bulunca kendimi, bir ferahlıyorum ki sorma.
-Rüyanın tersi çıkar derler merak etme.
-Ben de o yüzden meraktayım zaten. Ayaklarıma bir şey mi olacak diye endişedeyim. Hani ayaklarım kesilmiyor ya, tersi çıkarsa fena! Yorganın boyunu uzatsak diyorum. Ayağım dışta kalıp üşüyor besbelli. Belki de ondandır ürkünç rüya görmem.
-Fazla yorganımız var. Ben onları ular dikerim.
-Sen uğraşma ana, ben yorgancıyla anlaştım; boyuma göre yapacak. Elin değdikçe ödersin dedi.
*
İki gün sonra nişanlısıyla buluşacaktı. İlk tanışma günleriymiş; özel takvime not düşülmüş. Cepte para yok; kredi kartı limiti bitik. Ne etmeli? Ablasından bir istemeli bakalım. Bakkal borcundan önce davransa iyi ederdi. Akşam ablasına açıldı. Ablanın kaşları çatıldı.
-Daha geçen hafta verdim sana bir teklik.
-Bin liranın nesi olur ki bu zamanda?
-Bak bu son olsun! De hele, kaç lira?
-Fazla değil bin lira yeter.
-Ne! Sen beni banka mı sandın?
-Beş yüz ver bari, daha azı yetse daha çok ister miyim?
-Al bakalım; bu sondur bilesin.
*
Hep öyle denir. “Bu sondur bilesin!” Sonra bir başka sona fit olunur. İkinci kez boynunu büküp borç istediği arkadaşları da “Bak, bundan başka bende de yok. Zor durumdayım; aman ha geciktirme!” dememişler miydi? Sonra eski sonlardan bir parça geri ödeme gelir ve çok geçmez geri ödemenin hatırına bir son olsun kıyağı daha yapılır. Hani günahını da almayalım: “Maaşı alır almaz ödeyeceğim” dedi ya işte; imam yanılır amma yalan da demez herhâlde!
*
Lütfi Hoca’nın yorganı geldi; tam iki buçuk metre. Lütfi, uzun yorganın altına girip ayaklarını uzata uzata yattı amma babası gene rüyasına geldi: “Bu ayaklar kütük gibi donmuş; kesilmeli” diyordu. Üstelik daha da yaklaşmıştı. Sanki nereden keseceğini görmek için eğilip de bakıyordu artık. Bir sabah çığlıkla doğruldu. Annesi ve ablası da ayaklanmış şaşkın gözlerle kapıda dikili duruyorlardı. “Neyin var oğul?” diye sordu anası. “Rüya! Çok şükür rüya! Babam ayaklarımı kesmeye başladı; acıyla irkildim” diye yanıtladı Lütfi.
Ablası da “Uyarıdır uyarı! Anlayana tabi!” diye homurdanarak odasına çekildi.
Babasının testereyle gelip Lütfi’nin ayaklarını kesmeye başladığı o son rüyanın sabahında icra memurları evdeki yaşamsal öncelik değeri olmayan eşyaları kaldırıp yediemine teslim ettiler. Daha sonra ne oldu? Üç kere ertelenen düğün yüzünden Lütfiye nişanı attı. Abla da düğün dernek yapmadan sade bir nikâhla evlendi gitti. Lütfi’nin cemaati de iyice azaldı. Borç ister diye onun camisine gitmeye çekinir oldular. Ara sıra kahveye uğrardı; hani bir dosta rastlar da laflayıp içini açmaya. Kahveci bir gün iki çay çekip Lütfi’nin karşısına oturdu.
-Yahu Hoca ne hikmettir anlamadım. Birkaç gündür dikkatimi çekti; siz ne zaman gelseniz kahvehane boşalıyor sanki.
-Demek onlar da öğrenmişler benim yorganın boyunu.
-Onlara ne ki Hoca’m sizin yorganın boyundan?
-Öyle deme! Ya kişi bilecek kendi yorganı ne boyda ya eş dost bilecek kişinin yorganı ne boyda…
-Haa! Anladım desem yalan, anlamadım desem ziyan olur valla! Neyse Hoca’m babamın ruhuna bir hatim indirtmek istiyorum. Hatim bitene kadar çay parası vermezsiniz. İşlemiş çarpıları da sileriz, ödeşir helalleşiriz.
-Parayla okunan Kuran, babanın ruhuna gitmez. Ben sana Türkçe harflerle yazılı olan bir Kuran vereyim sen yavaş yavaş onu okumaya çalış. Çaylarıma da çarpı atmaya devam et. Ayaklarımı epeyce kısalttım; yakında yorganın altına sığacaklar.
-Ne ayaktır Hoca bu yorgan?
-Bak anlatayım. Camiye geleydin şimdiye bilirdin. Her hafta vaaz ediyorum ben bu hikâyeyi
-Dur, ben çayları tazeliyeyim; bunlar ocaktan!
Lütfi Hoca başlar anlatmaya:
*
Ağanın teki, evdeki hiçbir yorganı beğenmez, karısı ile devamlı kavga edermiş. Yüklük kat kat yorgan dolmuştu da odanın ortasında istiflenmeye başlamıştı. Ağanın parası da malı da yeterdi. İlle de şöyle üstüne çekince pamuk buluta gömülmüş gibi mutlu uyuyacağı bir yorgan yaptıracaktı. Kasabadaki yorgancılardan sonra şehirdeki usta yorgancılara sipariş verdi. Hepsi de “Tüy gibi hafif örter, ayı kürkü gibi sıcak tutar; hiç tasa etmeyin ağam!” demişlerdi demesine de bizim ağa gene hiçbirini beğenmedi. Çok sinirlenmişti. Bir oda dolusu yorganı harmanın ortasına taşıtıp ateşe verdi. Ağanın anası yakılan yorganları görünce oğlunu çağırır, oturtup dizinin dibine:
-Bak oğul sen bu yorgan işine kafayı fena taktın. Böyle giderse taktığın kafayı da yiyeceksin.
-Hayalimdeki yorganı özlüyorum ana, uyku tutmuyor başka yorgan altında.
-Benim bir ahretliğim var. Kocası sağlığında yorgancıydı. Sultanlara saraylara yorgan yapardı. Saraydan istenen yorganı aslında kendisi doldurup dikmezdi. Onları benim ahretliğim Şadiye Hanıma doldurtup diktirirdi. Ben gidip onunla bir konuşayım. Gerçi artık yorgan dikmiyor amma benim hatırımı kırmaz.
-Aman anam, ayağının nasırını yiyem! Şöyle pembe bulut gibi bir yorgan yapsın bana.
İki hafta geçti, haber geldi. Yorgan hazırdı. Ağanın anası gitti yorganı alıp döndü. Ağa, anasının kucağındaki yorganı görünce “Bu yorgan sofra bezi kadar; güdüklüğü daha sermeden belli oluyor” demiş.
-Göz yanılır, ölçü doğrultur. Sen şuraya bir uzan bakayım; ben yorganı kendi ellerimle üstüne sereceğim.
Ağa yere uzanmış; anası da yorganı üzerine örtmüş: -Bak ne güzel oldu gördün mü?
-Ana ne dersin? Ayaklarım dışarıda kaldı görmüyon mu?
-Öyle mi? Ben şimdi düzeltirim onu!
Diyen ana, elindeki bastonu ağa oğlunun ayaklarına vurmaya başlar. Bir yandan da yüksek sesle söylenir:
-Bey de olsan ağa da olsan, maraba da olsan ayağını yorganın boyu kadar, hayalini de usun kadar uzatacaksın...
O günden sonra ağa önce hayalini usunun ufkuna çekti sonra da ayağını anasının yaptırdığı yorganın boyuna göre uzatıp yattı. Ancak bir ara oturup düşününce anasını biraz yanlış anladığını görmüştü. Ağaydı; ayağını dışarıda bırakmayacak bir yorgan yaptırmaya parası vardı. Parası yetmeyen çeksindi ayağını yorganın boyuna. Asıl bilmesi gerekenin, hayalindeki yorganın usunun ufkundan öte gerçeklik yapamayacağı olduğunu anlamıştı.
*
-İşte böyle kahveci Şakir. Şimdi anladın mı ben içeri girince neden boşalır burası? Öğrendiler artık benim yorganın boyunu. Yorgan iyice kısaldı; ayaklarımı ne kadar çeksem dışarıda kalıyor. Bu da geçer ya HU! Geçer elbet; bilirim geçecek, çünkü yorgan uzamaya başladı yavaştan…
(Ayağını yorganına göre uzatıp hayalini usunun ötesine salan Muharrem Soyek)