10 Aralık 2018 Pazartesi

Tevfik Uyar: Astroloji bilim açısından bir tehdittir

Burçlara iltifat zekâyı düşürmez; ancak, zekâdan daha önemli olan aklın düşünme eylemini rezil eder. Muharrem Soyek

2 Aralık 2018 Pazar

Bildiğim Bilmediğimdir


* “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiş Sokrates: 

Hiçbir şey bilmediğinden değil elbet; her bildiği şeyde nice bilinmeyenlerle karşılaştığı için böyle demiştir. Bu özdeyiş, bilimsel felsefenin dokunulmaz yöntem kuralı olmalıdır bence. Kendini tanıma yolunda ilerlemenin ön koşulu önce bildiğini inkâr etmektir. Sana öğretilmiş bilincinle kendini ancak başkalarının sana çaktığı kimlik künyendeki kadarıyla tanıyabilirsin. Bu yüzden, Sokrates’in sözü muazzam bir bilimsel düşünme ilkesidir. Sözün mana özü, ‘Bildiğin hiçbir şeye asla son ve mutlak bilgi inancıyla bağlanma’ diyor. Ben bu özdeyişle tanıştığımdan beri gün gelip de bildiğimin bilemediğim olduğunu görünce hiç şaşırmadım. 

Bildiklerimiz, yeni bildiklerimizin bilinciyle ele alındığında yanlış olabiliyor. “Ne kadar çok bilirsem bilmediklerim daha çok artıyor” demeye de geliyor. İnsan, bildiklerini işlerken önünde açılan bilinmedik bilgi deryasında bildiklerinin “hiçbir şey” kadar azaldığını hissediyor. Biraz felsefe ıkınmasıyla gelse de aynı sözden olumlu bir mana çıkarımı da sezinliyorum: “Bildikçe, çoğalan bilmediklerimi bilmeye daha da yaklaşmış oluyorum” demeye de geliyor. 

Bilincimin iman pusulası yaptığım bu söz bazan kafamı karıştırır. Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğim olabilir mi? Sözün özünü sorguladığımda bildiğim şeyin asla ‘hiçbir şey’ olamayacağını görüyorum. Sadece, bildiklerim bilmediklerimin yanında ‘bir hiç’ kadar önemsiz kalmaktadır. Çok şeyi bilirken bildiğimin her şey kadar çok nice bilinmedik hâlleri olabileceğini de görmüş oluyorum. Yani, Sokrates’in epeyce bir bildiği vardır; ancak bildiklerinin içlerinde bilinmedik nice bilgiler saklı olduğunu sezmesiyle bildiğini de henüz tam bilinmedik varsaymaktadır. Bildiklerinin henüz bilemedikleriyle gerçeklik yapan eytişim (sarmal diyalektik) nedensellerini, salt kendi özlüğünden olma en ilk bilgiden son kıyamet bilgisine varıncaya kadar tümüyle çözümlemiş olmadan, hiçbir şeyi tam bilmiş sayılmayacağından emindir. Görünen o ki her şeyi bilmek de ancak Tanrı’yı tahtından indirip yerine geçmekle olasıdır… 

Burada, “Hiçbir şey bilmeyen bilmediğini bilebilir mi?” sorusu felsefenin mantığını ayıltabilir. Çünkü biliriz ki insan bilinci bilmediklerini sadece bildikleriyle fark edebilir. Yani, gerçekten hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey bilmediğini de bilemez. Zaten sözün ilerisinde Sokrates şöyle diyerek aslında ne çok şey bildiğini de ima etmiştir: “Hiçbir şey bilmediğini anlaman için çok şey öğrenip bilmen gerekiyor.” 

Hayatın kader dümenine asılan insan bilincinin egemenlik gücü, bildiği kadar bilemediğinin de farkında olmasından kaynaklanır. Bu yüzden, eğitimin ana ilkesi öğrenciye bilgiyi ezberletmek değil, düşünüp de bilmediklerini fark ettirecek meraklı bir bilinç edindirmek olmalıdır. 

Sokrates’in bu özdeyişini bilincimize bir kara delik gibi oturtup tüm bildiklerimizi hiçlik çöpünden mi saymalıyız? Elbette hayır! Vurgulanan şey, bildiğimizin hiçbir şey olmasıyla bilginin bilinemezliği değildir. Bilgi öyle çok göreceli doğruluk oluşturabilir ki, insanın hepsini bildiğini iddia edebilmesi için ölümsüz olup kıyamete kadar da yaşamışlığı olması gerekir. Yani, kesin bilinebilir olan ancak ‘hiçbir şeyin ezelden sonsuza kesin ve mutlak olamayacağı’ bilgisidir. Herakleitos’un, ‘Değişimden başka hiçbir şey sonsuz değildir’ sözüne kardeş bu özdeyiş, kesin olan tek doğrunun (hiçbir şeyin mutlak doğruda sabit tutulamayacağı) gerçeği olduğuna vurgu yapıyor. Yanlış anlamış olabilir miyim acaba? Sanmıyorum! Çünkü hâlâ hiçbir şeyi kesin değişmezlikte tutamıyorum… Hâlâ, doğru bildiğim şeyin az sonraya göreli yanlış sayılmayacağından emin değilim…

*Uygarlığın tasarım ve işletiminde, insanlığı yüceltici başarıya ulaştıran bilginin gerçeklik sırrına ermek için, kendini bilmeye eğitimli zekâların azimli ve sabırlı iş birliğinin yerini dünyada hiçbir şey tutamaz…

Muharrem Soyek

8 Kasım 2018 Perşembe

Organ Bağışı


Bireyleri sağlıksız bir toplumun uygarlık düzeyi ne olursa olsun, mutlu yaşam hayali Cennet’e ertelenmiş bir inançtan ibaret kalır. Bu yüzden sözü uzatmadan konuya dalacağım.

Sağlığında aksini istemediyse 21 yaş ve üstü her ölenin organları mirasçılarının izni alınmadan bir başkasına takılabilmeli. Ne de olsa; Tanrı leşleri değil, ruhları sorguya çekiyor. Bence, insanın tıbben beden dokunulmazlığı bedenin canlı oluşundaki irade hükmüyle koşulludur. Ölünün aklı başında iradesi yoktur. Ancak ve ancak kişinin aklı başındaki iradesiyle sunacağı beyanla ölümünden sonra organlarının alınmasına insani engel oluşturulmalı.

Aslında dinsel bakışa göre de diyebilirim ki organlarımız bizim değil Tanrı’nın malıdır. İtiraz bizden değil Tanrı’dan gelmeliydi. Hangi tanrı nimetlerinin iyilik için kullanılmasını istemez ki? Bu gerçek üzere yorumlayınca, ölümden sonra işe yaramaz organımızla Tanrı’nın kullarından birine şifa olunması, nice günahların affına neden olacak büyük sevap olmaz mı? Gene de ahrete organlarıyla birlikte göç etmek isteyen her kimse, 18 yaş üstü herhangi bir zamanda nüfusa uğrayıp kimlik hanesine “organlı gömü” notu düşürtebilir. Mirasçıları razı olsalar bile bu kişilerin organları alınamaz; kişinin yaşarkenki iradi seçimine saygının gereği bu istek mirasçılarını da bağlar. Ancak henüz organlı gömü beyanı yapmamış 18 yaştan büyük 21 yaş altı ve her 18 yaş altı ölülerden mirasçı iradesiyle organ alımı yapılabilir. 18-21 yaş aralığındaki herkese organ bağışı hukukuyla ilgili yılda en az iki kez bilgilendirme mektubu gönderilir. Bilgilenmelerine rağmen, organlı gömü beyanı yapmamış tüm 21 yaş üstü insanlar, öldüklerinde hukuken organ bağışı yapmış irade sayılırlar. Elbette 21 yaşından sonraki herhangi bir yaşında kişi fikrini değiştirip “organlı gömü” seçimi yapabilir.

Kan bağışı da toplumsal bir insani paylaşım görevi yapılmalıdır. 18-60 yaş aralığındaki kan vermek istemediğini beyan etmemiş olan sağlıklı herkesten yılda bir kez ve ihtiyaç hâlindeyse özel davetle aynı yıl ikinci kez kan alınabilmelidir. Kan alımı, davetiye ile yapılmalıdır. Davette, kan vermeye gelemeyenin özür bildirmesi için e-posta ve telefonlar da yer almalıdır. Kan vermek sağlıklı bedene hiçbir zarar vermediği için bence bu işlem kişinin beden dokunulmazlığı ilkesini bozmaz. Tıpkı aşı olmak gibi, kan vermek de toplum sağlığını koruma yöntemidir. Yani, kan vermek bireyin toplumsal varlığının gereği insani hizmet görevi yapılmalıdır. Sağlıklı olduğu hâlde beyanla kan vermek istemediğini bildirenden gerekirse kan vergisi alınmalıdır. Bir gün gelir sentetik kan yaparız da bu tartışma da gereksiz kalır inşallah!

Muharrem Soyek

Adalet

Adalet, kendiliğinden var-oluş eşitsizliğine eşit fırsat ve huzur hakkının mülkiyet onayıdır. İnsan uygarlığını doğal var-oluştan ayrımlayan bir betimlemeyle diyebilirim ki: Adalet doğal evrimin kendini bilmiş bilinç düzeyinin en yüce erdemidir… Muharrem Soyek

İnsanın kendine tutulu kaderi

İnsan kendi dünyasını mahvedebilecek ve aynı zamanda koruyup kollayabilir olan tek canlıdır. Bizi hiçbir din, felsefe ve bilim kurtaramaz; ta ki beynimiz tapınağımız ve ibadetimiz kendini bilmiş bilincin vicdanına secde oluncaya kadar…

30 Eylül 2018 Pazar

Kendini Kandırmaca

                 foto: Bilkan Uçkan


"İnsanın en büyük zaafı kendisini bizzat kendi tarafından kandırabilmesidir. Bu yalan meşrulaştırılır ve zamanla gerçeğe dönüşür." ( Freud )

Bence bu zaaf, bilincin haddini bilecek kadar kendini bilir olmayışından kaynaklanıyor. Genel doğruluk yapan bir insan zaafı sayamam. Eğitim-öğretim ve görenek, bilgilendirmekten öte bilgi yapan düşünmeyi sağlasa ve ayrıca var-oluş başarısı da bilgiyi kullanma ahlâkıyle değerlendirmeye bağlansa insan bilinci kendini kandırma zaafına karşı oldukça güçlendirilmiş olur.

Bana göre insan bilinci iki biçimde haddini bilme olgusu yapar. İlk olarak dış gerçekliğe karşı haddini bilmesi vardır. İkinci olarak da insanın içsel duyum ve algı gerçekliğine, yani bilincin kendinden oluşturduğu kavramların gerçekliğine karşı haddini bilir olması vardır.

İlkindeki haddini bilmişlikte, yani dış gerçekliğe karşı yeteri kadar bilgiyle bilimsel çözümleme yapabilir âlimlikte değilse ileri sürdüğü savların kesin doğruluk iddiasında olmaz. Bilgilenip de bilgiyi sınamadan doğruluk iddiasında olan bilinçse kendini kandırma zaafına tutulmuştur.

İkinci durum haddini bilir olmada bilinç kendi üretimi kavramların doğruluk bilgisini dış yaşam ortamında deneyleyip sınamadan kesin gerçeklik doğrusu saymaz. İkinci durumluk bilincin haddini bilmezliğiyse, yani kendi üretimi bilgi kavramlarını kendi dışında sınamadan kesin gerçeklik doğrusu sayması da bence bilincin haddini iyice aşarak kendini kandırmasıdır.

Bir insan kendini ancak gene kendi bilinciyle kandırabilir. İnsanın kandırılması da dışarıdan sunulan yalanı gerçek sandıran bilinçsel algısıyla oluşur; ancak bu durum kendini kandırma değil de kandırılma eylemini oluşturur. Şimdi ben buradaki görüşlerimin doğruluğunda ısrarcı bir inatla karşı görüşleri reddetsem ve bilincimin ürettiği mana kavramlarını mutlak doğru saysam kendimi kendi bilincimle kandırmış olmaz mıyım?

"Düşünmeyi öğrenmiş insan hiçbir şeye gözü (aklı) yumulu kanmaz." Tolstoy... Şimdi, Tolstoy'un özdeyişini doğru sayarsak Freud’un görüşünden herkesin her zaman kendini kandıran zaafla var olduğu tespiti yapılamaz. Gene de herkesin bir zaaf anı olmuştur ve bilincinin gerçeklik yanılsamasıyla kendini kandırmıştır. Bakın işte bu tespitim her insan için geçerli doğruluktadır. Her kim, "ben hiçbir zaman kendimi kandırmadım" dediği an kendini kandırmıştır bile...

Muharrem Soyek
***

10 Eylül 2018 Pazartesi

Aşkın Cinsiyet Değeri


* Bir erkeğin aşkı belli bir tatmin döneminden sonra hissedilebilir derecede azalır; başka kadınlar onu sahip olduğu kadından daha fazla çekmeye başlar.  Hâlbuki bir kadının aşkı karşılık gördüğü andan itibaren artar. Bunun nedeni, doğanın türün korunmasını ve olabildiği kadar büyük bir çoğalmayı hedeflemesidir. Erkek, kolaylıkla bir yılda yüzden fazla kadına çocuk yaptırabilir; oysa kadın ne kadar fazla erkekle sevişirse sevişsin yılda bir kez doğum yapabilir. Yani, kadının cinsel güdüyle çok erkekle çiftleşmesinde doğal var-oluş amacına uygunluk yoktur. Bu sebepten dolayı, bir kadın her zaman tek bir erkeğe bağlı kalır. Zira doğa onu içgüdüsel olarak ve farkında olmaksızın doğacak çocuğu bakıp koruyacak olan bir erkeğe bağlanmaya zorlar. Bu nedenle evliliğe sadakat olgusu kadın için doğal bir durumken, erkek için doğal değildir.
- Schopenhauer

(Cinsel güdüyle kadının seçkin bir erkekle yetindiği ancak erkeğin birçok kadınla olmayı arzuladığı doğal var-oluş nedenseline bağlanabilir. Ancak, kadının evlilik sadakatini doğal bir durum saymak hatalı bir yaklaşım yapar. Her şeyden önce kadının evlilik bağına daha sadık kaldığı kuşkulu bir gerçeklik yapar. Diğer bir mantık bükücü tespitse evliliğin doğal bir olgu olmayışıdır. Evlilik doğal değilken evlilik sadakati doğal oluş nedenine bağlanabilir mi? Bence bağlanamaz. Üstelik insan artık kendi doğal güdüsel var-oluşunu çoktan aşmıştır. Schopenhauer bir de maddi gözlem hatası yapmış. Doğal var-oluşta genel olarak çocukların bakımı ve büyütülmesini dişiler üstlenir. Bu nedenle kadının doğal güdüyle çocuğunu bakıp koruyacağı beklentisiyle erkeğe bağlandığı iddiası da zorlama bir gerçeklik yapıyor. Ayrıca, insan artık sadece doğasındaki üreme dürtüsüyle cinsel sevişme yapmıyor; bunu yaşantısına haz kattığı için bilinçli olarak arzuluyor. Yani kadın da çocuk doğurmayı bir kenara bırakıp birçok erkekle cinsel sevişme arzusu duyar ve bunu yapabilir de. Üstelik kadınların çok kocalı oldukları devirleri de görmezden gelemeyiz.

Evlilikte ve cinsel sevişme ilişkisindeki sadakat kadının ve erkeğin doğal var-oluş meziyeti olmaktan çıkmıştır. Şimdi insanın kendini bilir bilinçle var-olma zamanıdır. Yani, artık aşkı cinsel güdüye ve evlilik sadakatini doğal var-oluş genlerine bağlayarak değerlendirme vakti geçmiştir. Şimdi kendini bilir insan, aşkı da evliliği de kendinden sorumlu bilinciyle yaşar. Bu bizi insan yapan evrimsel var-oluşumuzun en üst düzeyidir.

Schopenhauer hiç kuşkusuz ki çok önemli bir düşünür ve eğitmendir. Ancak... Türkiye'de bizi asıl yanıltan, sözü söyleyen yabancıysa onu mutlak doğru saymaya yatkınlığımızdır. Schopenhauer'un bu sözü kendi gözlem ve kişisel deneyimleri içinde ciddiye alınmalıdır; kendi okumalarımız, bilgi birikimlerimizle ve sorgucu kuşkuyla kendi zaman boyutumuzun algısıyla yorumlayabilmeliyiz.  Muharrem Soyek)

9 Eylül 2018 Pazar

Hak Verilmez Alınır

Doğrudur! Hak ancak kendisini alanın kullanımıyla somutlaşır. Tarihte hakların kanlı ve zor uğraşlar sonunda alındığı gerçeği de kayıtlıdır. Ancak kurumsallaşan ileri demokrasiler yüzünden bu hak alma uğraşısı artık eskisi gibi kanlı ve zorlu olmuyor. Alınacak hak için artık silahlı devrim zoru gerekmiyor. Haklar oy karşılığı hak ediliyor; edilemezse şiddetsiz gösterilerle dayatılıyor. Bence günümüz demokratik dünyasında bu söz, “Hak, almak istemeyene bile hakkınca verilir” deyişine evrilmiştir bile. Her şeye rağmen, demokrasi adına verilmiş olsa da sahiplenilip benimsenmeyen bir hak, alınmış sayılmaz.

Örneğin, kadına seçme ve seçilme hakkını ilk tanımışlardan olmakla böbürleniriz de bu hakkın hâlâ daha istekle ve etkin biçimde alınmış olmayışına pek kafa yormayız. Bu bağlamda “hak verilmez alınır” sözü cuk oturmaktadır aslında. Günümüz demokrasi tıynetinde sözün özü, ‘hak verilmiş olsa bile onu alan yoksa o hak yok hükmünde kalır’ demeye gelir... Şairin, (Attilâ İlhan) “Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” demesi gibidir...

Özgürlükçü demokrasiyle bağdaşır olan hakkımızı almaya istekli ve azimli olmak yetmez; o hakkın kullanımını da öğrenmek zorundayız. Verilmiş olsa bile, almaya çekindiğimiz ya da demokratik adalet düzeyinde kullanılabilir koşulları oluşturulmamış yasal bir hakkın, anca kullanımdan düşmüş para kadar değeri olur... Beri yanda yasal güvenceye bağlanmamış bir hakkın kullanımı da demokrasiyi huzursuz eder. Demokrasi, hakların hukukunu belirlemeden insanlık hakkınca işletilemez…

“Hak verilmez, alınır!” demişler demesine de bu sözdeki “verilmez” hükmü, gerçek demokraside uygarlık ayıbı büyük utançtır. Sözün doğrudan geçerliği anca ilkel insanlık ve hayvanlar âlemi içindir. Hayvanlar, doğal olarak haklarını alırlar da hak vermeyi düşünmezler.

Uygarlaşmış insanlık âleminde işler farklı yürür. Gerçekten insan olan, her şeyin hakkını vermeyi ve her şeyden de hakkını almayı aynı değerde erdemden sayar. Bu erdemli davranışa bağlanarak, “Hak verilir, hakkıyla da alınır!” demek bence insanlığın uygarlık tıynetine daha uygun düşüyor. Ayrıca kendiliğinden, yani bir alma zorlamasına tutulmadan verilen hak, vicdanlı olmanın da erdemindendir…
*
Muharrem Soyek



8 Eylül 2018 Cumartesi

Dünya Okuma Günü



Bugünün Dünya Okuma Günü olduğunu öğrenince son zamanlarda ne kadar az kitap okuduğumu fark ettim. Galiba bilgisayar başında ve internet içinde okuma alışkanlığım okuma arzumun egemen gücü olmuş. Oysa eskiden kitabı tez açıp okumak için ne kadar heyecanlanırdım…
Okumak üzerinden bir geçelim bakalım:
***
* Sordular anneye, "Çocuğunu okumaya nasıl teşvik ettin?"
Dedi ki, " Çocuklar bizi duymazlar, duysalar da anlamazlar, anlasalar da tez unuturlar. Onlar büyüklerini taklit etmeyi severler; çünkü tez büyümek isterler." Muharrem Soyek
*Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız; söyleyeyim: ANNEM'dir. Abraham LINCOLN
*"Kitapsız büyütülen çocuk, çorak toprağa benzer." (Çin Atasözü)
* "Niye kitap okumuyorlar?" demek, "Niye piyano çalmıyorlar?" demek gibidir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, ona göre hazırlanmak gerekir. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine manevi bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu da çocuklukta başlayan disiplinli alışkanlık süreciyle oluşur. Reşat Nuri Güntekin
* Ne kadar okuyup öğrensen boşunadır; bildiğine yakışır biçimde yaşamazsan gene cahilsindir. Sad-i Şirazi (Ne kadar bilirsen bil, bildiğinle insana yakışır biçimde yaşamıyorsan cahilsin demektir. Ya da, “Ne kadar okursan oku, okumaktan öğrendiğinle insana yaraşır biçimde yaşamıyorsan cahilsindir.” Muharrem Soyek)
* Okumak ciddi bir iştir. Okumayı sevsek ve okuyacak kitap bulsak bile, eğer neyi okuyacağımızı bilinçli seçimle belirleyemiyor ve okuduğumuzla bilinç yapıcı ilişki kuramıyorsak okumanın ne olduğunu henüz kavramış değilizdir. Muharrem Soyek
* "İlginçtir, insan bir kitabı okuyamaz: ancak yeniden okuyabilir," (Vladimir Vladimiroviç Nabokov 1899 – 1977; ) Rus asıllı ABD'li yazar:
(Kitabın hası asla okunmuş olmaz; ancak yeniden okunmak üzere kapanır. Kitap okumak, haber ve ilan okumaya benzemez. Haberi ve ilanı okursunuz ve okuduğunuz anlam sabitliğinde kalırsınız; hayal ve zihinsel duyumlarınızın kurgusuyla biçimlendirip yeniden okuyamazsınız. Kitap okunurken zihinde ve gönül aynasında kendini yeniden okutan hayaller üretir. Farkı bundandır. Eğer kitabın içinde zihinsel ve duygusal hayallerinizi de okuyor değilseniz kitabı okumuş olmazsınız; sadece öğrenmiş olursunuz. Kitap, yenilenen hayaller, düşünce ve duygularla farklı kavramlar oluşturur. Tabi ki sözü edilen kitap duygusal ve zihinsel mana açımları engin olandır. Böyle bir kitap okunmaz; hep yeniden okunur. Muharrem Soyek)
*"Hiç bir iyi kitap, anlama gayretiyle okuyup bitirilmeden gerçek yüzünü göstermez." (Carlyle)
* Düşüncenin ufkunu genişleten hayal gücünü edebi özlüğüyle yükselten bir kitap insanı kendinden soyutlar; cismen küçültür ve her okunduğunda insanlığa yükselen yeni duygu ve düşünce hâllerine çeker. Konusu ne olursa olsun böylesi bir kitap artık uygarlık mirası olmuştur. M. Soyek
* “Çok fazla okuyan, fakat beynini çok az kullanan insan, düşüncenin tembel alışkanlıkları içinde kalır.” Albert Einstein (Bu sözün öz manası, anladığını değil de okuduğunu düşüncesi sanan bir tembel alışkanlığına yergidir.)
* Gezmeyi hayatın somut gerçekliğiyle tanışmak olarak anlamlandırınca “Okuyan değil, gezen bilir” özdeyişi okumayı küçümsemez; “Okumak yetmez, gezmek de gerek” der. “Hayatı tanımlamak için okumak yetmez, nice yaşantılardan da bilmek gerek” der. Okumaktan fikir yapılır; nice okurlar nice farklı fikirler yaparlar. Okumaktan yapılan fikir yaşamaktan alınan bilgiyi çözümleyici en etkili unsurdur. Yani, okunmuş olanı yaşamla somutlaştıran kişi daha bilgiç olur. Muharrem Soyek
* Samuel Smiles; “Kitaplardan elde edilen tecrübe, ekseriya kıymetli olmakla beraber, sadece bir öğrenmedir; asıl hayattan edinilen tecrübeler ki hikmet mahiyetini taşır.”
Kısa mesaj hızında yaşadığımız dünyada daha fazlası okuma eziyeti yapar; burada keseyim.
Sevgiyle okumada kalın,
Muharrem Soyek