Nutuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nutuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2020 Salı

10 Kasım Atatürk'ü Anma

  

“Bugün O’na yaraşır ne oldum? ” sorusunu kendimize sormalıyız; Atatürk’ün insanlığı yükselten öğretisini düne, yarına ve tüm günlere yaymalıyız. Anıtkabir bir Atatürk’ü öğrenme merkezi olmalıdır. O’na ait her şeye; onunla ilgili arşiv bilgilerine ve tüm güncel yazılı ve görsel yayınlara erişimi sağlayan halka açık bir müze olmalıdır. Atatürk her şeyiyle Anıtkabir’de milletine başöğretmen olarak hizmet etmeye devam etmelidir.

Irkçı böbürlenmeyle, “Ne mutlu Türk olana!” demeyelim. T. C. yurttaşlık gururuyla, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek Atatürk’ü sonsuz çakımlı bir fener gibi insanlık övüncü tutalım.

Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı Nutuk’un taslak metinlerinde üzeri çizili bir cümle okudum. Bu bana çok dokunaklı geldi. Atatürk yazmıştır ki:

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

İşte, bu bölümün altına geçtiği bir cümlenin üstünü çizmiştir: "Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız..."

Belki de bir veda nutku sanılmasından çekindiği için, belki de bambaşka bir özel duyguyla bu cümleyi karaladı. Belki de hayal ettiği gelecekte hatırlanmayı hüzünlü buldu. Ne olduysa olmuş, ben bunu Atatürk’ün en duygusal vasiyeti olarak hissettim.

Seni hatırlamakla kalmayacağım; senin aydın hedeflerine gittikçe daha sağlamlaşan “Atatürk” bilinçlerimle yürüyeceğim. Seninle gurur duymayı hak etmek için sana yaraşır olmayı öğreneceğim.  Türkiye ve evrensel insanlığın hizmetinde çağdaş medeniyete katkı sunabileceğim düzeyde seni öğrenip anlamayı kendime görev edineceğim. Dinin, inancın ve özel yaşamındaki örneklemeler beni ilgilendirmiyor. Ben senin düşüncelerini ve düşündürmek istediklerini anlamak istiyorum.

Ata'yı konuşmak, anlamak ve hatta eleştirmek aslında Ata'nın bizden beklediği bir davranıştır. Her şey kendi zamanı içinde kavranıp anlaşılabilmeli ve sonra da bizim kendi zamanımız için yorumlanıp eleştirilebilmeli.

Hiçbir Amerikalı, George Washington köle sahibiydi diye, onun ulusal kahramanları oluşundan utanmaz; ancak, George Washington köle sahibiydi diye köleliği savunmaya da kalkışmaz.

Ata'm diyeceğini demiş aslında; bize onu anlamak kalmış: "Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, ilim ve akıldır." * "nass-ı katı": (kesin hüküm, inak, emir, dogma, kutsanmış değişmezlik)

Atatürk haddini bilen bir dehadır. Çünkü, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!" demiş. Sanırım bu yüzden zaman üstü bir önderlik vasfıyla hâlâ etkin olmaktadır. (*mürşit; yol gösterici)

*

27 Kasım 1978 tarihli UNESCO'nun (Birleşmiş Milletler, Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) Genel Kurul kararına uygun olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yılı bütün dünyada "Atatürk Yılı" olarak kutlandı. O güne kadar dünyada başka hiçbir lider için gerçekleştirilmeyen böyle bir program Mustafa Kemal Atatürk için yapıldı. 1981'den beri de bir başka lider için henüz yapılmadı.  

"Atatürk kimdir?" sorusuna UNESCO’nun 152 ülkesinin oybirliği ile verilen yanıt şöyledir: 

"Atatürk is: An outstanding person who devoted himself for the development of international understanding cooperation and peace a revolutionist who realized extraordinary reforms the first Leader who fought against imperialism and colonialism. A unique Statesman respectful to human rights pioneer of worldwide peace who never discriminated people according to their color religion or race through out his life founder of Turkish Republic" 

“Atatürk, uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda üstün çaba göstermiş; ülkesinde olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş; sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder; insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen insanlık örneği devlet adamı; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

Cumhuriyet'in 15. kutlama şenliklerine katılamadı. Dolmabahçe'ye denizden yanaşan gençler İstiklâl ve 10. Yıl Marşlarını söylerken yanındakilerin huzurunda ilk kez gözyaşı döktü. Gençlere el sallarken, güvenli ellere emanet ettiği Cumhuriyet'e sanki veda ediyordu . Derler ki, geri dönülmez komaya girerken "Aleykümselam" olmuş son sözü; belki de cennet O'nu selamlayarak karşılamıştı, kim bilir!

1938 yılı 10 Kasım günü sabah saat dokuzu sadece beş geçebilmiş. Ölümün en muhteşem konuğu Mustafa Kemal Atatürk Tanrı’nın ölümsüzlük rahmetiyle cenneti onurlandırmıştır. Bu, Allah’ın adaletine güvenen benim iman sözümdür. Emperyalizmin sömürgeci politikalarına karşı özgür bir insan uygarlığı hayaliyle ön saflarda savaşarak Türkiye Cumhuriyeti'nin önder kurucusu olmuş bu aziz insana açılmayan bir cennet ne ıssız bir eziyettir... Atatürk’e minnetle saygı duymayan Türkiyeli Müslüman'ın Allah sevgisine asla güvenemem.

10 Kasım milletin ağladığı gündü. Belki de bir kısım Türkiyeli ve epeyce bir Dünyalı hâlâ seviniyor olabilir de hani. Hiç önemli değil; çünkü özgür bir ruhun kanadında bitimsiz maviye yükselen tarihin mührüdür 10 Kasım… Irkdaş değil, yurttaş olarak; Atatürk'ün özgürlük ruhunu şad eden her TC vatandaşını gururlandıran bilinç günüdür 10 Kasım…

Atatürk gerçeği, kişisel hiçbir kimlik özelliğiyle karartılamayacak kadar aydınlık bir değerdir. Yani Atatürk, Safiye Hanım’ın değil de Hamiyet Hanım’ın şarkılarını daha çok beğenseydi; çocukluğunda karga kovalamamış, piyano çalmış olsaydı; yahut fasulye ve pilavı değil de pırasa ve baklavayı daha çok sevseydi; şapka giyip rakı içmeseydi de, gülyağı sürüp hacı olsaydı bile, biz Atatürk’ü gene de minnet ve sevgiyle anmaktan gurur duyardık. O’nu Mustafa Kemal ATATÜRK duyumuyla evrensel uygarlık kıvancına yüceltmeye karşın; gerçekte çoktan toprak olmuş etten ve kemikten bir Mustafa Kemal oluşunun hatırlatılması da bu gururlu minnet duyumunu yok edemez. Aksine, “sadece Mustafa’yı” da tanımış olmak bize öğretir ki, herkes bir Mustafa olabilir. Ancak, kim becerebilir bir Atatürk olmayı? Atatürk öğrenilebilir; fakat Atatürk olunabilir mi? İşte çocuklarımıza bu yüzden Yüce Atatürk ile birlikte insan olmanın sıradan hâlleri Mustafa'yı da göstermeliyiz. Çocuklarımız, Atatürk'ün insanüstü bir mucize olmadığını bilerek büyümeli. Bilmeli ki Atatürk olamasa da her çocuk bir Mustafa Kemal olma adayıdır. Çocuk bu adaylığa talip olmaktan korkmasın ki, Mustafa'yı Atatürk yapan yaşamsal ve düşünsel ilkeleri zamanın bilgisiyle güncelleyip kendine hayat yolu yapmayı mutluluk nedeni sayabilsin.

Bugün Ata’yı anarken asıl yapılması gereken: Mavi gözlü, şimşek bakışlı, altın saçlı gibi biçimlik iltifatlarla O'nun ölümlü bedenini yüceltmekten daha ileri olanı göstermektir. Barışçıl ve özgür yaşamın, toplumsal ilerleme ilkelerinin, insani amaçların başvuru kaynağı olarak Atatürk’ü geleceğe armağan eden eserlerin kolay ulaşılabilir sunumlarla sergilenmesidir. Bizi TC kurucusu, özgürlük savaşçısı, aklın yolunda bilgiyle yürüyen insan olan Atatürk gerçekliğine götürecek anma törenleri yapmalıyız. Atatürk yolu asla dogmatik bir ideoloji değildir. Atatürk'ün devrimsel tasarımlarını insana hizmeti amaçlayan en ileri uygarlık unsurlarıyla güncelleyebilen her zihniyet O'nun ruhunu şad eder.

Biz her On Kasım ve 19 Mayıs’larda Atatürk anıtlarına O’nun yüceliğiyle böbürlenişlerimizi sunan törenler düzenleyerek O’na biraz daha yaklaşmadık; O’nu daha derinden anlamış olmadık. Esas olan bizim görkemli törenlerde Atatürk ile böbürlenmemiz değildir; esas olan Atatürk bizimle böbürlenir miydi, onu bilebilmektir. 10 Kasım’da hepimize düşen görev geriye dönüp bir bakmak ve dürüst ve içten olarak çağdaş medeniyet yolunda nerede bulunduğumuzu görebilmektir. Her yıl 10 Kasım geldiğinde, başı çeken ülkelere en az bir adım daha yaklaşmış isek sorun yoktur. Atatürk’ü gururla anabiliriz. Ne diyor Atatürk? "Türk; güven, çalış, övün!"... Ve elbette çağdaş uygarlığın insanı para gücüne kul eden kusurlarını da def ederek ilerlemişsek anca kendimizle övünmeyi hak ederiz.

Muharrem Soyek (09 Kasım 2008)



29 Ekim 2020 Perşembe

YAŞASIN CUMHURİYET

 Yıl 1922… Ülkenin yıkılmadık, yanmadık, kana bulanmadık, küle dönmedik yeri kalmamış…

Yıl 1923… Ülkede 10 milyon kadar savaş artığı insan yaşamakta; hastalıklı ve yoksul; yüzde doksan beşi okumasız yazmasız. Kadınlarda okuma yazma oranı sadece binde dört... Fabrikan yok, işçin yok, patronun yok, mühendisin, doktorun, tüccarın, öğretmenin, mimarın, sanatçın yok; yolun yok, barajın yok, evinde suyun yok; üniversiten yok, bankan yok; dış ticaretin yok… Yok oğlu yok! 40 bin köyün 37 bininde ne yol ne okul var... Gel de şaşma!; Cumhuriyet ve demokrasinin bu ortamda yerleşip köklenme arzusundaki inancın gücüne... Şaşmasına şaşıyorum ama bir yandan da yere göğe sığmayan muazzam bir kıvanca bürünüyor ruhum. CUMHURİYET BAYRAMI HEPİMİZE KUTLU OLSUN!

1923 yılında tüm ülkede bin kadar tıp doktoru vardı ve içlerinde bir tane bile diş hekimi yoktu. Fakülte ve yüksekokul sayısı sadece 9; öğretim üyesi 307, öğrenci ise 2.914 ... Elektrik üretimi 1923'te sadece 33 MW kurulu güç iken bugün 100 bin MW kurulu gücü aştı (2023)(megawat = 1000 kilowat) ... 1965 yılındaki ihracatımız bile sadece 500 milyon dolardı...

“Cumhuriyet’in kuruluşu 101 pare top atışıyla duyuruldu ve milletçe kutlandı” dediğimiz günlerde bile bazı gazeteler bu muhteşem olayı küçümseyen yorumlar yayınlamıştır. Bugün de Cumhuriyet karşıtı fikirler demokrasinin düşünce özgürlüğü hoşgörüsüyle karşımıza çıkarılmaktadır. Ancak artık çok geçtir; Cumhuriyet, takmış koluna özgürlükçü laik demokrasiyi geleceği de mutlandırmaya ilerlemektedir. Yavaş olsa da kararlı adımlarla ilerlemektedir...

“Millet meclisinde bir büyü yapıldı, bundan böyle her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi gelecek değildir. Eğer ilan edilen Cumhuriyet'in ileri gelenleri ve Cumhuriyetçiler bunu yapabileceklerse, biz de kendilerine cumhuriyetiniz kutlu olsun deriz...” (Böyle umutsuzlar, Cumhuriyet'in fos çıkacağını sananlar da vardı işte. Aslında kinayenin özünde gerçekçi bir uyarı da yatmaktaydı; gene de Cumhuriyetin ilan gününde edilen böyle bir söze uyarıdan çok küçümseme iması yükledi benim bilincim.)

O günlerin gençleri ve aydınları bu sözlere kulak asıp Cumhuriyeti kollama ve geliştirme çabalarında asla yılgınlığa düşmediler.... Sevgili Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz bu Cumhuriyet, muhteşem bir olaydır. Özellikle gençler, şimdiki modernite telaşına kapılıp da tarihimizin bu en muhteşem olayını bilinçli bir onur ve gururla yaşama mutluluğundan kendinizi mahrum etmeyin. Ve elbette biliriz ki Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve bayram yapmakla yüceltilemez...

Kısa zamanda az iş başarmadık; bundan sonrasının sorumluluğu herkesten çok siz gençlere aittir; bu yüzden Cumhuriyet Bayramı en çok da gençlerin bir özgüven bayramı yapılmalıdır. Genç dediysek, herkes geleceğin hayaline sarıldığı kadar anca gençtir... 

Gençlerden tez cevap geldi bana: “Biz Gençler, tarihimizin bu en muhteşem olayını bilinçli bir onur ve gururla kutlama kıvancındayız. Siz büyüklerimiz, kısa zamanda çok iş başardınız; şimdi ve bundan sonra sorumluluğun çoğunun biz gençlere ait olacağının bilincindeyiz. Hatta siz büyüklerin kusurlarını da hoşgörüyle düzeltmemiz gerekeceğini biliriz. Bunun için yeterli hayal gücü, sabır ve cesareti damarlarımızda akan tarihsel bilinçten almaktayız. Sürdürülebilir mutlu bir yaşam, Cumhuriyet'i özgürlükçü demokrasi bilinciyle omuzlayıp taşımakla anca olasıdır. "Ah bir genç olsam!" diye hayıflanan sevgili büyükler, siz biraz dinlenin. Laik Demokratik Cumhuriyet emin ellerdedir…"

* Ve Atatürk'ün dediği gibi... “Gençler ! Cesaretimizi artıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil ! .. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltip yaşatacak olan sizsiniz..."

"…………. Bu konuşmamla (NUTUK ile), var olma tarihi sona ermiş sanılan büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı, millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen millî felâketlerden alınabilen derslerin ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu bedelin sonucunu Türk Gençliği’ne emanet ediyorum..."

“Türk Milleti’nin karakter ve törelerine en uygun olan yönetim, CUMHURİYET yönetimidir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

* CUMHURİYET'İN İLANI

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de aldığı tarihi kararında saltanata son vermiştir; ancak, Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir. Bu tarihi kararın da açık bir öncüsü olan 1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime ilk adım zaten atılmıştı...

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vermiş ve yeni kurulan Meclis, Lozan'da elde edilen antlaşmayı onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması'nın kabulü ve 6 Ekim 1923'te Türk Ordusunun İstanbul'a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23 Nisan 1920'den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da bir zorunluluk haline gelmiştir.

25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı Büyük Millet Meclisi'nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabinenin kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde verdiği yemek sırasında arkadaşlarına; "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" diyerek görüşünü açıklamıştır. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusu tartışıldı. Sorun gene çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyet'in ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu.

Grupta yapılan uzun görüşmeler sonunda, Cumhuriyet'in ilanı kabul edildi. Parti Grubu'ndan sonra Meclis de toplanarak, hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında gece saat 20.30'da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.'lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu önemli değişiklikler, 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün TBMM Cumhurbaşkanlığı seçimini yaparak, Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.

* YAŞASIN CUMHURİYET!!

Gölköy adında bir yer varmış Gelibolu'da. Televizyonda gösterdiler geçen gün. Gelenek edinmiş köy halkı; "Ben kendimi bildim bileli bu böyledir" diyor muhtar. 29 Ekim'de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını... Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi...

Kirvesi tutmuş kolundan,

Yatırdılar bir kamp yatağına,

Ardından sünnetçi olacak zat boy gösterdi

Elinde bıçağıyla,

Çocuk kaldırdı başını, bağırdı:

"Yaşasın Cumhuriyet!" diye

Bunun üzerine de ekran karardı..

Korkarım bu, sade Gölköylülerin değil, hepimizin,

Sade küçüklerimizin değil, büyüklerimizin de

Düştüğü bir tarihsel yanılgı,

Çünkü sünnet değil, farzdır Cumhuriyet...

Can YÜCEL"

* Şiirdeki, “korkarım… diye başlayıp, …. sünnet değil, farzdır Cumhuriyet...” diye vurgulanan mana özü, sıkı bir uyarı içeriyor olsa da Gölköylüler ve tüm milletin vahim bir yanılgısı sayılınca bana haksız bir kinaye göründü. Oysa, Cumhuriyet Bayramı’nda sünnet olan çocuğun, tam da sünnet sırasında “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırmasında farzı bozan hiçbir sakınca yoktur.

Ben bunu, Cumhuriyet övüncüyle çocuğa kazandırılmak istenen bir özgüven ve cesaret olarak değerlendiriyorum. Ancak buradaki 'sünneti' sünnetten sayılan bir ibadet biçimi sayarak, “Hayır, sünnet değil, farzdır!” dendiğinde, biraz zorlama bir yakıştırma oluyor… Çünkü ben, dinsel gelenekten gelen sünnet töreninin yöre halkı tarafından Cumhuriyet kutlamasını küçümsemek için aynı güne alındığı kanısında değilim. Aksine, Cumhuriyet’e verdikleri yüksek değerin bir ifadesi olarak görüyorum. Erkek çocuğun sünnet gibi unutamayacağı bir anısında “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmasını sağlayarak, sözel ve görsel simgelerle bilincine sezgisel bir tanı kodlaması yerleştirilmektedir.

Ayrıca bu insanlar “Cumhuriyet'i” sünnet sanaydılar, aralarından bazıları Cumhuriyet'in kızlar için neden sünnet olmadığını merak etmezler miydi??!!! Ya da, "Cumhuriyet, erkekler için sünnetken kızlar için farz mı ola?" diye merak eden çıkmaz mıydı? Onlar, Cumhuriyet ile sünnet geleneği arasındaki farkı elbette biliyorlar. Sadece, sünnet ettirdikleri çocuklarını Cumhuriyet'e bağlamak istemişlerdir. Bu da güzel ve takdir edilmesi gereken şiirsel bir davranıştır.

*Ben burada şiire sözde felsefi bir küpe takmak adına düzülen dizelerde Gölköylülere haksızlık edildiğini düşündüğüm için itiraz ettim. Yoksa, şairin “Sünnet değil, farzdır Cumhuriyet!” deyişine gönlümün ve aklımın bütün canlarıyla katılırım. Hatta, “Sadece Cumhuriyet yetmez; anca Laik Demokratik Cumhuriyet farz olur! diyorum...

(Muharrem Soyek)