29 Ekim 2020 Perşembe

YAŞASIN CUMHURİYET

 Yıl 1922… Ülkenin yıkılmadık, yanmadık, kana bulanmadık, küle dönmedik yeri kalmamış…

Yıl 1923… Ülkede 10 milyon kadar savaş artığı insan yaşamakta; hastalıklı ve yoksul; yüzde doksan beşi okumasız yazmasız. Kadınlarda okuma yazma oranı sadece binde dört... Fabrikan yok, işçin yok, patronun yok, mühendisin, doktorun, tüccarın, öğretmenin, mimarın, sanatçın yok; yolun yok, barajın yok, evinde suyun yok; üniversiten yok, bankan yok; dış ticaretin yok… Yok oğlu yok! 40 bin köyün 37 bininde ne yol ne okul var... Gel de şaşma!; Cumhuriyet ve demokrasinin bu ortamda yerleşip köklenme arzusundaki inancın gücüne... Şaşmasına şaşıyorum ama bir yandan da yere göğe sığmayan muazzam bir kıvanca bürünüyor ruhum. CUMHURİYET BAYRAMI HEPİMİZE KUTLU OLSUN!

1923 yılında tüm ülkede bin kadar tıp doktoru vardı ve içlerinde bir tane bile diş hekimi yoktu. Fakülte ve yüksekokul sayısı sadece 9; öğretim üyesi 307, öğrenci ise 2.914 ... Elektrik üretimi 1923'te sadece 33 MW kurulu güç iken bugün 100 bin MW kurulu gücü aştı (2023)(megawat = 1000 kilowat) ... 1965 yılındaki ihracatımız bile sadece 500 milyon dolardı...

“Cumhuriyet’in kuruluşu 101 pare top atışıyla duyuruldu ve milletçe kutlandı” dediğimiz günlerde bile bazı gazeteler bu muhteşem olayı küçümseyen yorumlar yayınlamıştır. Bugün de Cumhuriyet karşıtı fikirler demokrasinin düşünce özgürlüğü hoşgörüsüyle karşımıza çıkarılmaktadır. Ancak artık çok geçtir; Cumhuriyet, takmış koluna özgürlükçü laik demokrasiyi geleceği de mutlandırmaya ilerlemektedir. Yavaş olsa da kararlı adımlarla ilerlemektedir...

“Millet meclisinde bir büyü yapıldı, bundan böyle her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi gelecek değildir. Eğer ilan edilen Cumhuriyet'in ileri gelenleri ve Cumhuriyetçiler bunu yapabileceklerse, biz de kendilerine cumhuriyetiniz kutlu olsun deriz...” (Böyle umutsuzlar, Cumhuriyet'in fos çıkacağını sananlar da vardı işte. Aslında kinayenin özünde gerçekçi bir uyarı da yatmaktaydı; gene de Cumhuriyetin ilan gününde edilen böyle bir söze uyarıdan çok küçümseme iması yükledi benim bilincim.)

O günlerin gençleri ve aydınları bu sözlere kulak asıp Cumhuriyeti kollama ve geliştirme çabalarında asla yılgınlığa düşmediler.... Sevgili Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz bu Cumhuriyet, muhteşem bir olaydır. Özellikle gençler, şimdiki modernite telaşına kapılıp da tarihimizin bu en muhteşem olayını bilinçli bir onur ve gururla yaşama mutluluğundan kendinizi mahrum etmeyin. Ve elbette biliriz ki Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve bayram yapmakla yüceltilemez...

Kısa zamanda az iş başarmadık; bundan sonrasının sorumluluğu herkesten çok siz gençlere aittir; bu yüzden Cumhuriyet Bayramı en çok da gençlerin bir özgüven bayramı yapılmalıdır. Genç dediysek, herkes geleceğin hayaline sarıldığı kadar anca gençtir... 

Gençlerden tez cevap geldi bana: “Biz Gençler, tarihimizin bu en muhteşem olayını bilinçli bir onur ve gururla kutlama kıvancındayız. Siz büyüklerimiz, kısa zamanda çok iş başardınız; şimdi ve bundan sonra sorumluluğun çoğunun biz gençlere ait olacağının bilincindeyiz. Hatta siz büyüklerin kusurlarını da hoşgörüyle düzeltmemiz gerekeceğini biliriz. Bunun için yeterli hayal gücü, sabır ve cesareti damarlarımızda akan tarihsel bilinçten almaktayız. Sürdürülebilir mutlu bir yaşam, Cumhuriyet'i özgürlükçü demokrasi bilinciyle omuzlayıp taşımakla anca olasıdır. "Ah bir genç olsam!" diye hayıflanan sevgili büyükler, siz biraz dinlenin. Laik Demokratik Cumhuriyet emin ellerdedir…"

* Ve Atatürk'ün dediği gibi... “Gençler ! Cesaretimizi artıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil ! .. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltip yaşatacak olan sizsiniz..."

"…………. Bu konuşmamla (NUTUK ile), var olma tarihi sona ermiş sanılan büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı, millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen millî felâketlerden alınabilen derslerin ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu bedelin sonucunu Türk Gençliği’ne emanet ediyorum..."

“Türk Milleti’nin karakter ve törelerine en uygun olan yönetim, CUMHURİYET yönetimidir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

* CUMHURİYET'İN İLANI

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de aldığı tarihi kararında saltanata son vermiştir; ancak, Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir. Bu tarihi kararın da açık bir öncüsü olan 1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime ilk adım zaten atılmıştı...

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vermiş ve yeni kurulan Meclis, Lozan'da elde edilen antlaşmayı onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması'nın kabulü ve 6 Ekim 1923'te Türk Ordusunun İstanbul'a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23 Nisan 1920'den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da bir zorunluluk haline gelmiştir.

25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı Büyük Millet Meclisi'nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabinenin kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde verdiği yemek sırasında arkadaşlarına; "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" diyerek görüşünü açıklamıştır. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusu tartışıldı. Sorun gene çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyet'in ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu.

Grupta yapılan uzun görüşmeler sonunda, Cumhuriyet'in ilanı kabul edildi. Parti Grubu'ndan sonra Meclis de toplanarak, hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında gece saat 20.30'da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.'lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu önemli değişiklikler, 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün TBMM Cumhurbaşkanlığı seçimini yaparak, Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.

* YAŞASIN CUMHURİYET!!

Gölköy adında bir yer varmış Gelibolu'da. Televizyonda gösterdiler geçen gün. Gelenek edinmiş köy halkı; "Ben kendimi bildim bileli bu böyledir" diyor muhtar. 29 Ekim'de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını... Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi...

Kirvesi tutmuş kolundan,

Yatırdılar bir kamp yatağına,

Ardından sünnetçi olacak zat boy gösterdi

Elinde bıçağıyla,

Çocuk kaldırdı başını, bağırdı:

"Yaşasın Cumhuriyet!" diye

Bunun üzerine de ekran karardı..

Korkarım bu, sade Gölköylülerin değil, hepimizin,

Sade küçüklerimizin değil, büyüklerimizin de

Düştüğü bir tarihsel yanılgı,

Çünkü sünnet değil, farzdır Cumhuriyet...

Can YÜCEL"

* Şiirdeki, “korkarım… diye başlayıp, …. sünnet değil, farzdır Cumhuriyet...” diye vurgulanan mana özü, sıkı bir uyarı içeriyor olsa da Gölköylüler ve tüm milletin vahim bir yanılgısı sayılınca bana haksız bir kinaye göründü. Oysa, Cumhuriyet Bayramı’nda sünnet olan çocuğun, tam da sünnet sırasında “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırmasında farzı bozan hiçbir sakınca yoktur.

Ben bunu, Cumhuriyet övüncüyle çocuğa kazandırılmak istenen bir özgüven ve cesaret olarak değerlendiriyorum. Ancak buradaki 'sünneti' sünnetten sayılan bir ibadet biçimi sayarak, “Hayır, sünnet değil, farzdır!” dendiğinde, biraz zorlama bir yakıştırma oluyor… Çünkü ben, dinsel gelenekten gelen sünnet töreninin yöre halkı tarafından Cumhuriyet kutlamasını küçümsemek için aynı güne alındığı kanısında değilim. Aksine, Cumhuriyet’e verdikleri yüksek değerin bir ifadesi olarak görüyorum. Erkek çocuğun sünnet gibi unutamayacağı bir anısında “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmasını sağlayarak, sözel ve görsel simgelerle bilincine sezgisel bir tanı kodlaması yerleştirilmektedir.

Ayrıca bu insanlar “Cumhuriyet'i” sünnet sanaydılar, aralarından bazıları Cumhuriyet'in kızlar için neden sünnet olmadığını merak etmezler miydi??!!! Ya da, "Cumhuriyet, erkekler için sünnetken kızlar için farz mı ola?" diye merak eden çıkmaz mıydı? Onlar, Cumhuriyet ile sünnet geleneği arasındaki farkı elbette biliyorlar. Sadece, sünnet ettirdikleri çocuklarını Cumhuriyet'e bağlamak istemişlerdir. Bu da güzel ve takdir edilmesi gereken şiirsel bir davranıştır.

*Ben burada şiire sözde felsefi bir küpe takmak adına düzülen dizelerde Gölköylülere haksızlık edildiğini düşündüğüm için itiraz ettim. Yoksa, şairin “Sünnet değil, farzdır Cumhuriyet!” deyişine gönlümün ve aklımın bütün canlarıyla katılırım. Hatta, “Sadece Cumhuriyet yetmez; anca Laik Demokratik Cumhuriyet farz olur! diyorum...

(Muharrem Soyek)



2 Ekim 2020 Cuma

İÇREK ÇIKRIKLARIM Şiir Kitabı

 


Yeni çıktı. İçrek Çıkrıklarım adlı şiir kitabım.

Arzu edene hediye etmek isterim. İsteyen olursa kargo adresini E-Posta aracılığyla bildirebilir. Ödemesiz göndereceğim.

Benim E-Posta adresim: mamidacka@gmail.com

sevgiler,

20 Mart 2020 Cuma

Bağış Sadaka Zekât Yardım

Bağış, sadaka, zekât ve yardım işlerini öyle derinlemesine tarihsel, toplumsal, dini ve felsefi düzeyde merak edip irdelemiş değilim. Gene de kendi bilincimdeki kavramsal algıları paylaşmak istedim. Aslında bunların hepsi kendi özelindeki koşullarla farklılaşmakta. Bağış yapmak genelde kurumsal yardım örgütlerine maddi yardım işidir. Gene de bazı özel durumlarda kişiden kişiye mülkiyet geçişleri de bağışla yapılmaktadır.

Sadaka, düşkün gördüğün herkese gönlünden ne koparsa odur; hatta hayvan ve bitkilere yaptığın yardım bile sadakadır. Sadakanın özelliği bireysel sunu oluşudur; kurumlara sadaka verilmez. Zekâtsa ibadettir. Kendine yeter olan malından ve parandan kırkta bir kesip senden daha yoksul olana aktarma işidir. Gene de herkesin kendi varsıllığına görece yoksul bildiğine vermesi durumunda, zekât çarçur olabilir diye düşünürüm. Ben devlet onaylı hayır kurumlarına vermeyi yeğlerim. 

Bağış, sadaka ve zekât kesin biçimde maddi paylaşım işidir. Yardımsa hem maddi hem manevi paylaşımla olabiliyor. Hayırlı bir işi açık övgüyle desteklemek bile yardımdır. Akıl vermek de yardımdır amma genelde ‘Akıl bende de var, sen paradan haber ver!’ denilerek geri çevrilir. Bize bir çıkar getirmediği hâlde birinin işini kolaylaştırmak, yaptığı işin bir ucundan tutmak da yardımdır. Maddi bir karşılık beklemeden verilen her şey yardım sayılır. Kâr gözetmeden belli bir süreliğine ödünç verilen maddi şeyler de yardımdır.

Bağış ve yardım yapmanın felsefesi bende basittir. Tek başıma dünya nimetlerinin tadını çıkarıp öylece doğduğum gibi ölebilirim amma tek başıma insanca yaşayıp ölemem… Bağış ve yardım işleri anca benlik dışı bir amaca hizmet aşkıyla, yani insanın kendinden ötesine gönüllü fayda eylemidir. Eğer ölümünden öncesi ve sonrası dünyayı daha bir güzel yaşanır etmeyi ya da ahret hesabını umursamayan birisi, (bağış, sadaka, zekât ve yardım) yapıyorsa; büyük olasılıkla toplumun gözünü perdeleyerek daha büyük bir dünyalık için yatırım yapmaktadır…

Sadaka da zor iştir. Kimin sadakalık olduğunu bilmek zordur. Sırf ‘Allah rızası için!’ diyerek dileniyor diye dilenciye verilen şeyin gerçekten sadaka olduğunu kim bilebilir? Belki de yaramaz bir örgüt elemanıdır da bu yolla para toplanıyordur. Belki de oldukça zengindir bile. Kurumsal bağış ve bilinçli yardım işi bana en uygunu gelir. Yardım işinde, elimdeki fazladan ne çıkarsa muhtaç bildiğimden esirgemem.

Bağış olayı en toplumsal yardımlaşma yöntemidir bence. Hele de bu devirde. Cep telefonu kontöründen bile bağış yapılabilmekte. Anlayacağınız, bu bağış ve yardım işi gelir yüksekliği koşuluna bağlı işler değildir. Gönül yüksekliğine bağlıdır. Dünyayı ve insan uygarlığının geleceğini umutlandırmaktan keyif alma işidir. Bağış da kolay, yardım da kolay; gene de yapmamız gereken çok önemli bir şey var ki, şu soruları yanıtlamış olmalıyız: (Nereye ve kime yardım? Nereye ve kime zekât? Nereye ve kime bağış?) sorularına vicdanımızı ve yaşam felsefemizi aldatmayacak yanıtı vermiş olmalıyız. M. Soyek


16 Kasım 2019 Cumartesi

Anlatamıyorum

How to Tell?

Would you hear my voice, if I cry
In my verses;
Could you touch my tears
With your fingers?

Never knew songs could be so beautiful
And words so feeble to make the heart feel
Before I have fallen into this misery.

I know there's a place
Where you can say all you wish
So close I am, almost to be seen
But I have no word to mention the reflection...

Orhan Veli Kanık (Translated from Turkish by Muharrem Soyek)
*
Anlatamıyorum

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum. (Orhan Veli Kanık)
*


29 Eylül 2019 Pazar

Millet Bölünürse Ufalanır Yok Olur

* “Veren el alan elden üstündür” derler. Ancak, eli açıklıkta dengeyi kaçıran eller çok zaman boş ceplerde avare dolaşmak zorunda kalabilirler. Bence de titremeden veren ellerle paylaşmak biriktirmekten hayırlıdır. Gene de hep hatırlamalıyız; temel ihtiyaçları karşılamadaki olası yoksunluk sıkıntısının onur kırıcı karşılanışlarını def edecek birikimi yapma niyetiyle tutumlu olmak asla cimrilikten değil, aklın sağduyulu öngörüsündendir. Belki de en doğrusu “Paylaşan el sakınan elden üstündür” demek gerekiyor.

TDK sözlüğünde “bölüşmek”, “paylaşmak, üleşmek” olarak; “paylaşmak” da “bölüşmek” diye tarif ediliyor.

Bölüşmek, paylaşmak kadar iyi bir şey değildir. Çünkü bölüşmek ayrışım ve sınır çekmeyi de getirir. Bence en bereketli olanı parça mülkiyeti vermeden bütünü kullanımda adil paylaşımdır. İhtiyaç durumunu ve bütünün varlık nedenseli olan emek değerini ölçü almak paylaşım hakkı adaletinin ana ilkesi yapılmalıdır. Paylaşım anlayışı, gereğinde payların da paylaşılması ilkesini benimser olmalıdır.

“Bölünürsek yok oluruz/ Bölüşürsek tok oluruz” Yunus Emre

Paylaşmak yerine bölüşmek demiş olsa da tam benim anladığımdır. Yunus Emre’nin “bölünmek” ile uyak tutturmak için “bölüşmek” sözcüğünü yeğlediğini düşünüyorum; buradaki anlamı paylaşmaktır bence. Evet, bölüşmeyi paylaşım olarak algılayınca mana cuk oturuyor. Birleşik emek gücüyle elde edilen nimetleri paylaşmaktan söz ediyor.

Ancak, bugünkü gözlemlerime uyarlı olarak halk içindeki olası algı kaymasına dikkat çekmek isterim. Hayatın nesnel gerçekliğinde insanlar bölüşmeyi hukuk gereği bir hak görüyorlar. Mirasçıların mal bölüşümü gibi. Örneğin; babadan kalan mirasla bir konak bölüşüldüğünde oda oda sahiplenilir ve herkes kendi bölümünde konaklar; gene herkes sadece kendi bölümünün bakımından sorumlu olur. Bence bölüşülmüş konak daha erken yıkılır. Bahçe bile parsellenir de herkes kendi ağacının gölgesinde oturmayı yeğler.

Eğer bölüşmeyip de paylaşmış olsalardı, mirasçılar ve hatta onların akrabaları rahatsız etmeyen her hâlleriyle o konağın her bölümünden faydalanabilir olurlardı. Mutfak, sofa ve bahçe nöbetleşe değil de birlikte kullanımda kalır; hatta misafirler ortak külfetle ağırlanırdı. Her bölüme ayrı bir mutfak ve hatta banyo tuvalet yapmaya gerek kalmazdı. Bakımı da doğal olarak emek ve para paylaşımıyla daha bütünsel yapılacağından konağın ömrü artar. Paylaşmak bölüşmekten iyidir…

Paylaşım, bana ortaklaşa bir yaşam biçimini çağrıştırırken, bölüşümse özel mülkiyet sınırlarıyla bölümlü bir yaşam biçimini çağrıştırıyor. Tabi ki ben meseleye sofradaki ekmeğin bölüşümünden öteye geçen bir algıyla yaklaştığımdan öyle görüyor olabilirim. Hani ekmeği bölerken çok da kime ne kadar gittiğine özenmeyiz ya! Eh, bölüşmek de sadece ekmek için kullanılır bir sözcük değil hani.

Aradaki mana inceliğini kavramaya yardımcı güzel bir örnek buldum:

“İçtikleri su ayrı gitmez, her derdini onunla paylaşırdı.” H. Topuz.

Şimdi burada, “paylaşırdı” yerine “bölüşürdü” sözcüğünü koyup okuyunca manada duygusal bir eksilme seziyorum. Dertler, acılar, sevinçler gibi soyut gerçekliklerin bölüşülmesi çok da olası görünmüyor; çünkü gönül doyumunun kantarı herkesin kendine özel duyumuyla ölçülür. Kişi, dostunun derdini ve sevincini tam olarak, hatta daha da ileri giderek fazlasıyla bile paylaşabilir; gönlünün çekeri kadar. Fakat hiçbir şey tam birimiyle bölüştürülemez. Paylaşımsa nesnel bir gerçeklik arz ettiği kadar, ölçeksiz bir duygusal birlik hissi de veriyor. Bölüşüm sözcüğü bende duygusal tokluk hissi uyandırmakta yetersiz kalıyor.

Yukarıdaki zihniyetimle bakınca diyorum ki; vatan miras malı değildir milletin yuvasıdır; bölüşülmez, sadece paylaşılır. Vatanın nimetleri de bölüşüldükçe küçülür, paylaşıldıkça çoğalır. Millet, bölüşürse ufalanır yok olur; millet, paylaşırsa dirileşir tok olur. Muharrem Soyek
***

27 Eylül 2019 Cuma

İhtiyar Taşçı

“Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kaya yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır, ‘keşke güneş olsaydım’ diye…
‘Ol’ der Tanrı, güneş oluverir ihtiyar taşçı. Fakat bir bulut gelir önüne, hükmü kalmaz güneşin. Bulut olmak ister bu kez… ‘Ol’ der Tanrı ve bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister; ona da ‘Ol’ der Tanrı ve rüzgâr olur bizim taşçı. Rüzgâr olup her yere egemen olur, fırtına olur kasırga olur; her şey rüzgârın karşısında eğilir. Tam keyfi gelmişken koca bir kayaya çatar. Bir o yönden bir bu yönden eser çarpar da ‘bana mısın’ demez kaya!

Kaya en güçlü olandı; ihtiyar taşçı bu kez kaya olmayı diler. Tanrı kaya olmasına da izin verir. Tüm heybeti ve gücüyle tam dünyalara diklenecekken sırtında bir acıyla içi sızlar kayanın... İhtiyar bir taşçı kayayı yontmaktadır…” NIETZSCHE
*
İhtiyar taşçı için bundan sonrası, Tanrı’nın yerine geçmeyi dilemek kalmıştı. Ancak Tanrı bu dileği yerine getirecek kadar zalim değildi. Tanrı olmak, hayatın tüm acılarını yüklenmekti. Geriye kalan en iyi seçenek gene ihtiyar taşçı olmayı dilemekti. Artık taştan çıkarılan nimete şükürle huzur zamanıydı… Ne olsa da huzur vermez her neyse olan kendimizden başka... * M. Soyek


1 Eylül 2019 Pazar

Taştaki Mana

* Yaşadığım hayatın tanrısal bir sınav olduğu kanısında değilim. Çünkü Tanrı bu denli adaletsiz olamaz. Neden sınavın soruları ve giriş çıkış koşulları bir değil? Bilincimi sorgularken vardığım bir hayat olgusu: Tanrı bizi sınamıyor. O, bize yüklediği aklın düşünebilir olmasını sağladıktan sonra, ‘insan olun ve hayata insanlıktan bir hediye bırakıncaya kadar cennet size haramdır’ diyerek veda etmiştir. Bence, tuzu kuru insanlar adaletsiz uygarlıklarını kutsamak için ‘Dünya Tanrı'nın sınav yeridir!’ mavalıyla mağdurlarını sindirme ve avutma hinliği yapmaktadırlar.

Tanrı varlığını kabul ettiğimde Tanrı'nın kıyamete kadar bizi yalnız bıraktığına birçok belirti de görünür oluyor. En azından artık bir peygamber göndermeyeceğini beyan etmiştir. Ayrıca, Tanrı'nın bize çeki düzen verme gayreti bu zamandan sonra kendi yaratım sanatıyla çelişir olmuştur. Çünkü insan artık bilincinin bilincine ermiştir; yani kaderini kendi aklıyla seçebilir ve yapabilir duruma yükselmiştir. Eğer bu durum Tanrı’nın arzusu değilse şimdiye dek bizi çoktan tepelemiş olmalıydı. Ulaştığımız bilinçsel boyutu Tanrı arzusu sayınca, Tanrı’nın artık ölüme kadar bize veda edip geri çekilmesi de insanı yaratma amacına uygun düşmektedir.

Hani derler ya, “Sen yeter ki dua ile iste, tüm evren yanında olacaktır.” Bu da vanası boşalmış iyimserlik gazı gibi gelir bana. En güçlü duayla iyi bir değişim istesem de evrensel ya da bazılarının tanrısal saydığı güçlerin beni desteklemeyi umursayacağı kanısında hiç değilim. Evrensel ya da tanrısal hayat bizi iplemeden kendi yazgısını dokumaya bakar… Asıl olan, duanın içerdiği niyete uygun tasarım emeğidir.

Bir gerçeğim var ki ne yapsam inkâr edemedim: Kendimdeki değişimin ve kendimi değiştirmenin bilincinde olmadan insan olamayacağım. Tabi ki hayat benim kendimi bilmezliğime rağmen değişecektir; ancak, kendimi insanlık hayatına bilinçli bir hediye gibi değiştirinceye kadar, bana rağmen değişen hayata yabancı kalışım ruhumun cehennem azabı olacaktır.

Kendimi değiştirmede zorlandığım sorun, insanlık yolunda taş yanına taş koymak değil elbette; bilmek gerek; hangi taş nereye konacak. Öyle ki, hiçbir taş insanlığı yüceltecek adımlara dolaşmasın. Bunun için de esas olan değişimden önce insanın kendini bilir olmasıdır. Çünkü “taştaki mana” insanın kendi yüküdür… Sadece kendini bilmiş insan, Tanrı’nın (yani değişimsel yaradılışın) insanlık yükünü taşıyabilir.

Değişimsel yaradılışın çeşitlilikte sonu belirsizdir. İnsan bilincinin bu değişimsel yaradılış doğasına karşılık tasarladığı uygarlıksa daha çok mülkiyette üst sınır tanımayan tutucu kalıcılığa iltifat ediyor. Şimdiki insan bilincinin çözmesi gereken uygarlık sorunu da gene kendi mülkiyet tıynetinden kaynaklıdır. İşte bu kendinden değişimli doğal yaradılışa yıpratıcı ve yok edici mülkiyet uygarlığı sorununu anca kendini bilmiş bilinçlerin örgütlü iş birliği giderebilir. Muharrem Soyek
***