27 Temmuz 2018 Cuma

Büyülü Dükkân


Uzak hayal diyarlarından birinde, mor tepelerin arasında, istediğin zaman bembeyaz kar örtüsü ile ve bir daha istediğin zaman rengârenk kır çiçekleri ve meyve bahçeleriyle kaplanan bir vadi vardı. Ortasından duru mavi bir ırmağın geçtiği bu vadi, "Büyülü Vadi" olarak anılırdı. Ona bu adı veren vadideki bilge adamın dükkânıydı. Ünü dünyanın dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı "Büyülü Dükkân" idi. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı. Bu bedelin ne olacağı dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, Büyülü Dükkân’da maddi bedellerin hiçbir hükmü yoktu. Bazı müşteriler bir şeye sahip olmak için verilebilecek tek bedelin para olabileceği yanılgısıyla, cepleri ve keseleri altın dolu gelirlerdi. Oysa burada yapılan alım satım pazarlığı günlük yaşamdakilere benzemez ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.

Bilge satıcı, yorgun adamı kapının önüne gelinceye kadar dükkânın küçük penceresinden izledi.  İyice kulak kabarttı. Tahta basamakla çıkılan ve gene tahta döşemeli geniş verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı. Büyülü Dükkân’ın sahibi bilge adam, müşterisi birkaç kez kapı tokmağını vurmadan kapıyı açmamayı ilke edinmişti. Çünkü hemen her gelen o kapının önünde durup bir kez daha düşünmeliydi. Az da olsa kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı; bekledi ve aralıklarla birkaç kez vurulduktan sonra kalkıp kapıyı açtı.

Müşteri:
-Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım.

-İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?

-Bakın, ben altmış altı yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor amma yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadarki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?

-Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz? Oturun şöyle, kapatın gözlerinizi ve hatırlayın.

Adam gözlerini kapatınca hayatının bütün görüntüleri bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar. Acı hatıraların yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, bilge satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi:

-Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum... Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat avucumdan kayıp gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ancak hiçbiri fayda etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken bir gün birisi bana sizden söz etti. Marifetinizi duyar duymaz sanki içimde bir ateş yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen altmış altı yılımı bana geri verin. (Nedense burayı okurken Orta Asyalı sufi Ebu Said Ebu’l Hayr’ın çağrısını duydum: “Ne olursan ol, yine gel!”… “Bin kere pişman olsan da gene kendine gel” demek ister sanki…)

-Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?

-Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım.

-Herhalde bunu çok istiyorsunuz.

-Evet, hem de her şeyimi verecek kadar.

-Peki, benim size vereceğim altmış altı yılın bedelini biliyor musunuz?

-Ne isterseniz?

-Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz.

-Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin.

Bilge satıcı, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun ritmine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin sabırsızlıkla pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek suskunluğun içinden müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı:

-Beyefendi, her ne kadar siz altmış altı yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da ben sizden para etmeyen ve sizi de anlaşılan pek memnun etmeyen bir şey isteyeceğim.

-Ne isterseniz vermeye hazır geldim.

-Böyle bir isteğin gerçekleşmesi için zorunlu bedel olan bilincinizi istiyorum.

-Anlamadım?

-Bilincinizi dedim... Altmış altı yılın yaşantısından elde etmiş olduğunuz bilincinizi istiyorum.

-Ah evet anladım. İlginç bir bedel; fakat daha iyisini elde edebileceğim bir şey. Kabul ediyorum. Tamam, alın bilincimi.

-Emin misiniz?"

-Neden olmayayım? Karşılığında altmış altı yıl daha kazanacağım.

-Bilincinizi içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz.  Altmış altı yılın tek bir anlığını bile yorumlayabilecek bilinciniz kalmayacak. Buraya neden geldiğinizin bile farkında olamaz duruma geçeceksiniz...

-Daha iyi ya! Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişimi unutmak istiyorum.

-O halde, altmış altı yıl sonra burada yeniden pazarlık edebilirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir başkası size yardımcı olacaktır.

-Hayır, hayır! Emin olun ki, şu dakika tüm bilincimi size bırakıp altmış altı yılımı geri alacağım ve bir daha dönmemek üzere bu dükkânı terk edeceğim.  Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiç birini tekrar etmeyeceğim.

-İsterseniz başka sözler vermeyin; çünkü az sonra, bilincine vardığınız tüm hatalarınızı ve doğrularınızı burada bırakıp gideceksiniz. Ne olduğunu artık bilemeyeceğiniz hataları tekrar etmeme sözünüz anlamını yitirecektir. Olmayan hatanın tekrarı olamaz.

Bilge satıcının son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

-Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarımızı bile, öyle mi? Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta!

-Aslında tam da öyle değil amma sonuç bakımından ne yazık ki öyle. Beni ve dükkânı ve kim olduğunuzu elbette hatırlayacaksınız; ancak ne benim ne de bu dükkânın kendinizle anlamlı bir ilişkisini kurup kavrayamayacaksınız. Aynı şey geçmiş yaşamınız için de geçerli olacak elbette. Geçmişinizin özne ve nesnelerini hatırlayabilir olsanız da onların öz benliğinizle olan yorumsal ilişkisini kaybetmiş olacaksınız. Geçmişin yüzünü hatırlarken deneyim bilgisini unutmuş olacaksınız.

Bilge satıcı, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissetmişti. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Adamın aydınlanan bilinciyle parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden fırlayacak bir coşkunun habercisi gibiydi. Bilincin bilincine varılması anıydı bu muhteşem an. Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı:

-Sanırım ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Eğer altmış altı yılın bedeli bu ise, vazgeçiyorum. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının çok beğendiği bir saç tokasını kafasının derisi karşılığında satın almasına benziyor. Çok bilge bir insansınız. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı geri almaya gelmiştim, ancak siz bana bugünden sonraki yaşamımı hediye ettiniz. Size teşekkür ederim.

-Bir şey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşça kalın.

(Dr. Psk. Yeşim Türköz’ün Büyü Dükkânı adlı kitabından bir iki ekleme ve düzeltmeyle alıntıdır)
***
"Masal bu ya!" deyip de geçmeyin. Masalın kendisi hayalden bile gerçek dışı olsa da, masalın içine saklanan bir güzel hayal vardır ki okuyanın ve dinleyenin gerçeği olmak ister.

Bilge adam, müşterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklından benim bir deyişimi geçirmekteydi:

“Bilincinin geçmişi olmayan, ya da geçmişinin bilincinde olmayan, kısacası bilincinin bilincine eremeyen kimse hatalarını ve pişmanlıklarını kaç kez yaşayacağını asla bilemez...”

"Çoğumuz ikinci el insanlar hâline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Kendimizden hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz; durup yeniden ve yeniden tekrar ediyoruz. Biri bize, "Senin düşüncen nedir?" diye sorduğunda şaşırıp kalıyoruz." Diyor, Jiddu Krishnamurti.

Sanki hep zamanın başlangıcında duruyoruz; sanki sürekli olarak bilincimizi yeniden başlama büyüsünün bedeli olarak harcıyoruz. Oysa geleceği ancak bilincimizin geçmiş zaman yorum bilgisiyle hayal edebiliriz. Geleceği geçmişin acı tatlı deneyim bilgisiyle hayal edemeyense kaç kez yeniden başlamış olsa da geçmişin pişmanlığından arınamaz… Geleceği hayal edecek geçmiş bilinci olmayan düşünemez bile. Düşünemeyen insan zaman boyutunda nasıl kusurlarını düzeltebilir ki?

Bilge adamın müşterisinden 66 mutsuz yıla karşılık bilincini istemesi bir maliyet tutarıydı. Zaman, insan bilincini somutlaştıran en etkin maliyettir. Zaman silindiğinde bence bilinç de silinir ki bu yüzden zamanda yolculuk bana hiç heyecan vermiyor. Bilincimizi feda etmeden asla başlangıca dönemeyiz. Geleceğe geçebilsem bile bilincimin beni orada mutlu etmeye yeterli geçmişi olacağından ciddi kuşku duyarım.


Geçmişin bilinci kadar yaşlı, geleceğin hayali kadar gençtir kendini bilmiş bilinçle yaşayan insan…
Muharrem Soyek

26 Temmuz 2018 Perşembe

Ey İnsan!

Beylik sözleri sıralayarak, eğriyi doğru göstermeye çalışan, bir şey bilmezken biliyor görünerek ille de saygı görmek ve onurlanmak isteyen kaba ve boş beyinli bir sürü insan vardır. Bunlar çoğu zaman ağızları köpürerek hep birden konuşarak karşılarındakini sindirmekle kalmazlar, doğru bilginin kaynaklarını da kurutmayı hedef alırlar. O leke sürmeler, bilinci yenileyen bilgiyi çekemeyen cehalet nice nice onurlu güzel insanların yok olmasına yol açmıştır. Her şeye rağmen, değeri ne denli az olursa olsun bir işi yaparken ölüm kalım endişesine kafa tutarak doğruyu eğriyi zaman boyutuyla sorgulayan yiğit insanlardır dünyayı mutlu geleceğine taşıyacak olanlar. Onlar kendini bilmiş bilinçlerdir…

Bilgeliğin yolları taşlı tozlu ve tuzludur. Hatta tabanlarım ne denli kalın olursa olsun, dikenleri batar bu yolların. Fakat beni ulaştırdığı vahalar bütün acılara değer… “Elde edilmesine çaba gösterilmesi gereken şey, “asıl iyi” olanı (yani hayatın tümlük bilgisine iyi geleni) amaç edinerek bilgiye özenli ve ödün vermez bir araştırmayla ulaşmak ve böylelikle bilginin gerçeğiyle donanmış erdemli bir bilinç ile mutlu yaşamaktır” diyen Sokrates, beni duyduysa kesin alkışlıyordur.

Bildiklerimizin ve sanılarımızın gerçekliği ve ipuçlarıyla düşünerek bilmediğimiz şeyleri araştırmalıyız. Bilinmeyen şeyi bulmanın olanaksız olduğuna, evrenin sırlarını çözme gayretinin tanrısal iradeye isyan olduğuna inanmak ve inandırmak evrensel varoluş bilincini taşlamaktır... Ve onlar bilmezler, aslında Tanrı evrensel varoluşun en yüce bilincidir...

Ey insanlar, ey canlarını başlarını para kazanmaya koyanlar! Boynunuzun borcu olan şeyleri ihmal ettiğinizin farkında değil misiniz? Çocuklarınıza bırakacağınız parasal zenginlik huzurlu bir dünya satın almalarına yetecek mi? Buna aldırdığınız yok; kendi kendinizi de yetiştirmeye pek uğraşmış değilsiniz zaten. Okuma yazma, sanat teknikleri, spor, bilgisayar ve matematikte uzman meslek sahibisiniz; aklınızca yüksek bilinçli oldunuz. Siz sadece, çatışmacı rekabetle yükselen tüketim uygarlığının ihtiyaçlarını gözeten meslekli oldunuz…

Ey insan, tüm öğrendiğin sadece mal mülk edinmek için midir? Erdemli ve mutlu yaşam uygarlığının yeni bir düzen ve eğitim sistematiğiyle kurulabileceğini görmüşken neden bu düzen ve eğitim ortamını sağlayacak bilinci oluşturmaya emek vermezsin de mal mülk tapulamayı uygarlık başarısı yaparsın?

Ey insan! Bu kendini bilmezliğe derhal bir son verecek çarelerin bireysel ve toplumsal alt yapılarını düşünmeye başlamalısın. Kendini bilmeye yükselten erdemli yaşamı gözün kesmiyorsa çocuk sahibi bile olma. Kendini bilmiş bilincin sorgusuyla özeleştiri yapamıyorsan bari ölümün dünyaya bir nimet olsun. Canından ne yapacağını bilmeyen canlardan olma. Gelişigüzel yaşayacaksan geleceğin gelişini rahat bırak.

Ve aslında insanlık tarihi, maddenin eytişim (diyalektik) doğallığı içinde basitçe bir var bir yok oluşun bilincidir. İnsanlık bilincinin toplumsal bir oluş olduğu bilgisinin gerçeğiyle bu bilinç bireysel var oluş gerçekliğinde yeniden yapılandırılmalı; bilimin ve teknolojinin kullanımıyla bireylerle paylaşılmalı ve bireysel bilinç ürünlerinin toplumsal varlık boyutunda demokratik hak tanımı çerçevesinde serbest dolaşımıyla maddenin bilinci artık özgürleştirilmeli...
Ben de artık kendi akıl bakışımı bilincimin kendini bilmesine temel yaparken, başka canların varlık bilgilerini de bilincimin özgürlük nedeni yapmalıyım...

Muharrem Soyek

22 Haziran 2018 Cuma

Goril Koko



En azından birer goril Koko olmadan hiçbirimiz insan olarak öldük diyemeyiz… İyi ve güzel eden eğitimle bireysel varlığımızı ve dolayısıyla toplumsallığımızı uygarlaştırmak olasıdır. Goril Koko bunun deneyim kanıtıdır. Buna rağmen şu da bir gerçektir ki, hepimiz birer Goril Koko olsak bile arzulanan insan uygarlığı kurulmuş olmaz. Koko ne denli insancıl davranır olsa da kendini bilen insanın eline su dökemez…

Goril Koko, hayata sahiplik taslayan ezici egemenlik egosunun insan bilincine uygarlık başarısı olarak yedirildiğini fark etmiş değildi. Paranın ezici gücüne yaslanan egemenlik bilincini henüz fark edip de reddetmediği için, Goril Koko deneyimi insan uygarlığı için tam da insanca bir gelişim örneği yapılamaz. Hepimiz Goril Koko kadar insan olsak bile, kendimizi bilip de evrensel insanlığın ne olması gerektiğini kavrayan bilinçle uygarlık yapamadıkça biz asla tam da insan olmuş sayılmayız. Paranın gücünü kutsayan bir uygarlık bilinciyle biz asla bireysel ve toplumsal huzura varan insanca sürdürülebilir bir insanlık yolu açamayız…

Bireyin nefsine uyarlı ‘sahiplik azgınlığını’ dizginleyecek olansa her şeyden önce işlevselliği demokratik kurumlarla denetlenebilir devlet gücüdür. Daha sonraysa, insanın toplumsal var-oluşuna parasal değer biçmeden rağbet edecek estetik ve erdemli yaşam kültürünün çekim etkisidir. İşte burada eğitim ve görenekle yapılandırılan insan bilinci pek önem kazanır.

Koko kimdir? Koko, gorildir. Öyleyse niye “Koko nedir?” diye sormadım? Çünkü, Koko öğrendiği 2000 kadar işaret dili sözcüğünü anlayabiliyordu; ayrıca 1000 kadar işaret dili sözcüğü kullanarak da bizim eğitimli saydığımız milyonlarca insandan daha insancıl bir anlatıyla konuşabilmekteydi. Koko, 4 Temmuz 1971’de San Francisco Hayvanat Bahçesinde doğdu; 20 Haziran 2018’de öldü.

Doğanın sesi adlı videosunda işaret diliyle şunları demişti: “Doğa sizi izliyor. Ben gorilim. Ben çiçeğim, hayvanım. Ben doğayım. Koko insanı seviyor. Koko dünyayı seviyor. Ama insan aptal. Koko üzgün; Koko ağlıyor. Zaman akıyor. Dünyayı düzelt. Dünyaya yardım et. Acele et! Dünyayı, doğayı koru. Doğa sizi görüyor! Teşekkürler.”
*
(Koko bunları öğrendiği ezber bilgilerden mi alıntıladı, yoksa kendi öz-bilincinin görüsünden bir eleştiri mi yapıyordu, bilemem. Sadece, yaşamsal çevreye çoğumuzdan daha duyarlı bir tespit yaptığı kesindir.) 

Koko’nun ölümünü bakıcısı Dr. Patterson bildirdi. “Koko, işaret dili ile duygularını ne kadar karışık olursa olsun anlatabiliyordu. Espriler ve şakalar yapabiliyordu.” Dr. Patterson onun hakkında bir inceleme yazısı yazarak, bu bilgileri aktardı. 

Koko’nun birçok ünlü arkadaşı vardı. Robin Williams ile arkadaştı. Koko, arkadaşı Robin’in ölümünü duyunca hüzünlenip ağlamıştı. Red Hot Chilli Peppers basçısı Flea ile de arkadaştı. Flea, ona basgitar çalmayı öğretmişti.
*
Şu da bir gerçektir ki, Koko hiçbir zaman insanın en vahşi yüzünü ne görmüş ne bilmiş ne de hayal edebilmiştir. Eğer ki insan uygarlığının vahşetini tam kavrayabilmiş olaydı “Koko insanı seviyor!” demeye yüreği yetmezdi. Zannediyorum yaşama sevincini yitirip yemeden içmeden kesilerek ölmek isterdi. Biz, gene de kendi ürettiğimiz vahşet uygarlığı karşısında pes edip de asla güzel umutlarla yaşamaktan vazgeçmeyelim. Vazgeçmeyelim amma hiç olmazsa Koko kadar insan olarak ölemiyorsak, yaşamanın ne anlamı kalmıştır ki? Eğer, Koko kadar insan gibi ölemeyeceksek, ancak insan uygarlığında yaşayıp ölen sevimli bir hayvan kalırız... Aramızda ne çok insan görünümlü pek sevimli hayvanlar olduğunu bir bileydiniz geleceği parayla satın almaktan derhal vazgeçerdiniz…

Goril Koko eğitimle bu denli insan olmaya yaklaşmışsa insanı da kendini bilmiş bilince erdirecek biçimde eğitip, vicdanlı, düşünceli, merhametli ve sevgili bir ruhla insanlaştırmak olasıdır. Ne de olsa hiçbirimiz doğuştan insan değiliz; doğuşta sadece insana benzeriz. Biz ancak bizi kendini bilmiş bilince erdirecek eğitimle büyütülerek insanlaşırız…

İnsanlığı onurlandıracak bir gelecek tasarımı, haddini ve kendini bilmiş insan bilincine danışmayan hiçbir güce bırakılamaz. İnsan uygarlığının onuru, ancak insan bilincini kendini ve haddini bilmeye vardıracak bir eğitime emanet edilebilir… (Bilincin kendini bilmesi bilimselliği; haddini bilmesi ise bilgiyi insana ve evrensel doğaya saygıyla işleyen erdemli bilimselliğidir…)
*
Muharrem Soyek

21 Haziran 2018 Perşembe

KARAKTER

Düşününce anlaşılıyor. Birini karaktersiz ilan etmek için karaktersizliğin herkesi her koşulda bağlayıcı niteliklerinin belirlenmiş olması gerekiyor. “Yalan dolan; ikili oynayan; bencil; çıkarcı…” sıfatları kişiyi mutlak karaktersiz yapmaya yetmez. Ben kendimi veya sevdiğimi korumak için yalan söyleyebilirim; hatta ikili bile oynayabilirim. Belki de bu yaptığım yüksek karakterdir. Hani, iyiyi ve güzeli korumak adına karaktersiz görünmeyi göze alacak kadar karakterli sayılırım…

Bencillik de bir karakter hakkıdır bana göre; ilişkilerimizde hangimiz bencil değiliz ki? Sevilme beklentisi olmadan kaçımız severiz? Çıkarcılık da öyledir. Hepimiz çıkarımızı gözetiriz. Bence, karakterli karakter başkalarının hakkından yemeden, kişinin kendi çıkarını öncelemesidir… Demem o ki, olumsuz davranışları öznenin kendi özelinde irdelemeden, bilincimde yer etmiş kavram genellemesiyle kimseyi karaktersiz sayamam.

Karakter, kişiyi ayırt edici özellikler bütünüdür. Felsefi anlamdaysa sözlük şöyle der: “Bireyin kendi kendine egemen olmasını, kendi kendisiyle uyum içinde bulunmasını, düşünüş ve hareketlerinde tutarlı kalabilmesini sağlayan özellikler bütünü.” Bu tanım bağlamında, sırf yalan söylemesi kişiyi karaktersiz yapmaz; sadece yalancıdır. Ortaya çıkan yalanını dürüstçe kabullenen biri karakterli bile sayılabilir… Herkese mavi boncuk dağıtması, kişinin gönül hoşlama niyetinden bile olabilir. Gizli kapaklı olmayan bir beklentiyle “karakterli” biçimde birine mavi diğerine kara boncuk da sunabilir… Yeter ki kişi kendini inkârda olmasın; bence karakterli sayılır…

Bu durumda “karaktersiz” sözcüğü de kullanımda anlamsız mı kalıyor? Kalmıyor elbette: Karaktersiz, kendi yaşam biçimine dürüstlük bağıyla egemen olamayan kişidir. Bir bakıma kendini bilmez bir kişiliktir. Yani, dolandırıcı sadece dolandırıcıdır. Foyası ortaya çıktığında masum mağduru oynamaya başlamışsa ve yemin billah tövbeye gelip de gene dolandırıcılık yapıyorsa işte o zaman karaktersizin teki olmuştur. Eğer kişi kendini bilmişse, yürüdüğü yolu kendi seçip gene kendi adımlarıyla ilerliyorsa, o kişi kendi var-oluşuyla tutarlı olmasından dolayı yeteri kadar karakterlidir. Kendi var-oluşuyla tutarlı dürüstlükte kalan herkes karakterlidir… Tersi durumsa karaktersizlik nedeni olur. Kanımca, kişi olduğu gerçekliğini inkâra kalkıştığında karaktersizleşmeye başlıyor… Gene de genel bilinçsel kavramlarımızda karaktersiz nitelemesi bu karakter tanımına pek de aldırmadan, daha çok hoşlanmadığımız kişileri aşağılayıcı bir algı yapmaya yöneliktir.

Kişinin niyet ve eylemde tutarlı ve tutarsız karakteristik yaşantısı onun kişilikli ve kişiliksiz oluşuna da az çok denk gelir. Kişiliksiz nitelemesi de kişilik yokluğunu betimlemez; sadece olumsuzlar. Manada olumluluk algısı oluştursa bile şurası bir gerçek ki ne karakterli ne kişilikli olması kişiyi gerçekten iyi biri yapar. İyi niyete bağlı girişilen eylemdeki kayırmasız vicdan ve adalettir, iyi olmanın başat koşulu… İşine gelen duruma ve adamına göre iyi olan kişi en büyük iyilik madalyasını takıyor olsa bile bence hem karaktersiz hem kişiliksiz sayılır… Muharrem Soyek



20 Mayıs 2018 Pazar

Dost Bildiğin


Kalbin kapısına vurunca dostun acısı Çıkmalı candan dışarı bir vicdan sızısı Dost dediğin bir kucak derman sarması



2 Mayıs 2018 Çarşamba

Hayatı Güzel Eden Birkaç İpucu


*Her gün yarım saatlik olsun yürüyüş yap. Yürürken hızlanma; salına salına ve çevrendeki ayrıntıları keşfetme arzusuyla yürü.
*Şöyle bir 10 dakika kadar sessizce oturup çevreni dinle.
*Sabahları kendine "günaydın" diyerek o günü güzel yaşamaya niyet kurduğunu açık et.
*Doğal ortamında yetişmiş, işlenmemiş ve sadelik suyunda pişirilmiş gıdalarla beslenmeyi önemse ve asla doydum diyene kadar yeme.
*Krallar gibi kahvaltı yap; öğlende etli sütlü, akşamdaysa sebze meyve ağırlıklı beslen.
*Yaşam enerjini, geçmişi onurlandırmak ve geleceği kurtarmaktan çok bugünü sevimli ve verimli yapmaya harca.
*Hayat hiçbir zaman herkese adil olmadı; buna rağmen hayat yaşlanmaya değer.
*Yaşam nefret etmekle geçirilecek kadar uzun değil; herkesi her şey için bağışla ve ıslık çalarak hayat yolunda yürümeye devam et.
*Her konuda kendini illa ki haklı çıkarmak gibi bir derdin olmamalı; anlaşamazlıkta anlaşmaya varabilmelisin; o da olmazsa, öğrenmek için dinlemekle yetinebilirsin; daha da olmadı efendice izin isteyip ortamdan ayrılabilirsin.
*Kendini çok da ciddiyetle önemseme; kimse buna değmez.
*Geçmişinden memnun olmasan da onu asla pişmanlıkla hatırlama; geçmiş sadece deneyimden ibarettir; sen geçmişin deneyimiyle bugünü yaşayıp geleceği tasarlamaya bak.
*Kendi yaşamını başkalarınınkiyle ne örnekle ne de kıyasla; onların nereye yolcu olduklarını bilemezsin.
*Eğer büyümüşsen, artık senden başka hiç kimse senin mutlu yaşamandan sorumlu tutulamaz.
*Başına gelen çaresiz kötü şeyleri, altına "Bu da geçer ya Hu!" yazarak çerçeveleyip hatıra duvarına asabilirsin. Zaman acının ilacıdır.
*Ne kadar kötü ya da şahane olursa olsun her durum geçici ve değişkendir.
*Üretici ve de paylaşıcı ol. Yardıma muhtaç olanın elinden tut.
*Kıskançlık zaman kaybıdır; sen zaten kendine gülümseyip bir "günaydın" dediğinde neyin eksik kalıyor ki?
*Uyumadan önce gününü naasıl yaşadığını şöyle bir gözden geçir ve ertesi günü daha güzel hatırlatacak bir hayal kur.
*Unutma ki aşırı övgü senin başkalarının başarısı için daha çok çalışman içindir.

Muharrem Soyek
***

19 Mart 2018 Pazartesi


Stephen Hawking, bu sabah (14 Mart 2018) 76 yaşında öldü. Günümüzün en büyük bilim insanı olarak kabul edilen ünlü fizik profesörü, kara delikler, uzay bilimi ve kuantum fiziği alanındaki çalışmalarıyla ünlendi.

Allah rahmet eylesin; ruhu evren dervişi olsun...

STEPHEN HAWKİNG KİMDİR?

"Stephen William Hawking, 8 Ocak 1942'de Oxford'da doğdu. Biyolog olan babası, annesiyle birlikte Almanya'da bombardımanlardan kaçıp Londra'ya taşınmıştı.

Hawking Londra'da ve St. Albans'da büyüdü. Oxford Üniversitesi'ni birincilikle bitirip Cambridge Üniversitesi'nde kozmoloji (evren bilimi) doktorası yaptı.

Gençliğinde at biniyor, kürek sporuyla ilgileniyordu. Ama Cambridge'teyken motor nöron hastalığı teşhisi kondu ve vücudunun işlevini neredeyse tamamen yitirdi"
*
'İNSANLIĞIN DÜNYAYI TERK ETMESİ LAZIM'

Son olarak geçen yıl yaz mevsiminde Norveç’teki bir festivalde konuşan bilim adamı, “İnsanlığın Dünya'yı terk etmesi gerektiğine inanıyorum” demiş.

"Hawking’e göre uzay programlarında öncü olan ülkeler astronotlarını 2020 yılına kadar yeniden Ay'a göndermeli. İklim değişikliği gibi sorunlardan ancak başka dünyaların keşfiyle kurtulunabilcieceğini belirten İngiliz bilim adamı, önümüzdeki 10 yıl içinde Mars'a gidilmesi, 30 yıl içinde de Ay'a bir uzay üssü kurulması için çağrı yapmıştı."

Hawking sözlerini, "En iyisini umuyorum. Başka çaremiz yok" diyerek sonlandırmıştı.
***
Ben de öyle düşünüyorum. Ancak iklim değişikliği ve yaşam kaynakları sorununa çözüm olur diye değil; o sorunların üstesinden gelebiliriz. Gerekçede aynı düşünmesek bile ben de insanın dünyayı terk etmesinin kendisi için hayırlı olacağı kanısındayım. Ancak bu terk edişte paranın gücüne dayalı çekişmeci uygarlık bilincini de dünyada bırakmalıdır. İçinde ırkçılık, dincilik, milliyetçilik, bencillik, evlilik, zenginlik ve fakirlik olmayan, kısacası sadece insancı olan bir uygarlık tasarımıyla dünyayı terk etmeliyiz...

Yeni bir barışçıl ve işbirlikçi yaşam düzeni temelinde yükselmeyen uygarlık tasarımı yapmadan dünyayı terk etmek cehenneme gönüllü gitmekten farksız olur...

Muharrem Soyek

19 Şubat 2018 Pazartesi

İdam Ceza Değildir

İdam çözüm olaydı darağacı kurulan yerlerde cinayet işlenmezdi... Asla affa girmeyen ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası yeterlidir. İdam cezası, telafisi olmayan bir adalet yanılgısı da olabilir. Ayrıca idam zaten bir ceza bile değildir; cesetlerin özgürlük acısı çektiği görülmüş değildir.

İdam yerine suçluyu yaşadığına kahrettiren hücre hapsi cezanın çilesini çektirmesi bakımından bence daha adildir. Hücre cezasına hem yaş hem de süre koşulu konmalıdır. En az çekeri 10 yıl olmak üzere 60 yaş sınırına kadar hücre hapsi verilebilir. 10 yılı tamamlayan ve 60 yaşını geçenler koğuş düzeni hapsine alınabilirler.

Muharrem Soyek

Ölümün Eli

“Is there any meaning in my life that the inevitable death awaiting me does not destroy?” Tolstoy
(Kimin hayatı ölümün yok edemeyeceği kadar kalıcı bir mana yapabilir ki?)

Kanımca, insanlığın minnettar kaldığı kayıtlı düşünceler ve sanat yapımları ölümün yok edici tırpanlamasına direnebilmektedir. Ölümden sonrasına sadece ruhumuzdan ve düşüncelerimizden yansıtabildiğimiz  manaların kayıtlarını bırakabiliyoruz. Aslında Tolstoy da kendi yaşamından birçok manayı kayda alarak ölümün yok edici tırpanından kurtarmış ve bize kadar ulaştırmıştır. Yani, Tolstoy'un kendi varlığından zamana ilişen anlamı ölümün eli henüz yok edemedi. Tabi ki Tolstoy bu sözü söylediğinde bundan emin olamazdı.

Muharrem Soyek

Dürüstlük Algısı


"Dupduru bakan ve dürüst konuşan herkesi seviyorum" Nietzsche.

Sevgili Nietzsche, duru bakışımı hadi kafa ve gönül gözünle görebildin diyelim; dürüst konuştuğumdan nasıl emin olacaksın? Konuştuğum şey hakkında ne biliyorsan o kadar emin olursun. Şimdi senin tam da bilmediğin konuda konuşuyorsam dürüstlüğümü asla ölçemezsin. Benim dürüstlüğüm senin algında ancak kendi dürüstlüğün kadar belirebilir. Bu yüzden demeliydin ki, "Bilincimin dürüstlük algısı ölçerinden geçecek biçimde konuşan herkesi seviyorum".

İşte tam da burada şeytanın sanatı araya girip sözü öyle büker ki kişinin dürüstlük ölçüsüne cuk oturtur. Ve insan aslında dürüst olmayan, sadece dürüst görünen kişiyi sevmiş olur. Yalancının hüneri dürüst konuştuğunu sandırmaktır; yalancılık, sadece doğru olmayanı konuşmak değildir; yalanı gerçeğin algı süsleriyle gizleme sanatıdır. Yalanlarını görebildiğim sürece, ben yalancılardan nefret etmem; onlar dürüstlüğün değerini artırırlar. Dürüstlerin işi de sadece dürüst olmakla bitmez; yalancının mumunu söndürmek de dürüstlüğün yiğitliğindendir.

Öte yanda sözünün yalan olduğunu saklama çabası olmayan, yani açık yalanla konuşan kişi de bence dürüst konuşuyordur. “Bu elimdeki merhem her derde deva” diyen birisi yalanında dürüsttür. Çünkü bu yalan bilgiye bile danışmadan apaçık sadece düşünerek görülebiliyor. Bu kişi ya sözünün gerçekliğine inanmıştır ya da dürüstçe benim saflığımı kendi nefsinin yararına işletmektedir. Böylesi yalancılardan nefret etmek yerine bilgiyi sorgusuz kabul eden budala saflığıma bozulmayı yeğlerim.

Yalancı, gerçeği bilip de bildiği gerçeği bir başka gerçek sandırma çabasında olandır. Dürüst olmayansa, sözünü bilerek tutmayandır; yani, sözünün dinleyendeki manasıyla  asıl niyetini perdelemiş olandır. Böylesi kimse, konuştuğunun gereğini yerine getirme zamanına kadar dürüst algılanabilir. Yani Nietzsche de aldanıp bu adamı sevmiş olabilir.

Cahil, sözünde dürüsttür; sözün manasında yanlıştır. “Dünya öküzün boynuzunda durur; öküz kafasını sallayınca deprem olur” diyen adam yalancı bile değildir. Sadece bildiğini söyler. Hele ki dürüst olmadığını hiç söyleyemem; nasıl söylerim ki kendisi de öyle olduğuna içten inanmıştır. Nietzsche olsam bu durumdaki insanı sevmemekten utanırdım.

Muharrem Soyek