20 Mart 2020 Cuma

Bağış Sadaka Zekât Yardım

Bağış, sadaka, zekât ve yardım işlerini öyle derinlemesine tarihsel, toplumsal, dini ve felsefi düzeyde merak edip irdelemiş değilim. Gene de kendi bilincimdeki kavramsal algıları paylaşmak istedim. Aslında bunların hepsi kendi özelindeki koşullarla farklılaşmakta. Bağış yapmak genelde kurumsal yardım örgütlerine maddi yardım işidir. Gene de bazı özel durumlarda kişiden kişiye mülkiyet geçişleri de bağışla yapılmaktadır.

Sadaka, düşkün gördüğün herkese gönlünden ne koparsa odur; hatta hayvan ve bitkilere yaptığın yardım bile sadakadır. Sadakanın özelliği bireysel sunu oluşudur; kurumlara sadaka verilmez. Zekâtsa ibadettir. Kendine yeter olan malından ve parandan kırkta bir kesip senden daha yoksul olana aktarma işidir. Gene de herkesin kendi varsıllığına görece yoksul bildiğine vermesi durumunda, zekât çarçur olabilir diye düşünürüm. Ben devlet onaylı hayır kurumlarına vermeyi yeğlerim. 

Bağış, sadaka ve zekât kesin biçimde maddi paylaşım işidir. Yardımsa hem maddi hem manevi paylaşımla olabiliyor. Hayırlı bir işi açık övgüyle desteklemek bile yardımdır. Akıl vermek de yardımdır amma genelde ‘Akıl bende de var, sen paradan haber ver!’ denilerek geri çevrilir. Bize bir çıkar getirmediği hâlde birinin işini kolaylaştırmak, yaptığı işin bir ucundan tutmak da yardımdır. Maddi bir karşılık beklemeden verilen her şey yardım sayılır. Kâr gözetmeden belli bir süreliğine ödünç verilen maddi şeyler de yardımdır.

Bağış ve yardım yapmanın felsefesi bende basittir. Tek başıma dünya nimetlerinin tadını çıkarıp öylece doğduğum gibi ölebilirim amma tek başıma insanca yaşayıp ölemem… Bağış ve yardım işleri anca benlik dışı bir amaca hizmet aşkıyla, yani insanın kendinden ötesine gönüllü fayda eylemidir. Eğer ölümünden öncesi ve sonrası dünyayı daha bir güzel yaşanır etmeyi ya da ahret hesabını umursamayan birisi, (bağış, sadaka, zekât ve yardım) yapıyorsa; büyük olasılıkla toplumun gözünü perdeleyerek daha büyük bir dünyalık için yatırım yapmaktadır…

Sadaka da zor iştir. Kimin sadakalık olduğunu bilmek zordur. Sırf ‘Allah rızası için!’ diyerek dileniyor diye dilenciye verilen şeyin gerçekten sadaka olduğunu kim bilebilir? Belki de yaramaz bir örgüt elemanıdır da bu yolla para toplanıyordur. Belki de oldukça zengindir bile. Kurumsal bağış ve bilinçli yardım işi bana en uygunu gelir. Yardım işinde, elimdeki fazladan ne çıkarsa muhtaç bildiğimden esirgemem.

Bağış olayı en toplumsal yardımlaşma yöntemidir bence. Hele de bu devirde. Cep telefonu kontöründen bile bağış yapılabilmekte. Anlayacağınız, bu bağış ve yardım işi gelir yüksekliği koşuluna bağlı işler değildir. Gönül yüksekliğine bağlıdır. Dünyayı ve insan uygarlığının geleceğini umutlandırmaktan keyif alma işidir. Bağış da kolay, yardım da kolay; gene de yapmamız gereken çok önemli bir şey var ki, şu soruları yanıtlamış olmalıyız: (Nereye ve kime yardım? Nereye ve kime zekât? Nereye ve kime bağış?) sorularına vicdanımızı ve yaşam felsefemizi aldatmayacak yanıtı vermiş olmalıyız. M. Soyek


16 Kasım 2019 Cumartesi

Anlatamıyorum

How to Tell?

Would you hear my voice, if I cry
In my verses;
Could you touch my tears
With your fingers?

Never knew songs could be so beautiful
And words so feeble to make the heart feel
Before I have fallen into this misery.

I know there's a place
Where you can say all you wish
So close I am, almost to be seen
But I have no word to mention the reflection...

Orhan Veli Kanık (Translated from Turkish by Muharrem Soyek)
*
Anlatamıyorum

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.

Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum. (Orhan Veli Kanık)
*


29 Eylül 2019 Pazar

Millet Bölünürse Ufalanır Yok Olur

* “Veren el alan elden üstündür” derler. Ancak, eli açıklıkta dengeyi kaçıran eller çok zaman boş ceplerde avare dolaşmak zorunda kalabilirler. Bence de titremeden veren ellerle paylaşmak biriktirmekten hayırlıdır. Gene de hep hatırlamalıyız; temel ihtiyaçları karşılamadaki olası yoksunluk sıkıntısının onur kırıcı karşılanışlarını def edecek birikimi yapma niyetiyle tutumlu olmak asla cimrilikten değil, aklın sağduyulu öngörüsündendir. Belki de en doğrusu “Paylaşan el sakınan elden üstündür” demek gerekiyor.

TDK sözlüğünde “bölüşmek”, “paylaşmak, üleşmek” olarak; “paylaşmak” da “bölüşmek” diye tarif ediliyor.

Bölüşmek, paylaşmak kadar iyi bir şey değildir. Çünkü bölüşmek ayrışım ve sınır çekmeyi de getirir. Bence en bereketli olanı parça mülkiyeti vermeden bütünü kullanımda adil paylaşımdır. İhtiyaç durumunu ve bütünün varlık nedenseli olan emek değerini ölçü almak paylaşım hakkı adaletinin ana ilkesi yapılmalıdır. Paylaşım anlayışı, gereğinde payların da paylaşılması ilkesini benimser olmalıdır.

“Bölünürsek yok oluruz/ Bölüşürsek tok oluruz” Yunus Emre

Paylaşmak yerine bölüşmek demiş olsa da tam benim anladığımdır. Yunus Emre’nin “bölünmek” ile uyak tutturmak için “bölüşmek” sözcüğünü yeğlediğini düşünüyorum; buradaki anlamı paylaşmaktır bence. Evet, bölüşmeyi paylaşım olarak algılayınca mana cuk oturuyor. Birleşik emek gücüyle elde edilen nimetleri paylaşmaktan söz ediyor.

Ancak, bugünkü gözlemlerime uyarlı olarak halk içindeki olası algı kaymasına dikkat çekmek isterim. Hayatın nesnel gerçekliğinde insanlar bölüşmeyi hukuk gereği bir hak görüyorlar. Mirasçıların mal bölüşümü gibi. Örneğin; babadan kalan mirasla bir konak bölüşüldüğünde oda oda sahiplenilir ve herkes kendi bölümünde konaklar; gene herkes sadece kendi bölümünün bakımından sorumlu olur. Bence bölüşülmüş konak daha erken yıkılır. Bahçe bile parsellenir de herkes kendi ağacının gölgesinde oturmayı yeğler.

Eğer bölüşmeyip de paylaşmış olsalardı, mirasçılar ve hatta onların akrabaları rahatsız etmeyen her hâlleriyle o konağın her bölümünden faydalanabilir olurlardı. Mutfak, sofa ve bahçe nöbetleşe değil de birlikte kullanımda kalır; hatta misafirler ortak külfetle ağırlanırdı. Her bölüme ayrı bir mutfak ve hatta banyo tuvalet yapmaya gerek kalmazdı. Bakımı da doğal olarak emek ve para paylaşımıyla daha bütünsel yapılacağından konağın ömrü artar. Paylaşmak bölüşmekten iyidir…

Paylaşım, bana ortaklaşa bir yaşam biçimini çağrıştırırken, bölüşümse özel mülkiyet sınırlarıyla bölümlü bir yaşam biçimini çağrıştırıyor. Tabi ki ben meseleye sofradaki ekmeğin bölüşümünden öteye geçen bir algıyla yaklaştığımdan öyle görüyor olabilirim. Hani ekmeği bölerken çok da kime ne kadar gittiğine özenmeyiz ya! Eh, bölüşmek de sadece ekmek için kullanılır bir sözcük değil hani.

Aradaki mana inceliğini kavramaya yardımcı güzel bir örnek buldum:

“İçtikleri su ayrı gitmez, her derdini onunla paylaşırdı.” H. Topuz.

Şimdi burada, “paylaşırdı” yerine “bölüşürdü” sözcüğünü koyup okuyunca manada duygusal bir eksilme seziyorum. Dertler, acılar, sevinçler gibi soyut gerçekliklerin bölüşülmesi çok da olası görünmüyor; çünkü gönül doyumunun kantarı herkesin kendine özel duyumuyla ölçülür. Kişi, dostunun derdini ve sevincini tam olarak, hatta daha da ileri giderek fazlasıyla bile paylaşabilir; gönlünün çekeri kadar. Fakat hiçbir şey tam birimiyle bölüştürülemez. Paylaşımsa nesnel bir gerçeklik arz ettiği kadar, ölçeksiz bir duygusal birlik hissi de veriyor. Bölüşüm sözcüğü bende duygusal tokluk hissi uyandırmakta yetersiz kalıyor.

Yukarıdaki zihniyetimle bakınca diyorum ki; vatan miras malı değildir milletin yuvasıdır; bölüşülmez, sadece paylaşılır. Vatanın nimetleri de bölüşüldükçe küçülür, paylaşıldıkça çoğalır. Millet, bölüşürse ufalanır yok olur; millet, paylaşırsa dirileşir tok olur. Muharrem Soyek
***

27 Eylül 2019 Cuma

İhtiyar Taşçı

“Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kaya yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır, ‘keşke güneş olsaydım’ diye…
‘Ol’ der Tanrı, güneş oluverir ihtiyar taşçı. Fakat bir bulut gelir önüne, hükmü kalmaz güneşin. Bulut olmak ister bu kez… ‘Ol’ der Tanrı ve bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister; ona da ‘Ol’ der Tanrı ve rüzgâr olur bizim taşçı. Rüzgâr olup her yere egemen olur, fırtına olur kasırga olur; her şey rüzgârın karşısında eğilir. Tam keyfi gelmişken koca bir kayaya çatar. Bir o yönden bir bu yönden eser çarpar da ‘bana mısın’ demez kaya!

Kaya en güçlü olandı; ihtiyar taşçı bu kez kaya olmayı diler. Tanrı kaya olmasına da izin verir. Tüm heybeti ve gücüyle tam dünyalara diklenecekken sırtında bir acıyla içi sızlar kayanın... İhtiyar bir taşçı kayayı yontmaktadır…” NIETZSCHE
*
İhtiyar taşçı için bundan sonrası, Tanrı’nın yerine geçmeyi dilemek kalmıştı. Ancak Tanrı bu dileği yerine getirecek kadar zalim değildi. Tanrı olmak, hayatın tüm acılarını yüklenmekti. Geriye kalan en iyi seçenek gene ihtiyar taşçı olmayı dilemekti. Artık taştan çıkarılan nimete şükürle huzur zamanıydı… Ne olsa da huzur vermez her neyse olan kendimizden başka... * M. Soyek


1 Eylül 2019 Pazar

Taştaki Mana

* Yaşadığım hayatın tanrısal bir sınav olduğu kanısında değilim. Çünkü Tanrı bu denli adaletsiz olamaz. Neden sınavın soruları ve giriş çıkış koşulları bir değil? Bilincimi sorgularken vardığım bir hayat olgusu: Tanrı bizi sınamıyor. O, bize yüklediği aklın düşünebilir olmasını sağladıktan sonra, ‘insan olun ve hayata insanlıktan bir hediye bırakıncaya kadar cennet size haramdır’ diyerek veda etmiştir. Bence, tuzu kuru insanlar adaletsiz uygarlıklarını kutsamak için ‘Dünya Tanrı'nın sınav yeridir!’ mavalıyla mağdurlarını sindirme ve avutma hinliği yapmaktadırlar.

Tanrı varlığını kabul ettiğimde Tanrı'nın kıyamete kadar bizi yalnız bıraktığına birçok belirti de görünür oluyor. En azından artık bir peygamber göndermeyeceğini beyan etmiştir. Ayrıca, Tanrı'nın bize çeki düzen verme gayreti bu zamandan sonra kendi yaratım sanatıyla çelişir olmuştur. Çünkü insan artık bilincinin bilincine ermiştir; yani kaderini kendi aklıyla seçebilir ve yapabilir duruma yükselmiştir. Eğer bu durum Tanrı’nın arzusu değilse şimdiye dek bizi çoktan tepelemiş olmalıydı. Ulaştığımız bilinçsel boyutu Tanrı arzusu sayınca, Tanrı’nın artık ölüme kadar bize veda edip geri çekilmesi de insanı yaratma amacına uygun düşmektedir.

Hani derler ya, “Sen yeter ki dua ile iste, tüm evren yanında olacaktır.” Bu da vanası boşalmış iyimserlik gazı gibi gelir bana. En güçlü duayla iyi bir değişim istesem de evrensel ya da bazılarının tanrısal saydığı güçlerin beni desteklemeyi umursayacağı kanısında hiç değilim. Evrensel ya da tanrısal hayat bizi iplemeden kendi yazgısını dokumaya bakar… Asıl olan, duanın içerdiği niyete uygun tasarım emeğidir.

Bir gerçeğim var ki ne yapsam inkâr edemedim: Kendimdeki değişimin ve kendimi değiştirmenin bilincinde olmadan insan olamayacağım. Tabi ki hayat benim kendimi bilmezliğime rağmen değişecektir; ancak, kendimi insanlık hayatına bilinçli bir hediye gibi değiştirinceye kadar, bana rağmen değişen hayata yabancı kalışım ruhumun cehennem azabı olacaktır.

Kendimi değiştirmede zorlandığım sorun, insanlık yolunda taş yanına taş koymak değil elbette; bilmek gerek; hangi taş nereye konacak. Öyle ki, hiçbir taş insanlığı yüceltecek adımlara dolaşmasın. Bunun için de esas olan değişimden önce insanın kendini bilir olmasıdır. Çünkü “taştaki mana” insanın kendi yüküdür… Sadece kendini bilmiş insan, Tanrı’nın (yani değişimsel yaradılışın) insanlık yükünü taşıyabilir.

Değişimsel yaradılışın çeşitlilikte sonu belirsizdir. İnsan bilincinin bu değişimsel yaradılış doğasına karşılık tasarladığı uygarlıksa daha çok mülkiyette üst sınır tanımayan tutucu kalıcılığa iltifat ediyor. Şimdiki insan bilincinin çözmesi gereken uygarlık sorunu da gene kendi mülkiyet tıynetinden kaynaklıdır. İşte bu kendinden değişimli doğal yaradılışa yıpratıcı ve yok edici mülkiyet uygarlığı sorununu anca kendini bilmiş bilinçlerin örgütlü iş birliği giderebilir. Muharrem Soyek
***

8 Ağustos 2019 Perşembe

Denemeli Anılar

TÜM ONLİNE KİTAP SİTELERİNDE...

Daha önce az sayıda Papillon yayınlarından çıkmıştı. Bu güncellenmiş baskıdır. Türkçe kusurları düzeltilmiş, geveze uzatımlar kısaltılmıştır. Daha derli toplu ve anlaşılır olduğu kanısındayım. Gene de derim ki, “Bütün yazarlar kusurludur.”

Yaşanmış olsa da hiçbir gerçek bire bir yansımasıyla anlatılamıyor. Hiçbir gerçeklik anlatımı gerçeğin oluş anlığı kadar gerçek değildir. Gene de herkesin kendi yaşantısını ve hayallerini, başka yaşam biçimleriyle ilişkili gözlem ve deneyimlerini paylaşmasının en gerçekçi ve kalıcı yolu sözün kayıtlı paylaşımdır.

Bir gün birilerinin bizden bir anlatıma, görsele veya dinletiye dalarak kendini bilme ve yenileme olasılığına fırsat vermeyi çok görmeyelim… İnsan ancak insanları tanıdıkça kendini bilebilir…
***


27 Temmuz 2019 Cumartesi

Ölüm Hayatın Ruhudur

Çok düşününce ve yeteri kadar da yaşlanınca insan ölüm korkusunu yenebilir belki; gene de kimse ölümün soğuk ellerinden öpmeye can atmaz. Öldükten sonra dirileceğine ya da cennette dünya nefsiyle yaşamaya devam edeceğine tam imanla inanmışların dışında herkes ölümün soğuk nefesinden irkilir.Sadece ölümden sonra daha mutlu yaşayacağına inanmış metafizik kaçkını insanlar ölümü arzuyla çağırırlar. Onlar ölümü bir başka hayata açılan perde sanırlar; oysa perdenin ardına geçmiş hiç kimse şimdiye kadar perdeyi aralayıp da bu tarafa bir el etmiş bile değildir…

Ben ölüm korkumu epeyce hırpaladım; birkaç işim kaldı onları da tamam edeyim ölüm ne zaman gelirse gelsin demelerdeyim. Var-oluş nedenim benden kaynaklı olmadığı için ölüm nedenime kahretmeyi adil bulmuyorum. Doğmak için emek harcamadım; ölmek içinse asla harcamam... Sadece kabullenirim.

Aslında bilirim; ölüm hayatın ruhudur. O olmazsa hiçbir can dirilemez. Yani, ben ölmezsem ölümlüler beni Tanrı yaparlar ki bu da başıma sarabileceğim en büyük beladır. Herkes ölmezse daha bile beteri olur. O kadar tanrının evreni yönetmeye kalktığını bir düşünsenize...

Muharrem Soyek
***

Gelincik Zamanlı

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın!” Nâzım Hikmet,

Şiirsel yapısındaki estetik biçimin görkemi kadar felsefi genişliği de var. Sadece insan dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayarak yaşayabilir; yani, sadece insan yarınki yaşamını bugünden tasarlayabilir... Dünü yaşayıp bugüne gelmiştir; bugünse dünkü yaşamıyla birlikte yarının hayalini kurarak yaşıyordur. Gene de insan ömrü gelincik zamanlıdır; yarına kalamayıp tüm görkemiyle dökülebilir de. Bu yüzden her zaman en saygın ve değerli var-oluş zamanı dünün elinden öpen ve geleceğin özlemini çeken bugündür.

Gelincik
Dünden vardı
Kırmızıdan harlı
Bugün gelindir al duvaklı
Yarının renginden kınalı...

Her şeye rağmen yarının belirsizliği, dünün bilgisiyle bugünü yarına bağlayarak yaşamaya engel oluşturmaz. İnsan için ‘yarın’ sadece bir gün değildir; yarından sonraki bütün günlerdir. O yüzden bugünü yarına bağlayarak yaşamak insanın önemsemesi gereken bir hayat özlüğü olmuştur. Ancak, çoğu insan uygulamada bugünü hiçleyen bir hata yapar: İnsan, dünü özlemeye ve yarının olası kaygılarına kendini öyle kaptırır ki, bugünü yaşamayı ya unutur ya da erteler. Böyle süregiden insan yaşamı gün gelir bugünü bile hatırlamadan hep yarının hayaliyle sona erer. İnsanın gelinciği hatırlaması bu yüzden çok önemlidir; insan, gelincik gibi tüm görkemiyle döktüre döktüre yaşayabilir de...

Her akşam dünün anısal bilgisiyle bugünü yaşamış olmanın da keyfiyle yarının rüyasına yatan insan, gelincik tohumu yutmuştur. Sadece tam zamanlı yaşayanlar gelincik zamanlı ölürler... Tam zamanlı yaşamak, dünü bugüne, bugünü yarına ulayarak bugünde yaşamaktır…

Günleri bağlayarak yaşamanın yolu bence, zamanı bölmeden sonsuza yürüyen bir bütün olarak yaşamakta. Yani, “hepsi bugün” diyerek amma dünün elinden öperek yarını da güzel hatırlayarak bugünde yaşamak...

Muharrem Soyek
***


9 Temmuz 2019 Salı

SENİ SEVİYORUM!


* Seni seviyorum!’ demenin cılız felsefesi: 
Âşık olunan kişiye, “Seni seviyorum!” demek duyguyu tam ifade etmez. Çünkü sevmek insan için zaten olması gereken sıradan bir duygudur. Sıradan olmayansa sevmenin karşıtı olan nefrettir. Gene de “Seni seviyorum!” demek, bir kişiye ve hatta bir şeye duyulan sevginin sözlü ifadesi sayılır. Elbette sevgili olma arzusunun ifadesi de olabilir. Sevginin aşk şiddetinde olması içinse kişinin ‘seni seviyorum’ dediği kişiden başka hiç kimseyi daha çok sevemez olması gerekir. Ancak, hiç kimse de aşkının hatırına sadece âşık olduğu kişiyi sevmekle yetinemez; insan, her şeyi sevebilir. Sevgi çokludur; oysa aşk öyle mi? Sadece bir kişiye duyumlu değilse, aşk yalan olur…

Âşık olduğum kişiye, “Ben sana âşığım!” dersem anca duygumu doğru ve tam ifade etmiş olurum. Çünkü aşk, bir başkasına tekil ve çokça mahrem özellikte tutkulu bir sevgiyle bağlanmaktır. Oysa sadece sevmekteyse kişiye özel mahrem tutkuyla bağlılık yoktur; eğer varsa, aşk düzeyine yükselmiş bir sevgiden söz edilmesi gerekir. Bence, önce sevgili sonra âşık olunur amma bizdeki bu ilişki nedense tersinden işletilip önce âşık sonra sevgili olunuyor… Sevgililer Günü, âşıkların birbirlerine sevgi belirteci hediyeler almaları bana bu yüzden tuhaf gelir. Aşk özeldir; bu nedenle birbirini sevenlere ayrılmış Sevgililer Günü âşıklara yetersiz kalır. Âşıklar, kişisel mahremiyetle sevişecek kadar sevgili ötesi olmayı başarıyla tamamlamış olanlardır…

Moda beyinleri avlayan Sevgililer Gününde tüketim kapanı kavramla bağlanan âşığın bilinci, farkında bile olmadan sevgili olma evresine dönerek geçici de olsa aşkı inkâr etmektedir. Âşıklar bence artık sevgili değillerdir; onlar sevgili iki candan öte geçip, mahrem birer can bağıyla gönüllerini bir ederek aşk düzeyine yükselmişlerdir… Kutlama günleri yoktur, çünkü en fazla hangi gün aşktan mest olduklarını hatırlamayacak kadar zamansız severler; aşk zaten sürekli sevgililiktir, bir anımsatma günü yoktur… Âşık canlar, canları çekende meşk ederler… M. Soyek
***