14 Ocak 2021 Perşembe

Dostun Postu

YABANCI olan DOSTLAR... DOSTLUK yapan YABANCILAR...

 Herkes yaşam ortamına ve bireysel varlık özelliklerine uygun bir algıyla farklı dostluk tanımı yapabilir; bu yüzden herkesin dost edinme değerleri de farklı olabilir. Kiminin ölçüsü manevi, kimininse maddi özelliklere ağırlık verir. Kimi de o kadar yalnızdır ki güzel bir söze bile razıdır. Dostlarımızdan beklentilerimizi biliriz ve belli de ederiz. Ancak, bilincindeki dostluk beklentilerine uygun davranıp davranmadığını kaçımız dürüstçe sorgulayıp kendi dostluğunu yargılamıştır ki? Çoğumuz kendisini doğuştan en baba dostun ta kendisi sayar da dostluk ilişkisindeki hayal kırıklığından hep karşı tarafı (dostunu) sorumlu tutmaz mı?

Peki, “Ben nasıl bir dostum?” diye sorsak yanıtını dürüstçe alabilir miyiz? Bu soruyu hem dost bildiklerimizin hem kendimizin dürüstçe yanıtlaması sanıldığı kadar kolay değildir. Çünkü, dostlarımız bizi kaybetme endişesiyle yanıtı tarafsız bir eleştirel akılla düşünüp de dürüstçe vermeye çekinirler. Eh biz de her zaman kendimizden tarafta kalacağımız için soruyu dürüstçe yanıtladığımızdan emin olamayız. Yanıtı ne kendi egomuza ne dostumuzun zarif iltifatına göre değil de candan arzuyla benimsediğimiz dostluk ilkelerine uygunlukla değerlendirmeliyiz. Önce nasıl bir dost istediğimizi saptamalı, sonra kendimizin bu saptamaya uyan bir dost olup olamayacağımıza onurumuz üzerine karar vermeliyiz. Sanırım dostluk ilişkisinde asıl eksik olan da budur. İnsan kendisini dost olarak sunarken dostundan beklentilerinin ne kadarını kendisinin de ona sunabileceğini dürüstçe yanıtlamış olmalıdır. 

Rahatsızlık vermekten çekinen, dost kapısından çevrilmekten korkan, onur denen bir tuhaf olguyu da hesaba katmalıyız. “Dostlukta onursal gurur olmaz, olmamalı” demeyin; oluyor işte. Aslında dostluk onur ve gururun en baskın olduğu insan ilişkilerinden biridir; çünkü karşılıklı üzülme veya kırılma olasılığı olan bir ilişki söz konusudur. Dostum dediğiniz kişi zor durumunuza duyarsız kalırsa yaşayacağınız burukluğun dostluğunuza yansımaması olası mıdır? Biraz da minnetlik korkusu basar insanı. Bu yüzden çoğumuz iyice sıkışmadan dost kapısını çalıp ihtiyacımızı doğrudan istemekte tedirgin kalırız.

***

E-Posta grup arkadaşım Taner Erdem bu konudaki deneyimlerini şöyle anlatmıştı: (2005)

“Bir dostum var, tam 10 yıldır her şeyi paylaşırız ama işin içine para girdi mi asla bana yansıtmaz. Dostum benimle maddi alışverişe girerse sonunda aramızdaki dostluğun nitelik değiştirip yozlaşacağından korktuğunu söylüyor... Ben de ona saygı duyuyorum; ancak onu kaybetmeme neden olabilecek şiddette bir sıkıntıya düşüp düşmediğini fark edebilmek için dolaylı duyumlara da uyanık duruyorum. Böyle bir durum oluştuğunda dostuma yardım elimi uzatmayı kendisi bile engelleyemez.

Dost yardımına gurur yapmaya bir örnek de kendimden vereyim: Askerden geldiğim ve dükkânı yeni açtığım günlerden birinde akşama kadar siftah yapmadım ve cebimde hiç para yoktu. Bir simit bile alamıyordum ve önceki akşam yediğimle duruyordum. Ziyaretime gelen birkaç dostuma hiçbir şey diyemedim. Oysa yemek ısmarlamak dostluğun en temel ve sıradan paylaşımlarından biridir. Ancak aç ve parasız olan kendiniz olunca durum değişebiliyor ve gururunuzu aşamıyorsunuz. İşin ilginç yanı o gün 4 dostuma da isimlerini hatla yazıp hediye etmiştim ve teklif etmelerine rağmen para almamıştım; üstelik de “para alınca hediyenin anlamı olmaz” diyerek bilgiçlik taslamıştım. O gün bana uğrayan dostlarım nasıl bilsinlerdi aç ve parasız olduğumu? Onların yerinde olsaydım ben bilebilir miydim acaba? Bir insanın aç ve parasız olduğu nasıl anlaşılır? Öğrenmek lazım… Dostlarımız için öğrenmek lâzım…

Her şeyimi kaybetmek üzere battığım bir dönemde, geçmişte ciddi yardımlarım dokunmuş olan bir dostumdan ilk kez maddi desteğini rica ettiğimde şöyle demişti bana: “Arkadaşların hepsi arabalarını yeniledi, bir sen bir ben kaldık; kusura bakma! Hem tatile de çıkacağım; para peşinde koşmaktan çok yoruldum.” Neyse Hızır yetişti; daha bir hafta önce tanıştığım ve çok da samimi olmadığım bir insan çıka geldi; halimi hissedip konuşturdu beni ve gidip kendi adına borçlanarak bana yardım etti. Biri yabancılaşan bir dost, biri dostluk sunan bir yabancı…”

***

Dostlar hep yardıma hazırmış gibi sorarlar: “Nasılsın?” Eğer iyiyseniz, sorun yok. Kötüyseniz, 2 seçenek vardır önünüzde: Ya gururun dayanılmaz baskısı altında “iyiyim” diye yalan söylersiniz ya da dostunuzun size yardımcı olacağına inanarak, “sıkıntıdayım” dersiniz. Eğer gönlünde gerçek bir yeriniz varsa, yuvarlak sözlerle geçiştirmeden dostunuz sizin için elinden geleni hemen yapar. Tersi durumda dostunuz kendi durumundan yakınmaya başlar ve uzun süre kendisine ulaşmanızı engeller. Bu aslında sahte dosttan kurtulmaya iyi bir fırsattır. Gene de geriye insanın içini büken bir eziklik kalır; onu da dostun gerçek yüzünü henüz ayaktayken görmüş olmanın tesellisine yatarak giderebiliriz.

Hepimiz can dostlarımız olsun isteriz; peki, kendimiz candan dost olabildik mi? Bilmeliyiz; sadece iyi günün keyfini paylaşan dostlardan mıyız, yoksa kötü gününde dostuna can suyu çeken dostlardan mı?

*Muharrem Soyek 

10 Ocak 2021 Pazar

Enerji Tasarrufu Haftası

 

Enerji Tasarrufu Haftası (Ocak 2. Haftası)

Evrendeki enerji tükenmez, sadece biçim değiştirip madde görünümü alır. Maddeyi enerjiye dönüştürebildiğimiz sürece enerji yoksunluğu çekmeyiz. Öyleyse neden enerji tasarrufu yapalım ki?

Enerjiyi en verimli düzenekle en az düzeyde kullanma gereği enerji kaynaklarının biteceği korkusundan değildir. Kullanılan her tür enerji ya keseye ya doğaya bir bedel ödetir. Elbette ben keseye dokunan kısmıyla ilgilenmiyorum. En çok tüketilen enerji türleri doğanın kendini yenileme ritmini bozucu kalıntılar bırakmaktadır. Bu tür enerjilere genel olarak fosil yakıt denmektedir. Petrol ürünleri, doğalgaz, kömür, tezek ve odun; bunlar fosil yakıtlardan sayılır. Odun ve tezek henüz fosilleşmiş olmasa da yakıldıktan sonra bıraktığı kalıntısal zarar nedeniyle ben onları aynı kefeye koydum. Anız yakmak da hiçbir işe yaramayan boşa ve zararlı bir enerji salımıdır.

Fosil yakıtların en büyük zararı havayı kirletmesidir. Bunun dışında: Küresel ısınmaya yol açar. (Bu da kuraklık ve sel gibi doğal afet nedeni olur) / Oksijenin azalmasına neden olur. / Karbondioksit oranını artırır. / Asit yağmurları oluşturur.

‘Tasarruf etmektense zararlı enerji kullanmayalım’ diyemiyoruz, çünkü henüz karşılığı yok. Tek çare var: Temiz enerji üretimi yeterli oluncaya kadar enerjiyi tutumlu kullanmalıyız. Enerjiyi tutumlu tüketmek hem çevresel hem milli duyarlık gereği yurttaşlık ve insanlık görevidir.

Doğrudan kullanılan enerjiyi tutumlu tüketmenin yollarını bu konuya duyarlı herkes kendince bilir ve bulur. Benim dikkat çekmek istediğim tasarruf biçimi, dolaylı yoldan enerji kullanımını düşürmeye yönelik. Örneğin: Tarımda ve günlük yaşamdaki su tüketimini azaltıcı yöntemler sadece bir su tasarrufu değildir. Suyu sağlamada kullanılan enerji de tasarruf edilmiş olur. Aynı mantıksal görüyle plastik tüketimindeki tasarruf da enerji tüketimini azaltıcı etki yapar. Elektrik enerjisi temiz görünür amma üretim kaynağında kullanılan enerji hepten de temiz değildir. 

Hele ekmek ve gıda israfı… Korkunç! Türkiye İsrafı Önleme Vakfı'nın hazırladığı rapor; bir yılda milli gelirin yüzde 15'inin israf edildiğini ortaya koydu. Enerjide, meyve-sebzede, ekmekte, suda yapılan israfın milli gelirde yarattığı kayıp 555 milyar lirayı buldu. (2019)

Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) 2019 verilerine göre Türkiye'de yılda 1.7 milyar ekmek çöpe atılmaktadır. Ekmeğin enerjiyle ne ilişkisi var? Fırınlar enerjiyle çalışır; tarım alanlarını işleyip ürün yetiştirme ve hasatında ve peşinden de pazarlanmasında hep enerji tüketilir; hem de fosil enerji. İsraf edilen her şeyin bir enerji bedeli vardır…

İşin acınası yanıysa, çevreci ve milli duyarlık gereği tasarrufla yaşamayı göze alsak, sudan, güneşten, rüzgârdan ve gel-git dalgaları gibi diğer doğa olaylarından elde edilecek temiz enerji yatırımları için yeterli kaynak bile yaratabiliyoruz. Ancak insan nefsi nedense tasarruftan hoşlanmıyor. Bence, enerji tüketim bedellerine ‘temiz enerji yatırım payı’ adıyla yüzde 10 zam yapmadan yakın zamanda kirli enerjiden kurtulamayız. (Muharrem Soyek)

8 Ocak 2021 Cuma

10 Ocak, Gazeteciler Günü

 Üç tür gazeteci vardır:

1. Gazete yayımlayan kimse.

2. Gazeteye yazı yazmayı, haber toplayıp vermeyi veya gazetenin yazı işlerinde çalışmayı iş edinen kimse.

3. Gazete satan kimse.

Ben ikincisi üstüne kısadan görüş sunacağım amma üçünün de gününü bu fırsat üzere kutlarım.

Gazetecilik zor meslek. Hani zorluğuna oranla kişiye ahım şahım maddi kazanç sağlamaz. Toplumsal yanı ağır basan mesleklerdendir. Başka insanlara güncel bilgi ve bilgi değerlendirmesi sunan güvenilir ve yansız kaynak olmak kolay değildir. Hele de gazetenin sahibi belli bir yaşam biçimini kayıran ve beğenmediklerini de yeren haber yapan gazeteciye rağbet ediyorsa, işler dürüstlük açısından daha da zorlaşır. Bir gazetecinin en değerli ve rağbet ettiği denetim uyarısı okuyucu eleştirisidir. Gene de gazetecilik mesleğini onurlandıran en etkin denetim gazetecinin kendisine olan saygısından kaynaklanır.

Gazeteci kendi vicdanı ve bilinçsel onayıyla haber ve yorum yapmakta özgür bırakılmalıdır. Bu özgürlükten ortaya çıkan ufak tefek ifade kusurları da hoş görüyle karşılanmalı. Ta ki hukuk ve toplumsal görgü geneline açıkça aykırı ifadeye geçilinceye kadar. Buradan ötesi yargının işidir. Gene de ben dilerim ki yargı da gazeteciyi tutuksuz yargılayarak hüküm versin ki hem gazetecinin özgürlüğü yersiz yere kısıtlanmamış ola hem demokrasi onurlana… Çünkü tüm dünya anca dürüst ve ahlaklı gazeteciler sayesinde küçülüp de cennet kıvamına dönüşecektir. Nasıl mı? Dünya insanları doğru haber ve bilgi yorumlarıyla bilinçlenmektedir. Bilgide yanıltılan bilinçse şeytanın tuzağına düşer… Burada bir nefes durup gazete okuyucusunu da uyarasım geldi. Bilincinizi sakın ola hep aynı haber kaynağından beslemeyin… (Muharrem Soyek)

 

1 Ocak 2021 Cuma

Yılbaşı Hindisi

 

Milyonlarca ağaç ve hindi yılbaşı kutlaması için kesilmektedir. Ve milyonlarca hayvan da Kurban Bayramı kutlaması için kesilmektedir. İşin en mantıksız duygusal çarpışması da bu ikilemde kapışmaktadır. Yılbaşı kutlaması yapanların çoğu kurban kesimine, kurban kesenlerin çoğu da yılbaşı kutlamasına karşıdırlar. Gerçi hindiler ve kurbanlıklar doğal değiller; ağaçlar da zaten sanayi tipi özel yetiştirme fidanları; ormandan kesmek yasak. Bu kutlamalar doğaya doğrudan hasar vermiyor amma gene de insanın vicdanını burup canını sıkıyor... Hani bu kadar emek ve kaynak daha insancıl işlere, örneğin açlıktan kırılan insanlara yönlendirilse, bayramlar daha kutlu ve yeni yıllar daha mutlu olmaz mıydı? BM der ki, dünyada her 5-10 saniyede bir çocuk açlıktan ölmektedir… Muharrem Soyek

31 Aralık 2020 Perşembe

Kibar Saygıyla Başla

 

 * “Nereden başlıyorduk? İlk önce seviyor muyduk? Yoksa ilk önce güveniyor muyduk?” Oğuz Atay

Sevmekten başla! Sevmenin karşılığı, insanın kendini güzel duyumsatır olmasındaki erdemli bencilliktir. Elbette bu hiçbir koşula bağlanmayan huzur veren bir bencilliktir. Güven ise mutlaka dünyalık bir karşılık beklentisine bağlıdır. Güvenden başlayamayız; çünkü güven için önce çıkar ilişkisi koşullarını belli etmemiz gerekiyor. Oysa her insan güvene gerek duymadan istediği kadar tek başına sevmeyi sürdürebilir. İnsan tek başına âşık da olabilir amma aşkın meşki asla tek kişilik değildir; mutlaka iki kişilik bir gönül ve yaşam birliği ister. İnsan tek başına âşık olur da aşk edemez. Dolayısıyla aşk ve güven, insanın tek başına yeni bir başlangıç yapmasına izin vermez. Ve başkalarıyla uzlaşı temelinde yapılan başlangıçsa hepten bizim başlangıcımız olamaz…

Sevmek, özgürdür. Seven kişi, sevilinceye dek sadece kendine sorumludur. İnsan kendini mutlu etmek için sever; bundan dolayı başkası da mutlu olabilir elbette, ancak kimse başkası mutlu olsun diye sevmez. Kişinin kendini dışlayıp da sadece başkasını mutlu etmek için seviyor görünmesi, saklı bir çıkardan değilse anca yatıştırıcı bir nezaket gereğidir. Anneler çocuklarını her ne pahasına da olsa severler. Gene de onlar bile çocuklarını o denli fedakârca sevmekten mutlanırlar. Görüldüğü gibi herkes sevmekten başlayabilir; çünkü sevmek kişinin kendini kendiliğinden mutlandırmaktan öte bir çıkara bağlı değildir. Sevmenin, sevilmek gibi bir beklentisi bile yoktur…

Az düşündüm de galiba daha iyi bir başlangıç nedeni buldum: Sevmekten başlamalı demiştim amma herkesi de sevemeyiz ki! Ayrıca, her ne kadar çıkarsız sevsek de herkesin tarafımızdan sevilmeyi kabul etmesini de bekleyemeyiz; bizden gelen sevgiden rahatsız bile olabilirler. Ancak, kibar bir saygı çerçevesinde herkesle ilişki kurabiliriz; bize saygı duymayanla bile… Şu gelen yeni günde yaşama saygıyla başlayacağıma söz veriyorum. Bence, her şeyden önce birbirimize saygılı olalım yeter. Hem birbirimize hem varlık nedenimiz olan çevremize üstünlük taslamadan, saygıyla davransak yeter… Saygı her şeyin başında tutulmalıdır: Toplumsal varoluş huzurunun gerekçesini oluşturan görenek ve hukuka bağlı kibarca saygı duyumu, insan tıynetini de yüceltir; öyle ki, saygı görmemek asla saygısızlık nedeni yapılmaz…

Beğenip beğenmesem, sevip sevmesem de saygım herkesedir; sevgim de herkese açıktır amma sadece seçtiklerime haktır… Ya aşk? İşte o sadece iki kişi arasında paylaşılan bir gönül sefasıdır… Ben kibar saygıdan başlıyorum; sevmeye ve güvene oradan geçeceğim. Sevmekle güven arasında umarım aşka da rastlarım… 

Muharrem Soyek



25 Aralık 2020 Cuma

Yeni Yıl

 

Yeni Yıldan Bekleme Kendinden Bekle

Her Yeni Yıl yeni umutlarla karşılanır; umutların ellerinden tutalım ki mutluluk yapsın umutlarımız.

Zamanı anlamlandıran insandır. Eskitebileceğimiz yeni bir yıl yok aslında; fakat bir yeni başlangıç anı hep vardır. Geçmişini bugünün bilgisine danışman yap ve onu saygıyla hatırla. Hatırlarken geçmişinle ilintili kinleri, hayal düşüklerini ve gönül acılarını gittikçe çürüyen bir ruh gibi geleceğine taşımaktan vazgeç.

Bu yıl kendine bir iyilik yap ve daha çok gülümse; daha çok affet; zorlansan bile daha hoşgörülü olmaya çalış. Daha güzel yemek, hoş sohbet, daha çok şarkı, daha çok dans iste; bir ağustos gecesi bülbülleri dinleyerek ay ışığında gezinmek için bir bahane iste...

Dünyaya bir kez doğabileceğini ve evrenin sonsuz büyüklüğünü düşünürsen, hayatın sonu gelmişçesine tasalandığın ve kırıldığın şeylerin ne kadar küçüldüğünü görebilirsin. Bir ışık yak bu yılın ateşinden ve yeni bir yol aç kendine.

Hayat yollarında ruhunun aşk fenerini hiç söndürme bu yıl. Hadi kıpırda biraz, kendin için bir ışık yak...

*YENİ YIL ATEŞİ


Ölü yapraklar düşmekte

“Değişen dönektir” diyen üstüne

Bense değişirim döne düşüne

Eski yıldan alaz yeni yıl ateşimle.


Anlam topal kalır sade bilimden

Bir mana daha çekmeli gönülden

Tutuşmalı insan yürek içinden

Umut ışıtan yeni yıl ateşinden.


Gelmişim geçmişin dibinden

Giderim gelecek peşinden

Evrim evrim zaman elinden

Yana yakıla değişirim ben

Her yeni yıl ateşinden.


Döner devran

Evrilir irfan

Akıl gelir başa

Putlar döner taşa

Ben gene yanarım ezelden

Yılları yakan gelecek közünden…

*Yeni bir yıl yoktur kapıdan içeri girecek, tıpkı eskiyen bir yıl olmadığı gibi çöpe atılacak. Sadece yeni hayaller ve eski özlemler vardır toplanacak… 

*Muharrem Soyek

21 Aralık 2020 Pazartesi

Çıplaktı Kral Kördü İnsan

 

* The KİNG Invisible (Türkçesi aşağıda)

(My Name Is Covid-19) Elodie Schultz

*

Today you left home,

Serenely, as if I didn't exist.

Being confined is complicated,

What a waste of time being locked up...

You'll meet acquaintances,

They don't cough, they're fine,

There is no harm in shaking their hands.

A few braces, you're kidding,

Then you're gonna get yours.

…   …   …

*

Çıplaktı Kral Kördü İnsan

Bugün evden çıktın

(Dostlarınla sohbete kaçtın)

Sessiz sakin, sanki ben yokmuşum gibi

Eve kapanma zoru gerçekten can sıkıcı

Bilemezsin ne manasız bir zaman kaybı

Seninse çıkmaya sağlam bahanen vardı;

Sen şimdi tanıdık insanlar görürsün

Öksürmüyorlarsa korkma iyidirler

Bir şey çıkmaz selam verip 

                                       tokalaşmaktan 

Ne olur ki birkaç sarılma, şaka bile 

                                                  yapsan!

Akşama kalmadan sıcak yuvana 

                                                 dönersin.

Beni ne gördün ne hissettin

Gene de beni taşıdın, evine aldın

Ailenin ta içine saldın

Şimdi ben sessizce kuluçkaya yatarım.

Bir iki güne saldırıya geçerim…

Karın yorgun argın, bedeni ağırlaştı

Önemli bir şey olduğunu düşünme

Sıradan soğuk algınlığı hepsi bu işte…

Ateş ve öksürük başladı bile

Sense hâlâ kör ve sağır uykudasın!

İçten içe her kaleyi ele geçiriyorum,

Bir sihirbaz gibi sana bineceğim...

Karına bak, boğuluyor, boğuluyor!

Acı çekiyor, korkuyor!

Acil yardım çağırdın,

Sırada kızın olduğunu anlamadın!

Hastane benim krallığım!

Burada herkes benden konuşur

Hepsinin ödü patlıyor, biliyorum

Hekimler ve hemşireler…

(Hayret ki hepsi canla başla işlerindeler!)

Karın gittikçe zayıflıyor,

Ama çaren yok; yer de yok

Solunum cihazı yok, maske bile yok.

Destek yok, aile yok!

Ters döndürülmüş yatakta tek başına…

Hissediyorum; çok korkuyor, ağlıyor!

Üşüyor, terk edilmiş kalbi acıyla  

                                             sökülüyor

Karanlık bir boşluktan, seni sevdiğini 

                                              söylüyor.

Uyutuyorlar; daha da sert saldırıyorum!

Hayat devam ediyor,

Kalp atışı yüz,

Kalp atışı elli, yirmi ve sonra sessizlik...

Onun için de karar aldım,

Sonsuza yollandık birlikte.

Ona hoşça kal bile diyemedin,

Diğerleri gibi karanlıkta gitti.

Zamanı geri saramazsın

Uyarılmıştın amma, öyle değil mi?

Benim adım Covid-19

Bu gece karını aldım, ömrünün yarısını

senin yardımınla öldürdüm!

Sana sadece gözyaşlarını bıraktı...

*

(Beni ciddiye almadın anlaşılan

Yoksa olmuştun şimdi bin pişman

Açıkça gördüm seni acı gerçekten

Çıkar çıkmaz hastaneden

Maskeni indirdin hemen

Peki neden?

Gene vardır senin sağlam bir  bahanen…)

*

Çeviren, Muharrem Soyek; Taçsız Kral’a karşı direnen tüm sağlıkçılara armağan…

*

(Şiirin aslı Fransızca: Aujourd’hui tu es sorti de chez toi,

Sereinement, comme si je n’existais pas. … Je m’appelle Covid-19) …  …  …   Elodie Schultz

*

NOT: (Parantez içi yazımlar benim eklentimdir.)

***

3 Aralık 2020 Perşembe

Dünya Engelliler Günü

Bu özel gün (Aralık 3) engellilerin başarılarını sergileyip onlara övgüler düzerek geçiştirme günü değildir. Hayatın geçici yansımasında bir üstünlük anıtı gibi kibirlenmenin aşağılık bir insanlık ayıbı olduğunu bazı engelsizlere hatırlatma fırsatıdır.

*Engele Takılma

Şükretme bahtına engelsiz geçince 

Sakın acıma engelliyi görünce 

Ne engelsiz var engelliden beter

Sen engelliye engel olma yeter.

Hangimiz engelsiz olandır?

İnsanın engeli gene insandır

Haydin! El ele gönül gönüle

Varalım tüm engelleri yıkmaya

Ta ki insandan engelsiz kalana… 

(M. Soyek şiiri)

*Akraba evlilikleri, gebelik öncesi tedbirsizlikler, aşıların zamanında yapılmaması ve kazalar; insanı engelli eden başlıca nedenlerdir. Birçok engelli değil mi ki birçok engelsiz başkalarının kusurlarından dolayı engelli olmuştur… İşte bu yüzden engelli insanlarımıza eğitim ve iş olanakları sağlamak, yaşam ortamlarını engelliye uyarlı düzenlemek, engelli ve engelsiz hepimizin en toplumsal varoluş borcu olmuştur.

En onulmaz iki insan engeli bilirim: Biri, sevgi sofrasına tüküren gönül; diğeri, engelliyi toplumun sırtında yük sayan beyindir. Sevginin ikramını hor göreni, engelli insanlarımızla alay edeni ve onları işe yaramaz sayanı ayıplamak, insan olmanın başat onuru yapılmadan biz bu iki engelimizi zor aşarız. Eh, aşamayınca kim diyebilir ki “insan oldum da öldüm!”

Engelli insanlara özel tasarlanmış hizmetleri işgal etmeyelim ve yeterli olması için yardımcı olalım. Bir gün aynı engelli durumun bizim de başımıza gelebileceğini unutmayalım. Hepimiz birer engelli adayı sayılırız; ya kaderden ya insandan... Aslında engelliye hürmet ve saygı, kendimiz için yaptığımız en sağlam ve bedava sigortadır. Bir gün bizi de engelli yapacak olası bir yaşam gerçekliğini görmezden gelmek, çürük binada deprem duasıyla oturmak kadar budala bir avuntudur…

Engelli yoktur, engelleyen engelsiz vardır…

*Muharrem Soyek


29 Kasım 2020 Pazar

Covid-19 Bizden Akıllı mı?

 

Bu Corona Virüsü sanki akıllı. Daha çok insana bulaşmak için, bulaştığı insanın içinde sabırla pusuya yatıp kendini belli etmiyor. Sanılanın aksine, ikinci kez yakalananların daha da ağır geçirdiği tespit edildi. Ağrıları korkunç. Beyin patlayacak, gözler yuvalarından fırlayacak gibi. Kalp derseniz çıldırmış gibi atmakta... Dayan dayanabilirsen. Vazgeçersen doğru tahtalı köye.

Virüs akıllı dedim ya; sanki matematik de biliyor. Bulaştığı her insanı hasta etmiyor; beşte bir oranıyla ilerliyor. Böylece hafif geçiren o 4 kişinin "Yok be! Abartıyorlar; grip bile bundan beter..." diyerek efelenmeleri virüsün acıyla kıvrattığı kişiyi kamufle ediyor. Tabi bir de bilgiç bilgiç virüsü nasıl alt ettiklerini anlatır durur o dörtlü. "Organik beslenin; bol sarımsaklı sirkeli kelle paça yiyin; sabahları sızma zeytinyağı için; akşamları sirkeyle gargara yapın..." Oysa ben bilirim ki o dörtlüyü virüs zaten kendisini masum ve zayıf göstermeye ayarlı azat etmişti. :) Virüs beş kişiden dördünü seyahat aracı olarak kullanmaya ayırıyor; onlarda klinik tedavi gerektirecek hastalık yapmıyor. Filyasyon ekibi bu hafif Covid 19 vakasını tespit etmişse kişiyi evinde kalması için uyarıyor. Olmadı özel karantinaya çekiyor. Virüs seyahat aracının garaja çekilmesinden memnun değil tabi. Hemen beynin sosyalleşme dürtüsünü uyarıcı dürtmelere başlıyor. Yapılan bir araştırmaya göre virüsün kışkırtmasıyla hastalık belirtisi göstermeyen çok kişinin 15 gün insanlardan uzak kalmaya dayanamayıp karantinadan firar ettiği söylenmekte.

Kötüyü tanırsan korkarsın. Ben korkuyorum. Bu salgında korkunun ecele faydası olduğunu da öğrendim. Elbette salgın sonuna kadar tek kişilik bir sığınağa kapanıp kalamadıkça hiçbir önlem yüzde yüz koruyucu olmayabilir. Gene de kaderin ecel takvimine güvenip de yüzde yüz korumasız kalmaktansa, yüzde doksan korumayla yaşamayı yeğlerim. Hani ola ki yüzde onla virüs geldi beni buldu; işte o zaman, "bende kusur yok, insan uygarlığı utansın" diyerek virüsü selamlarım. Belki o da benim bu onurlu duruşuma hürmetle cezamı hafif keser.

Herkes korunmak ve korumak için ne yapılması gerektiğini artık çok iyi biliyor. Sadece çoklukla ciddiye almıyoruz. Demokrasinin aciz kaldığı durum bu olsa gerek. NATO, Rusya ve Çin askeri güçleri gözetiminde özgürlük küresel çapta  bir 20 gün zorla kısıtlansa bu iş anca biter. Hayal tabi! Bize kalan gerçekse en az bir yıl insan içine çıkmaktan kaçınmak...

DİP NOT: Covid-19 bizden akıllı değil. Zaten aklı yeterli olaydı bizi hasta edip öldürmez de paşa paşa bizimle birlikte yaşar giderdi. İşin gerçeği, Covid-19 var olmak için bizden daha istekli savaşıyor...

24 Kasım 2020 Salı

Öğretmenler Günü

 

Öğretmen deyince nedense aklıma hemen ilkokul öğretmenim düşer. Sanırım bunun nedeni 5 yıl boyunca annemden sonra tek disiplin amirim oluşunun yanında, verdiği yoğun eğitim ve özendirdiği örnek kişiliğiyle kimlik özelliklerimi yapılandırmamda ailem ve mahallemden bile daha etkili olmasıdır. Sevgili öğretmenim Neriman Güç'ün ruhu şad olsun. Allah, benim fukara çocuk ruhumu sevindirmesi hatırına onu cennetine alsın; almazsa bilsin ki aynı çocuk inadımla çok fena küserim…

İlkokul sıralarındayken, belki de çoğumuzun en büyük hayali öğretmen olmaktı. Sevgi dolu sesi, bilgiye aç küçük beyinlerimizi doldururken, öğretmenimize hayran hayran bakar ve onun gibi iyi bir insan olmak isterdik. Yazı yazmayı, okumayı, kitapların en iyi dostumuz olduğunu, araştırmanın, doğayı korumanın insanlıktan olduğunu onlardan öğrendik. Mendil taşıma alışkanlığı, tırnak ve saç bakımı, kitap ve defterleri yıpratmadan kullanmak, el yıkamak, ilk öğretmenlerimizin bize kazandırdığı güzel alışkanlıklardır. Eskiden güzel el yazısı yazma eğitimi de verilirdi. Ancak şimdiki öğretmenlerin çoğu okuması kolay oluyor diye öğrencinin temel harflerle ayrışık yazmasına ses çıkarmıyorlar. Oysa bir öğretmenin güzel el yazısında ısrarcı olması gerekir gibime geliyor. Güzel el yazısı estetik bir bütünlük duygusudur; çocuğun ilk sanatsal kimliği gibidir.

Öğretmenler günü, Mustafa Kemal Atatürk'ün başöğretmen olarak kabul edilişinin yıl dönümünü hatırlatmasının yanında, esas olarak insanlığı yücelterek ilerletmede öğretmenlerin çok büyük katkı payı olduğu için önemlidir. Dünya genelinde, pek çok ülkede 1994’ten beri her yıl 5 Ekim günü UNESCO tavsiyesiyle Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. Eskiden ülkemizde 16 Mart'ta resmi olmayan kutlamalar yapılırdı. 16 Mart, öğretmen okullarının kuruluş günüdür. On İki Eylül Darbe Hükümeti 24 Kasım'ı Öğretmenler Günü olarak resmileştirdi. 24 Kasım bence doğru seçimdir; Baş Öğretmen sanlı Atatürk’e değinmeden bir Öğretmenler Günü kutlaması Cumhuriyet ruhuna yakışmazdı.

Eskiden, 1960-70'lerde, öğretmenler geçim sıkıntısı çekmezlerdi. Ancak bunun nedeni onları kayırıp daha çok maaş verme politikaları değildi. Memurlar zaten genelde iyi durumdaydılar. En büyük işveren devletti; orta okulu bitirmiş olan bile çok kıymetliydi. Ülke genelde çok fakirdi; bu yüzden göreceli olarak öğretmenlerin maddi durumları da iyi görünürdü. O zamanlar bugünkü tüketim alışkanlıklarının çoğu zaten yoktu. Araba derdi yoktu; uydu alıcıları, bilgisayarlar, televizyon, telefon, doğal gaz, hatta çocuk bezi bile yoktu. En büyük gider gıda gideriydi. Memurların elinde gıda harcamasından sonra epey bir para kalabiliyordu. Parayı tüketecek zorunlu yaşam harcaması nicel olarak sınırlı olduğu için, gıdadan artan bu para insanı zengin göstermeye yetiyordu. Bugünse gıda gideri zorunlu tüketim harcamasında daha az ölçekte kalmasına rağmen ve eskisinden daha iyi koşullarda yaşanmasına rağmen, hiçbir memur sırf maaşıyla zengin görünümlü değildir. 

Öğretmenler, ahlâklı tüm memurlar gibi, maddi açıdan bir gerileme yaşamışlardır. Doğrudur; ancak bu gene de öğretmen niteliğindeki düşüşü açıklayabilecek temel bir neden gibi durmuyor. Üstelik eskiden sınıflar çok daha kalabalıktı. Ayrıca öğrenciler de çoklukla yoksuldu; yamalı önlükleri, kara lastik pabuçları ve takım sandığı gibi tahtadan çantaları vardı. Öğretmenler sadece eğitip öğretmekle kalmazlar öğrencilerinin maddi halleriyle de çok yakından ilgilenirlerdi.

Şişli 19 Mayıs İlkokulu'nda bile sınıfların yarıya yakını gecekondu ve kapıcı çocuklarıydı. Öğretmenler bu çocukların beslenmesi için durumu iyi olan çocuklardan çift beslenme getirmelerini isterlerdi. Durumu iyi olan velilerle konuşurlar, fakir öğrencilere önlük, ayakkabı, "okul bavulu" aldırırlardı. Gerekirse kendi olanaklarını kullanarak yardımcı olurlardı. Kontraplaktan yapılma, mini bavul çantaları yaygındı o zamanlar. Nerede şimdiki gibi sırt çantaları!

Her Öğretmenler Gününde, öğretmenin geçinemediği, ek iş yaptığı ve bu yüzden nitelikli öğretmen olamadığını söyler dururlar. Bana göre, sorun daha çok başka yerden kaynaklı. Bence, şimdiki bozulmuşluk öğretmen maaşını artırmak için bir koz olarak kullanılıyor. Öğretmen niteliğindeki bozulmanın nedeni aslında bizim bozulma nedenlerimizden farklı değil. Tüketim budalası bir uygarlık sevdasıyla hepimiz az çok insani ve milli ruhumuzun onurlu duruşunu kaybettik.

Nedenlerden birincisi, toplumda genel bir bencil bireycilik yükselişi sürmektedir. İkincisi ve bence en etkin olanıysa, öğretmen yetiştirme eğitimidir. Öğretmenin öğrenciyi insan etmeye eğitme yetisi önemsenmeyip sadece öğretici olmasıyla yetinilmektedir. Öğretmenin öğretmesini yeterli gören bu sistem, çocuktan “insan” yapabilecek bir ülkü tutkunu öğretmen yetiştiremiyor.

Üçüncüsü, öğretmenlik artık toplumsal saygınlığını yitiren bir meslek olmaya başladı. Eskiden gururla saygı duyulan bir meslekti. Şimdiyse öğretmenlik toplumsal düzeyi düşük sıradan bir meslek gibi algılanıyor; en berbat olanı da toplum ahlâkı bunu kanıksamış durumda. Bu yüzden kimse çocuğunu gururla öğretmen olmaya yönlendirmiyor; daha yüksek maddi getirisi olan mesleklere yönlendiriyor. 

Öğretmenlik mesleğine eski saygınlığını kazandırmak sadece öğretmen maaşını artırmakla olacak iş değil. Hatta maaştan bile öncelikli olarak, öğretmene mesleki ülküsünü kazandıracak eğitim sistemini adam etmeliyiz. Öğretmenin gönlüne öğretmenliği yücelten duyguyu, öğretmen olmanın saygın gururunu yerleştirmeden, öğretmenin cebini altınla doldursak işe yaramaz... Zorunlu eğitimde görev alacak öğretmenler doğrudan öğretmen mesleğini konu eden yüksekokullarda yetiştirilmelidir. Öğretmenlik Yüksekokulları açılmalıdır.

Bir söz vardır, "Ağaçlara da çocuklara da büyümeyi öğretemeyiz." Biz onların sadece sağlıklı büyümelerine yardımcı olabiliriz. Bu yüzden öğretmenin çok bileni ve çok öğreteni değil de öğretmenin doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını öğreteni ve daha da önemlisi, bilgiden düşünce üretmesini öğreteni makbuldür. Düşünmek öğretilebilir bir şeydir. Sokrates, öğretmenlere der ki: “Öğrencilerinize bir şey öğretmeyin, onların düşünmesini sağlayın yeter.” Çünkü düşünmeye başlayan zaten kendi merakını giderme arzusuyla öğrenecektir. Ve bir merak peşine takılarak öğrenilen bilgi en kalıcı olandır; asla silinmez. Ancak, öğrencilere düşünmeyi öğretirken bilgiyi bulabilecekleri yol ve kaynakçaları da öğretmek gerekir.

Elbette eğitim sisteminin devamlılığını göz önüne alarak, zorunlu eğitimde öğrencileri üniversite giriş sınavlarına hazırlayıcı bir yaklaşım kaçınılmaz duruyor. Ancak, bunu başarının ölçüsü bir bilgi ezberi yarışına çevirdik mi her şey berbat oluyor. Ders notlarını bir kamçı gibi kullanıp çocukları yarış atı yapmaktan vazgeçelim. Öğrencinin içinden gelen bir merakla öğrenme arzusu duymasını sağlayacak yol yöntemdir eğitimin ve öğretmenin gerçek başarısı.

Yüce önderimiz Cumhuriyet'imizi gençlerimize, gençlerimizi de değerli öğretmenlerimize emanet etti. Onun bu emanetine sahip çıkarak, öğretmen olmanın onurunu her zaman ışıklı bir taç gibi başının üstünde taşıyan tüm öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum...

Öğretmene gereken değerin maddi ve manevi olarak verileceği daha güzel günler görmek umuduyla, öğretmenin mesleğindeki özveriye saygıyla, ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN!

Ne mutlu onlara ki öğretmenlerini minnet ve şükranla anarlar…

Muharrem Soyek (23 Kasım 2008)