7 Ocak 2019 Pazartesi

Önyargı masumdur



“Önyargı değildir düşünmeyi yanıltan; önyargıyı son yargı hükmü yapan düşünme niyetidir bozuk olan..." Muharrem Soyek)

* Amerikalı psikolog Gordon Willard Allport diyor ki, “Erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir.” (Erken yargı ile önyargı benim bilincimde farklı bir söz kavramı oluşturmadı. Bence erken yargı kendini yalanlayan yeni bilgiyle yüzleştiğinde değişmiyorsa “önyargı” değil artık son yargı hükmü olmuştur. Önyargı yerine, ön kabul, sayıltı, ön bilgi dense de benim bilincimde düşünme eylemini yanıltan ya da doğrulayan bir kavram oluşmaz; çünkü bilirim ki bunların hepsi ancak düşünme eylemim sonunda gerçeklik hükmü yaparlar.

Önyargıdan kurtulmak için özel çabaya gerek yoktur. Önyargım, düşünme eylemim sonunda edindiğim son-yargımla hükümsüz kaldığında zaten kendiliğinden geçersiz olacağı için durduk yerde ondan kurtulmak için çaba harcama gereği duymam. Zaten sakıncalı olan da önyargının kendisi değil, onu son bilgi sanmaya koşullanmış bilince güvenerek düşünmektir. Muharrem Soyek)

2 Ocak 2019 Çarşamba

Halka Hizmet


“Halka hizmet, Hak’ka hizmet!” değil de “Hak’ka hizmet, halka hizmet!” demek mi gerekiyor?

Mana yapıcı bakış açısı aynı olsa da bakışın odak noktasından dolayı mana eyleminin öncelik hedefi farklılaşıyor. Gene de nereden baksak tek parça. Halka hizmet Hak'kın yaratım övüncü olan insanı yüceltici olmasıyla Hak'ka hizmet sayılır. Hak'ka hizmetse daha geniş bir alanı kapsayarak içinde insanın da bulunduğu varoluş ortamını iyileştirme eylemidir. İnancın iman gerçekliğindeyse Hak'kın insan işi hizmete ihtiyacı olduğu düşünülemez. Bu sadece insanın kendini Hak'ka yakınlaştırma eylemiyle Hak'kın rızasını kazanma işidir. İşte bu Hak rızasını en üst düzeyde kazanma işi halka hizmetle oluşur ki tasavvuf görüsünde Hak rızası için yapılan her şey gibi o da Hak'ka hizmet sayılır. Vurgulanmak istenen şey, Halk'a hizmetin Hak rızasını yüksek derecede alacak bir iş olduğudur. "Hak'ka hizmet halka hizmettir!" deyişi aynı kapıya çıksa da çok daha geniş bir hizmet alanı açarak halka hizmetin Hak rızasındaki öncelikli yerini vurgulamıyor.


Gerçekte kimse doğrudan halka hizmet için var olmaz; herkesin hizmeti aslında kendinedir. Özdeyişin kursağında bu mana saklıdır. İşin aslı, halka hizmet ile Hak nezdinde muteber olmaktır. Halka hizmet sadece halkın örgütlü ve kurumsal demokrasi bilinciyle devletten hak ve hukuk eşitliğinde hizmet almayı kendine hak yapmasıyla olasıdır.

Muharrem Soyek

10 Aralık 2018 Pazartesi

Tevfik Uyar: Astroloji bilim açısından bir tehdittir

Burçlara iltifat zekâyı düşürmez; ancak, zekâdan daha önemli olan aklın düşünme eylemini rezil eder. Muharrem Soyek

2 Aralık 2018 Pazar

Bildiğim Bilmediğimdir


* “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiş Sokrates: 

Hiçbir şey bilmediğinden değil elbet; her bildiği şeyde nice bilinmeyenlerle karşılaştığı için böyle demiştir. Bu özdeyiş, bilimsel felsefenin dokunulmaz yöntem kuralı olmalıdır bence. Kendini tanıma yolunda ilerlemenin ön koşulu önce bildiğini inkâr etmektir. Sana öğretilmiş bilincinle kendini ancak başkalarının sana çaktığı kimlik künyendeki kadarıyla tanıyabilirsin. Bu yüzden, Sokrates’in sözü muazzam bir bilimsel düşünme ilkesidir. Sözün mana özü, ‘Bildiğin hiçbir şeye asla son ve mutlak bilgi inancıyla bağlanma’ diyor. Ben bu özdeyişle tanıştığımdan beri gün gelip de bildiğimin bilemediğim olduğunu görünce hiç şaşırmadım. 

Bildiklerimiz, yeni bildiklerimizin bilinciyle ele alındığında yanlış olabiliyor. “Ne kadar çok bilirsem bilmediklerim daha çok artıyor” demeye de geliyor. İnsan, bildiklerini işlerken önünde açılan bilinmedik bilgi deryasında bildiklerinin “hiçbir şey” kadar azaldığını hissediyor. Biraz felsefe ıkınmasıyla gelse de aynı sözden olumlu bir mana çıkarımı da sezinliyorum: “Bildikçe, çoğalan bilmediklerimi bilmeye daha da yaklaşmış oluyorum” demeye de geliyor. 

Bilincimin iman pusulası yaptığım bu söz bazan kafamı karıştırır. Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğim olabilir mi? Sözün özünü sorguladığımda bildiğim şeyin asla ‘hiçbir şey’ olamayacağını görüyorum. Sadece, bildiklerim bilmediklerimin yanında ‘bir hiç’ kadar önemsiz kalmaktadır. Çok şeyi bilirken bildiğimin her şey kadar çok nice bilinmedik hâlleri olabileceğini de görmüş oluyorum. Yani, Sokrates’in epeyce bir bildiği vardır; ancak bildiklerinin içlerinde bilinmedik nice bilgiler saklı olduğunu sezmesiyle bildiğini de henüz tam bilinmedik varsaymaktadır. Bildiklerinin henüz bilemedikleriyle gerçeklik yapan eytişim (sarmal diyalektik) nedensellerini, salt kendi özlüğünden olma en ilk bilgiden son kıyamet bilgisine varıncaya kadar tümüyle çözümlemiş olmadan, hiçbir şeyi tam bilmiş sayılmayacağından emindir. Görünen o ki her şeyi bilmek de ancak Tanrı’yı tahtından indirip yerine geçmekle olasıdır… 

Burada, “Hiçbir şey bilmeyen bilmediğini bilebilir mi?” sorusu felsefenin mantığını ayıltabilir. Çünkü biliriz ki insan bilinci bilmediklerini sadece bildikleriyle fark edebilir. Yani, gerçekten hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey bilmediğini de bilemez. Zaten sözün ilerisinde Sokrates şöyle diyerek aslında ne çok şey bildiğini de ima etmiştir: “Hiçbir şey bilmediğini anlaman için çok şey öğrenip bilmen gerekiyor.” 

Hayatın kader dümenine asılan insan bilincinin egemenlik gücü, bildiği kadar bilemediğinin de farkında olmasından kaynaklanır. Bu yüzden, eğitimin ana ilkesi öğrenciye bilgiyi ezberletmek değil, düşünüp de bilmediklerini fark ettirecek meraklı bir bilinç edindirmek olmalıdır. 

Sokrates’in bu özdeyişini bilincimize bir kara delik gibi oturtup tüm bildiklerimizi hiçlik çöpünden mi saymalıyız? Elbette hayır! Vurgulanan şey, bildiğimizin hiçbir şey olmasıyla bilginin bilinemezliği değildir. Bilgi öyle çok göreceli doğruluk oluşturabilir ki, insanın hepsini bildiğini iddia edebilmesi için ölümsüz olup kıyamete kadar da yaşamışlığı olması gerekir. Yani, kesin bilinebilir olan ancak ‘hiçbir şeyin ezelden sonsuza kesin ve mutlak olamayacağı’ bilgisidir. Herakleitos’un, ‘Değişimden başka hiçbir şey sonsuz değildir’ sözüne kardeş bu özdeyiş, kesin olan tek doğrunun (hiçbir şeyin mutlak doğruda sabit tutulamayacağı) gerçeği olduğuna vurgu yapıyor. Yanlış anlamış olabilir miyim acaba? Sanmıyorum! Çünkü hâlâ hiçbir şeyi kesin değişmezlikte tutamıyorum… Hâlâ, doğru bildiğim şeyin az sonraya göreli yanlış sayılmayacağından emin değilim…

*Uygarlığın tasarım ve işletiminde, insanlığı yüceltici başarıya ulaştıran bilginin gerçeklik sırrına ermek için, kendini bilmeye eğitimli zekâların azimli ve sabırlı iş birliğinin yerini dünyada hiçbir şey tutamaz…

Muharrem Soyek

8 Kasım 2018 Perşembe

Organ Bağışı


Bireyleri sağlıksız bir toplumun uygarlık düzeyi ne olursa olsun, mutlu yaşam hayali Cennet’e ertelenmiş bir inançtan ibaret kalır. Bu yüzden sözü uzatmadan konuya dalacağım.

Sağlığında aksini istemediyse 21 yaş ve üstü her ölenin organları mirasçılarının izni alınmadan bir başkasına takılabilmeli. Ne de olsa; Tanrı leşleri değil, ruhları sorguya çekiyor. Bence, insanın tıbben beden dokunulmazlığı bedenin canlı oluşundaki irade hükmüyle koşulludur. Ölünün aklı başında iradesi yoktur. Ancak ve ancak kişinin aklı başındaki iradesiyle sunacağı beyanla ölümünden sonra organlarının alınmasına insani engel oluşturulmalı.

Aslında dinsel bakışa göre de diyebilirim ki organlarımız bizim değil Tanrı’nın malıdır. İtiraz bizden değil Tanrı’dan gelmeliydi. Hangi tanrı nimetlerinin iyilik için kullanılmasını istemez ki? Bu gerçek üzere yorumlayınca, ölümden sonra işe yaramaz organımızla Tanrı’nın kullarından birine şifa olunması, nice günahların affına neden olacak büyük sevap olmaz mı? Gene de ahrete organlarıyla birlikte göç etmek isteyen her kimse, 18 yaş üstü herhangi bir zamanda nüfusa uğrayıp kimlik hanesine “organlı gömü” notu düşürtebilir. Mirasçıları razı olsalar bile bu kişilerin organları alınamaz; kişinin yaşarkenki iradi seçimine saygının gereği bu istek mirasçılarını da bağlar. Ancak henüz organlı gömü beyanı yapmamış 18 yaştan büyük 21 yaş altı ve her 18 yaş altı ölülerden mirasçı iradesiyle organ alımı yapılabilir. 18-21 yaş aralığındaki herkese organ bağışı hukukuyla ilgili yılda en az iki kez bilgilendirme mektubu gönderilir. Bilgilenmelerine rağmen, organlı gömü beyanı yapmamış tüm 21 yaş üstü insanlar, öldüklerinde hukuken organ bağışı yapmış irade sayılırlar. Elbette 21 yaşından sonraki herhangi bir yaşında kişi fikrini değiştirip “organlı gömü” seçimi yapabilir.

Kan bağışı da toplumsal bir insani paylaşım görevi yapılmalıdır. 18-60 yaş aralığındaki kan vermek istemediğini beyan etmemiş olan sağlıklı herkesten yılda bir kez ve ihtiyaç hâlindeyse özel davetle aynı yıl ikinci kez kan alınabilmelidir. Kan alımı, davetiye ile yapılmalıdır. Davette, kan vermeye gelemeyenin özür bildirmesi için e-posta ve telefonlar da yer almalıdır. Kan vermek sağlıklı bedene hiçbir zarar vermediği için bence bu işlem kişinin beden dokunulmazlığı ilkesini bozmaz. Tıpkı aşı olmak gibi, kan vermek de toplum sağlığını koruma yöntemidir. Yani, kan vermek bireyin toplumsal varlığının gereği insani hizmet görevi yapılmalıdır. Sağlıklı olduğu hâlde beyanla kan vermek istemediğini bildirenden gerekirse kan vergisi alınmalıdır. Bir gün gelir sentetik kan yaparız da bu tartışma da gereksiz kalır inşallah!

Muharrem Soyek

Adalet

Adalet, kendiliğinden var-oluş eşitsizliğine eşit fırsat ve huzur hakkının mülkiyet onayıdır. İnsan uygarlığını doğal var-oluştan ayrımlayan bir betimlemeyle diyebilirim ki: Adalet doğal evrimin kendini bilmiş bilinç düzeyinin en yüce erdemidir… Muharrem Soyek

İnsanın kendine tutulu kaderi

İnsan kendi dünyasını mahvedebilecek ve aynı zamanda koruyup kollayabilir olan tek canlıdır. Bizi hiçbir din, felsefe ve bilim kurtaramaz; ta ki beynimiz tapınağımız ve ibadetimiz kendini bilmiş bilincin vicdanına secde oluncaya kadar…

30 Eylül 2018 Pazar

Kendini Kandırmaca

                 foto: Bilkan Uçkan


"İnsanın en büyük zaafı kendisini bizzat kendi tarafından kandırabilmesidir. Bu yalan meşrulaştırılır ve zamanla gerçeğe dönüşür." ( Freud )

Bence bu zaaf, bilincin haddini bilecek kadar kendini bilir olmayışından kaynaklanıyor. Genel doğruluk yapan bir insan zaafı sayamam. Eğitim-öğretim ve görenek, bilgilendirmekten öte bilgi yapan düşünmeyi sağlasa ve ayrıca var-oluş başarısı da bilgiyi kullanma ahlâkıyle değerlendirmeye bağlansa insan bilinci kendini kandırma zaafına karşı oldukça güçlendirilmiş olur.

Bana göre insan bilinci iki biçimde haddini bilme olgusu yapar. İlk olarak dış gerçekliğe karşı haddini bilmesi vardır. İkinci olarak da insanın içsel duyum ve algı gerçekliğine, yani bilincin kendinden oluşturduğu kavramların gerçekliğine karşı haddini bilir olması vardır.

İlkindeki haddini bilmişlikte, yani dış gerçekliğe karşı yeteri kadar bilgiyle bilimsel çözümleme yapabilir âlimlikte değilse ileri sürdüğü savların kesin doğruluk iddiasında olmaz. Bilgilenip de bilgiyi sınamadan doğruluk iddiasında olan bilinçse kendini kandırma zaafına tutulmuştur.

İkinci durum haddini bilir olmada bilinç kendi üretimi kavramların doğruluk bilgisini dış yaşam ortamında deneyleyip sınamadan kesin gerçeklik doğrusu saymaz. İkinci durumluk bilincin haddini bilmezliğiyse, yani kendi üretimi bilgi kavramlarını kendi dışında sınamadan kesin gerçeklik doğrusu sayması da bence bilincin haddini iyice aşarak kendini kandırmasıdır.

Bir insan kendini ancak gene kendi bilinciyle kandırabilir. İnsanın kandırılması da dışarıdan sunulan yalanı gerçek sandıran bilinçsel algısıyla oluşur; ancak bu durum kendini kandırma değil de kandırılma eylemini oluşturur. Şimdi ben buradaki görüşlerimin doğruluğunda ısrarcı bir inatla karşı görüşleri reddetsem ve bilincimin ürettiği mana kavramlarını mutlak doğru saysam kendimi kendi bilincimle kandırmış olmaz mıyım?

"Düşünmeyi öğrenmiş insan hiçbir şeye gözü (aklı) yumulu kanmaz." Tolstoy... Şimdi, Tolstoy'un özdeyişini doğru sayarsak Freud’un görüşünden herkesin her zaman kendini kandıran zaafla var olduğu tespiti yapılamaz. Gene de herkesin bir zaaf anı olmuştur ve bilincinin gerçeklik yanılsamasıyla kendini kandırmıştır. Bakın işte bu tespitim her insan için geçerli doğruluktadır. Her kim, "ben hiçbir zaman kendimi kandırmadım" dediği an kendini kandırmıştır bile...

Muharrem Soyek
***

10 Eylül 2018 Pazartesi

Aşkın Cinsiyet Değeri


* Bir erkeğin aşkı belli bir tatmin döneminden sonra hissedilebilir derecede azalır; başka kadınlar onu sahip olduğu kadından daha fazla çekmeye başlar.  Hâlbuki bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun nedeni, doğanın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek, kolaylıkla bir yılda yüzden fazla kadına çocuk yaptırabilir; oysa kadın ne kadar fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda bir kez doğum yapabilir. Yani, kadının cinsel güdüyle çok erkekle çiftleşmesinde doğal var-oluş amacına uygunluk yoktur. Bu sebepten dolayı, bir kadın her zaman tek bir erkeğe bağlı kalır. Zira doğa onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan bir erkeğe bağlanmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat olgusu kadın için doğal bir durumken, erkek için doğal değildir.
- Schopenhauer

(Cinsel güdüyle kadının seçkin bir erkekle yetindiği ancak erkeğin birçok kadınla olmayı arzuladığı doğal var-oluş nedenseline bağlanabilir. Ancak, kadının evlilik sadakatini doğal bir durum saymak hatalı bir yaklaşım yapar. Her şeyden önce kadının evlilik bağına daha sadık kaldığı kuşkulu bir gerçeklik yapar. Diğer bir mantık bükücü tespitse evliliğin doğal bir olgu olmayışıdır. Evlilik doğal değilken evlilik sadakati doğal oluş nedenine bağlanabilir mi? Bence bağlanamaz. Üstelik insan artık kendi doğal güdüsel var-oluşunu çoktan aşmıştır. Schopenhauer bir de maddi gözlem hatası yapmış. Doğal var-oluşta genel olarak çocukların bakımı ve büyütülmesini dişiler üstlenir. Bu nedenle kadının doğal güdüyle çocuğunu bakıp koruyacağı beklentisiyle erkeğe bağlandığı iddiası da zorlama bir gerçeklik yapıyor. Ayrıca, insan artık sadece doğasındaki üreme dürtüsüyle cinsel sevişme yapmıyor; bunu yaşantısına haz kattığı için bilinçli olarak arzuluyor. Yani kadın da çocuk doğurmayı bir kenara bırakıp birçok erkekle cinsel sevişme arzusu duyar ve bunu yapabilir de. Üstelik kadınların çok kocalı oldukları devirleri de görmezden gelemeyiz.

Evlilikte ve cinsel sevişme ilişkisindeki sadakat kadının ve erkeğin doğal var-oluş meziyeti olmaktan çıkmıştır. Şimdi insanın kendini bilir bilinçle var-olma zamanıdır. Yani, artık aşkı cinsel güdüye ve evlilik sadakatini doğal var-oluş genlerine bağlayarak değerlendirme vakti geçmiştir. Şimdi kendini bilir insan, aşkı da evliliği de kendinden sorumlu bilinciyle yaşar. Bu bizi insan yapan evrimsel var-oluşumuzun en üst düzeyidir.

Schopenhauer hiç kuşkusuz ki çok önemli bir düşünür ve eğitmendir. Ancak... Türkiye'de bizi asıl yanıltan, sözü söyleyen yabancıysa onu mutlak doğru saymaya yatkınlığımızdır. Schopenhauer'un bu sözü kendi gözlem ve kişisel deneyimleri içinde ciddiye alınmalıdır; kendi okumalarımız, bilgi birikimlerimizle ve sorgucu kuşkuyla kendi zaman boyutumuzun algısıyla yorumlayabilmeliyiz.  Muharrem Soyek)