9 Temmuz 2019 Salı

SENİ SEVİYORUM!


* Seni seviyorum!’ demenin cılız felsefesi: 
Âşık olunan kişiye, “Seni seviyorum!” demek duyguyu tam ifade etmez. Çünkü sevmek insan için zaten olması gereken sıradan bir duygudur. Sıradan olmayansa sevmenin karşıtı olan nefrettir. Gene de “Seni seviyorum!” demek, bir kişiye ve hatta bir şeye duyulan sevginin sözlü ifadesi sayılır. Elbette sevgili olma arzusunun ifadesi de olabilir. Sevginin aşk şiddetinde olması içinse kişinin ‘seni seviyorum’ dediği kişiden başka hiç kimseyi daha çok sevemez olması gerekir. Ancak, hiç kimse de aşkının hatırına sadece âşık olduğu kişiyi sevmekle yetinemez; insan, her şeyi sevebilir. Sevgi çokludur; oysa aşk öyle mi? Sadece bir kişiye duyumlu değilse, aşk yalan olur…

Âşık olduğum kişiye, “Ben sana âşığım!” dersem anca duygumu doğru ve tam ifade etmiş olurum. Çünkü aşk, bir başkasına tekil ve çokça mahrem özellikte tutkulu bir sevgiyle bağlanmaktır. Oysa sadece sevmekteyse kişiye özel mahrem tutkuyla bağlılık yoktur; eğer varsa, aşk düzeyine yükselmiş bir sevgiden söz edilmesi gerekir. Bence, önce sevgili sonra âşık olunur amma bizdeki bu ilişki nedense tersinden işletilip önce âşık sonra sevgili olunuyor… Sevgililer Günü, âşıkların birbirlerine sevgi belirteci hediyeler almaları bana bu yüzden tuhaf gelir. Aşk özeldir; bu nedenle birbirini sevenlere ayrılmış Sevgililer Günü âşıklara yetersiz kalır. Âşıklar, kişisel mahremiyetle sevişecek kadar sevgili ötesi olmayı başarıyla tamamlamış olanlardır…

Moda beyinleri avlayan Sevgililer Gününde tüketim kapanı kavramla bağlanan âşığın bilinci, farkında bile olmadan sevgili olma evresine dönerek geçici de olsa aşkı inkâr etmektedir. Âşıklar bence artık sevgili değillerdir; onlar sevgili iki candan öte geçip, mahrem birer can bağıyla gönüllerini bir ederek aşk düzeyine yükselmişlerdir… Kutlama günleri yoktur, çünkü en fazla hangi gün aşktan mest olduklarını hatırlamayacak kadar zamansız severler; aşk zaten sürekli sevgililiktir, bir anımsatma günü yoktur… Âşık canlar, canları çekende meşk ederler… M. Soyek
***



8 Haziran 2019 Cumartesi

Mühre

MÜHRE/şiir/Cinius Yayınları

Kitap Yurdu ve D&R internet satışlarında.

Şiiri kalp ritmiyle okuyan kişi şairin ruhunu gezdiren muhteşem kanatlar yapar.

Hani diyorum ki, arada sırada yaşımız başımız kaç olursa olsun, karıncanın telaşına büyülenmiş gibi bakan, deniz kabuklarına bakarken gözleri büyüyen çocuklara özensek diyorum. Çocuk gözlerle dünyaya aşk ile baksak ayıp mı olur? Böyle bakıyor olsak inanın içimizdeki çocuk dışarı çıkıp gözlerini şiire bağışlardı. İnsanın kendine özlemle bakması, içinde saklanan çocuğa şiir okuması gibidir. İnsanın kendine dokunması da çocuğun şiirden bir dizeye sobe demesi gibidir… İşte ben Mühre’mde kendimi sobelemek istedim.

Bilirim; şiirde en muhteşem son dize kıyametin arkasında saklıdır. Gene de o son dizeyi az sonra bulacakmışım gibi heyecanla ararım. Şiir, tanrıların ölümüne kadar bitimsizdir... Hayat, sen şiir olaydın eğer, her şair ölümünde Tanrı, Sırat Köprüsü’nü yıkardı.  Gene de senin şiirden olduğunu sandıran şairler var oldukça, doyasıya ve yeniden yaşayasım gelir seni, ey hayat!

Bu kitaptaki şiirler genç bir ruhun varoluş yollarında özgür yürüyüşüdür. Bu şiirler manada gerçekten çok güzeller.

Her nefesini fırsat bilesin
Hayatın nefaseti için
Ot değilsin ki yağmuru bekleyesin…

Muharrem Soyek

17 Mayıs 2019 Cuma

Zorunlu Eğitim tek tip olmalı


Adı bunun zorunlu eğitimse tek tip okul aracılığıyla verilmelidir. Eğitimde tümü kapsayan fırsat eşitliği ancak böyle sağlanır. Okul tek tip amma eğitim tek tip olmak zorunda değil. Sadece temel bilimler ile Türkçe ve artık dünya dili olmuş İngilizce zorunlu ve tek tip ders yapılmalıdır. Bu zorunlu dersler okul başarı notunda yüzde 50 ağırlıkta tutulmalıdır. Gerisi zaten seçmece; çeşit çeşit dersler içinden seç seçebildiğin kadar. Seçim adedinde sadece bir alt sınır belirlenir. Seçmeli dersler yüzde 25 not ağırlığı. Kalan yüzde 25 ise sosyal etkinlik katılımlarıyla tamamlanır. Amaç öğrenciyi düşündürmek ve kendisini tanımasına yardımcı olmaktır. Gerisi öğrencinin seçeceği özel ya da kamusal mesleki yüksek öğretim kurumlarınca tamamlanır. Tekniker düzeyindeki meslekler 3 yıllık, akademik düzeydeki meslekler de 6 yıllık oldu mu insan yeteneğine kalite gelir. Meslek okullarının son yılı mutlaka zorunlu çıraklık çalışmasıyla bitirilmelidir.

Zorunlu eğitime 12 yıl yeter, (2+10)... 4 yaşında başlar 16 yaşında biter. Zorunlu eğitimde sınıf değil ders geçmece olmalıdır. Geçilmeyen dersler dışarıdan tamamlanmalıdır. Böylece sınıfın öğrenci sayısı sabit tutulabilir. Elbette özel yetenekli ve özel engelli çocuklar için özelleştirilmiş eğitim veren okullar olacaktır. Bir tek onlar ayrıcalıklıdır.

Çocuklar büyüklerin hayal mimarları değillerdir. Onlar zorunlu eğitimle edindikleri düşünen bilinçleriyle kendi hayallerini kurgulamaya ehil duruma getirilmiyorsa eğitim misyonu bence çocukların değil büyüklerin çıkar hesabına hizmet ediyordur. Özellikle zorunlu eğitim, düşündürmeyi ve öğrencinin kendini bilmesini sağlayıcı sadelik içeren yol yöntemle insan yetiştirmeye odaklı yapılandırılmalıdır.

Şu anki uygulama insandan çok, çeşitlendirilmiş üretim gücü yetiştirmeye heveslidir. Çocuğa daha lisede 13-14 yaşında kendi seçimi bile olamayan mesleki üretim görevi yüklemek bana vicdanlı gelmiyor. Yani, şimdiki lise öncesi eğitim çocuğa mesleğini hevesle seçebilecek ne yetenek ne düşünen bilinç ne de arzulu bir özgüven vermektedir. Hani bunlar sağlansa çeşit çeşit lise olsun denebilir. Benim sistemde lise düzeyi sadece yüksek eğitim kurumuna kaydırılıyor, hepsi bu. Zorunlu eğitimse çocuğu bilinçli istekle seçim yapabilmeye hazırlayacak nitelikte olacaktır. Bu nitelikten dolayıdır ki, okul tek tip ancak öğrenci asla tek tip olamıyor.

Mesele çok saatli sıkı eğitim ya da az saatli esnek ve özgür eğitim sistematiği de değildir. Mesele doğrudan geleceğe insan yetiştirme amacına uyarlıktır. Amacımız neyse eğitim de ona hizmet edici kurgulanır. Benim eğitimsel amacım, öğrenciye bilgi yüklemek değil; bilgiyi kullanma becerisi yapan düşünmeyi öğretmektir. Sizin amacınız, öğrenciyi en fazla maddi kazanım sağlayıcı bilgiyle donatmaksa bugünkü eğitim sistemi tam da bu amaca uygundur.

Öğrenci vicdanlı bir bilinçle düşünmeyi öğrenmişse gerisini getirir. Aradığı bilgi insanlık tarihi arşivinde mevcuttur. Kalanı da kendi hayal gücüne takılı düşünme eylemiyle tamamlar. Ve kendisi baktı ki yeni bilgiler üretmiştir, onları da arşive ekleme özgürlüğünden endişe etmeyeceği ortamı biz sağlayalım yeter. Son dediğim, sadece demokrasinin laik hukuk devleti güvencesinde sağlanabilir.

Bunlar sadece ilkesel ana hatlar; ayrıntılar ayrıca uzman görüşleriyle ele alınmalıdır. Ancak temeldeki kusuru görmeden yapılacak en gösterişli reform bile işe yaramaz. Eğitimdeki temel kusur, eğitimin birincil hedef amacının öğrenciyi maddi kazanım becerisiyle donatmak olmasıdır. Oysa temel ve öncelikli amaç, öğrenciye özlenen insan karakterini oturtmaktır. O da elbette vicdanlı ve sanatsal estetiği yüksek bir yaşam biçimi sağlamaya yönelik düşündürücü eğitimle olur.

Eğitimde paranın gücüne bağlı fırsat eşitliği çeşitlilik yapılmıştır. Bu büyük bir adalet kusurudur. Zorunlu eğitim tam parasızken, alt ve üst düzey meslek eğitimi veren üniversal eğitimse paralı olmalıdır. Sadece, her madden yetersiz öğrenciye devlet tam burs vermelidir. Burs geri ödemeli olacaktır; ancak, ödeme uzun vadede ve sadece çalışır vaziyette olunduğu zamanlarda yapılır olmalıdır.

Darüşşafaka gibi bağışlarla parasız eğitim sunan liseler de artık kapılarını maddi yetersizliği olan herkese açan yüksek eğitim kurumlarına dönüşürler. Ya da MEB düzeniyle 12 yıl kesintisiz ve parasız eğitim verirler.

“Okumayı ve yazmayı öğrenmenin ne faydası var ki, düşünmeyi başkalarına bıraktıktan sonra!” Ernst R. Hauschkam

* “Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder.” Atatürk ) (Eğitim, olmazsa olmaz; ancak, bilimsel düşünmeyi öğretemiyorsa felaket olur)

Açık kapılardan açık fikir meydanlarına çıkılsın. Özünde yüksek sermayeye hizmetçi yetiştirmek üzere kurgulanmış bir eğitim sistemi üstünde yapılacak tüm iyi niyetli iyileştirme gayreti boşunadır. Kökten değişim zorunludur. Şu dünya servetinin yüzde 80’den bile fazlası dünya nüfusunun yüzde BİRİ elinde toplanmışsa, eğitim bu gerçekliğin baş mimarıdır. Sadece bizde değil, dünyada böyledir. Eğitim, farkında olsun olmasın gerçekte bu yüksek sermaye azınlığının çıkarlarına hizmet etmektedir. Değil mi ki insan sözde uygarlık adına daha çok maddi sahiplik için eğitimi önemsemek zorunda tutulmaktadır, bu böyledir. Değil mi ki anne babalar çocukları daha yüksek maddi statü kazansın diye özel okulların külfetine bir ömür harcamaktadırlar, bu böyledir. Böyledir çünkü her tüketim ve sahiplik zenginliğine azmeden başarı yolu mutlaka yüksek sermaye azınlığına ondalık bırakılan kapılardan geçer.

Zorunlu eğitim bu nedenle öğrenciyi anamalcı kurumlara eleman yetiştirme görevinden alınıp, sadece vicdanlı bilinçle düşünen insan yetiştirme üzerine kurgulanmalıdır. Meslek işi, kişinin fırsat eşitliğiyle seçeceği ve seçileceği meslek yüksek eğitim kurumlarınca, yani üniversitelerde verilmelidir. Zorunlu eğitimde fırsat eşitliği olmaz; çünkü zorunlu olan hiçbir şey fırsat koşulu belirlemez; kim olursa olsun fırsat kapısına toslamadan zorunlu olarak zorunlu eğitimden geçirilir.

Muharrem Soyek

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Anneler Günü


Bahar zamanı tüm canların coşkulu sevinciyle ilerliyordu. Anneler Günü gelmişti. Anneler, çocuklar ve hatta babalar bile sevinçli bir telaş içindeydiler. Hediyelik satış umuduyla esnaf da canlanmıştı. Âdem sakindi; somurtuk değildi amma neşeli de değildi. Âdem cebinden çakısını çıkarıp açtı; bahçesindeki beyaz güllerden en güzelini seçti ve gülü dalından kesti. Bir tane de kırmızı gülden kesti. Çakısını kapatıp cebine koydu. Güllerin dalındaki yaprakların bir kısmını koparıp attı; gülün altında iki yaprak bıraktı. Sonra çıkıp yandaki mezarlığa yöneldi.

Mezarlık girişinde sağlı sollu çiçek satan çiçek yüzlü Çingeneler sıralanmıştı. Güller ve karanfiller plastik kovalarda sessizce alıcı bekliyordu. Günün anlamına saygın eğik bir sessizlik mezar taşları arasında dolaşıyordu. Âdem, annesinin ruhuna dua olur umuduyla, bebeğini emziren kadının tezgâhından iki beyaz karanfil aldı. Kadın gençti; belki de ilk kez anne olmuştu. Saçları taze kına rengindeydi. Bebeğini emzirirken memesi görünmesin diye göğsünü oyalı yemeniyle örtmüştü.

Mezarlığın içlerine doğru yürürken; üstünde dev bir ıhlamur ağacı büyümüş eski bir mezarın başında durdu. Mezarın çok eski olduğu, Arap harfleriyle yazılı taşın yarıya kadar ıhlamurun gövdesine kaynamışlığından belliydi. “Kim olduğunu bilemesem de bu ıhlamur bunca yıldır seni kucaklamaktan bıkmamışsa iyi birisi olmalısın” diyerek, çingene kadından aldığı karanfillerden birini yosun tutmuş mezar taşının dibine bıraktı. Az ilerideki mezarda Âdem’in annesi yatıyordu; belli ki yeni gömülmüştü; mezarın toprağı tazeydi. Elindeki beyaz gülü ve karanfili mezarın başucuna bıraktı. Mezarın sağ yanına geçti, ellerini açıp dua etti. Mezarın sağ yanına geçince mezarda yatan kişi ziyaretine geleni görürmüş; annesi öyle derdi sağlığında.  Sonra kendi içine doğru konuşmaya başladı: “Umarım acıların dinmiştir benim çilekeş anam. Umarım Allah çektiklerinin hatırına seni cennetinde misafir ediyordur. Son ameliyatından çıkınca yoğun bakıma girmiştin. Bir ara solunum cihazından ayrılmış umut vermiştin. Hatta kendine gelip benimle konuşabilmiştin bile. “Çok üşüyorum, beni burada çıplak yatırıyorlar; hemşireye söyle bir battaniye atsın üstüme.” demiştin. Ben de sözde seni avutur umudumla: “Ağır bir ameliyat geçirdin; yoğun bakımdasın. Burada herkesi çarşaf altında çıplak yatırıyorlar. Ateşin çıkar diye çok örtmüyorlar. Bir iki güne normal odana aldıklarında giydirecekler” demiştim. Sen, “Tamam oğlum!” dedikten sonra yeniden uykuya geçmiştin.

Ertesi gün fenalaştın. Solunum cihazına bağlandın. Ameliyat konusu olan bağırsaklarında kanlanma olmadığı bilgisini aldım. Doktorunu dinlerken daldaki elmaya uzandığında elmanın kendiliğinden kopup dereye yuvarlanışını seyreden bir çocuk mahzunluğu çökmüştü içime. Bir sonraki günün gecesi sabaha karşı bu dünyayı terk etmiştin. Ruhun özgür kalmıştı.

Ne kimseye çektirdin ne kimsenin merhametine minnet ettin. Elin ayağın tutarken çekip gittin. Kimse anlamadı amma gene de itiraf etmeliyim ki böyle sessizce dünyadan çekilmenden sonra içimde ezilen boşluğa rağmen kendimi daha özgür hissediyor olmamdan utanmıştım. Şimdi bunun nedenini anlayabiliyorum. Artık senin için endişe etmeme gerek kalmamıştı. Artık banyoda ayağın kayar da düşersen ya da bir gece ansızın kalp krizi geçirirsen ne yaparım diye tasalanmıyorum. Tansiyonun ayaktayken düşer de bir yerini kırarsın diye endişem da yoktur. Her namaz sonrası, “Allah elden ayaktan düşmeden canımı alsın; çocuğum üzülmesin” diye dua ederdin. Ah, keşke ben gece gündüz endişe içinde kalaydım da sen yaşıyor olaydın…

Ruhun cennet huzuru bulsun. Ölümün son öğüdün oldu. Seni özledikçe daha iyi anlıyorum; dürüst ve merhametli yaşamak bizi hatırlatacak en güçlü duadır...
*

Cennette buluşma hakkına
Dünyam sebil ola senin hayrına
Ben biraz oyalanayım bu dünyada
Ruhuna rahmet iyi evlat olmaya…

Muharrem Soyek

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Kitap




Hayatımı erdemli kılmaya değer yapan gerçeklik umudum, insana kendini bilmiş bilinciyle özgür ve bilimsel yaşama fırsatını sağlayacak uygarlığı hayal edebilir olmamdır. İnanırım ki, yeni bir uygarlık düzeni hayal eden herkesin niyet ve arzusu sürdürülebilir huzurla yaşama emelinden gelir.
BİLİNCİMİN BİLİNCESİ, güncel baskıyla ONLİNE kitapçılarda.

23 Mart 2019 Cumartesi

CENNETİN KRALLIĞI



Hz. İsa tarafından havarisi Thomas'a bizzat yazdırdığı rivayet edilen Thomas İncil'i 1945 yılında Yukarı Mısır'da Nag Hammadi bölgesinde köylüler tarafından antik mezarlık olan bir kaya oyuğunda bakır levhaya sarılı 12 el yazması hâlinde bir testinin içinde bulunmuştur. Hz. İsa zamanında konuşulan Aramaic dilinde yazılı bu belgeler Vatikan tarafından İncil aslı olarak kabul görmedi.

Ben işin din bilim tarafını ilâhiyatçılara bırakıyorum elbette. Ancak söz konusu yazıttan bir çeviri alıntısını düşünce küpesi yaptım. Çevirinin ne denli aslına uygun olduğu ve hatta uydurma olabileceği kuşkusu küpenin değerini düşürmez. Buluntu Thomas İncili'nden dünyalık felsefeme uyarladığım iki söz incisi:

1-* “Bütünü algılayan kimse kendisinden mahrum ise, bütünden de mahrumdur” Ben bu özdeyişten bir erdemlik algısı kaptım: ‘benlik bilincini, yani kendini bilmeyi her şeyin üstünde özgürlük tacı yapamayan kimse her şeyi bilse de asla bütüne eremez’, dedim.

2-* “Arayınız bulacaksınız. İkiyi bir yapınca insanoğlu olursunuz ve eğer derseniz: ‘uzaklaş ey dağ!’, dağ uzaklaşacaktır”. (Birbirimize yakınlaşmayı istemeliyiz. Tabi ki yaklaş ey dağ" diyince dağ yaklaşmaz, fakat bizi dağa ulaştırıp da tırmandıracak yol zihnimizde görünür olur. Bence bu yaklaşım yolu, ‘aklın yolu birdir’ özdeyişindeki akıl birliği manasına çıkan "ikiyi bir yap" öğüdüyle burada gösterilmiş oluyor. İkiyi bir yapabilen, yani çok olanı birlikte paylaşabilen kişi insan olmanın en zorlu dağını da aşmış olur.)

Halil Cibran şöyle der: "Gerçek bilge sizi kendi bilgelik evine davet etmez; sadece evinin eşiğine kadar size rehberlik eder" Çünkü eşikten içeri mana herkesin kendi benliğidir…

Hz. İsa’nın da söylediği şudur: “Arayınız bulacaksınız! Gerçeğin kralını arayacaksın ve gerçek olmakla kurtulacaksın. Cennetin krallığı içindedir…” Öyleyse ben derim ki, cehennem de kendine kral olamayanın korkusudur.

İnfaz tepesine kadar İsa'nın sırtında taşıdığı çarmıhın üstümüzdeki günahı İsa'yı göğe çıkartmakla bağışlanmış değildir; merhametli vicdan adaletini bilincine mühürlemedikçe hiçbir insan çarmıhın günahından arınmayacaktır...
Muharrem Soyek
***

11 Mart 2019 Pazartesi

GÖNÜL KAPALIYSA


* “Gönül kapısını açık tutmak aşka iltifatın erdemidir. Ancak,  gönül kapısından içeri girenin o kapıyı kapattırması aşkın zaferidir.” Muharrem Soyek

* “Gönül kapılarını hepten yıkmış seven bir ruh, hayatın son umudunda bir yaşam damlacığından yeni bir evren yapabilen ruhsuz zekâdan yücedir... Yapay zekâya duyurumdur.” Muharrem Soyek

* “Erdemli bilgeliğimizin sınav sonucu, düşünce ve davranışlarımızın beğenilmediği yerde takındığımız gönül tavrının ta kendisidir.” Muharrem Soyek)
***
Gönül, Kâbeden bile üstündür... Çünkü gönül yüce Rabbin teşrif ettiği tek yerdir... Üstündür; çünkü Kâbe’nin gönüllere teşrif  edip hoş etmek gibi bir işlevi yoktur. İnsan, gönlünü onurlandırmak için Kâbeye teşrif eder… Öte yanda gönülde duyumsanan Tanrı’dır insanı onurlandıran.

İnsan, Tanrı’yı duyumsadığı gönül bağlarını başkalarıyla paylaşmak için olgun ve bakımlı tutabiliyorsa o insanın bastığı yer zaten Kâbe’nin izdüşümü olur. Böyle gezici Kâbe olabilmek için gerçeğin her iki ucuna dokunmak yetmez; küresel sonsuzluğun her noktasına dokunabilmek gerekir ki bunu da insan tam gönül açıklığıyla nefsinden vazgeçmekle yapabilir.

İnsanın nefsinden vazgeçmesi bilgisiz düşünmek kadar zor bir iştir. Gene de nefsin gönüldeki bencil kapanımlarını açtığımız oranda Tanrı’ya yaklaşırız. Akıl ve düşünce ne kadar engin olursa olsun açık gönülle seyretmiyorsa bir damla gönül açma muhabbetinin kucağı kadar bile olamaz. Bu yüzdendir Hac İbadeti'nin beklentisiz sevdayla Tanrı'ya gönül açınca ancak geçerli oluşu.

Bilgi sonsuzdur; sonsuzluk da Tanrı'nın imzasıdır… Ben, varoluşun tanrısal tümlüğünden oluşmuş canlı bilgiyim. Benim kendi özgünlüğümle var olma çabam da aslında varoluşun tümlüğünü sürdürmesi için yürüyen bir yoldan başka nedir ki?

Ayrı yollarda yürüyor olsak da, çok da farkımız yok birbirimizden; çünkü bütün yollar varlığın sonsuzluğuna ölümün kucağından başlar ve gene ölümün eşiğinden hiçliğin sonsuzluğuna düşerler. Bu yüzden de bizim asıl işlevimiz doğrularımızla birbirimizi tepelemek değil, doğrularımızın bilgisini kullanarak hayatı insana güzel edip sunabilecek gönül bağları yeşertmek olmalıdır.

Kimse kendinin son doğru bilgi olduğunu sanmasın; hepimiz birer hayat bilgisi gerçekliğinin görünümünden ibaretiz. Bu yüzden ne kadar düşünen beyin varsa, bilgiye de o kadar farklı anlam yüklenmesi olasıdır.

Ancak, aklın yolu bir olduğu için düşünce doğru sanıyla eyleme geçmeyi yeğlemektedir. Doğru sanı için de vazgeçilmez ilkesel davranış, önce bir uca sonra diğer ters uca dokunabilmektir. Ve daha sonra da eylemsel somutluğun ihtiyacı doğrultusunda gerektikçe diğer ara uçlara dokunabilmelidir. Bu yüzden ne arkadaki gericidir, ne öndeki ilerici sayılır; çünkü aklın yolu ne düz gider ne aynı yöne bakar...

Biz hepimiz birbirimizin ebesiyiz aslında… Gün yüzüne daha engin doğmak isteyen her kimse karanlığın bilgisini de edinmek zorundadır. Kendini son doğru sanarak kendine benzemeyenleri yanlış ve tehlikeli sayanlar fena halde gönülleri kapanmış akıllardır aslında.

Yahya Kemal Beyatlı ‘nın da dediği gibi:

“Girdiğin aynada, geçmiş gibi diğer küreye,
  Sorma bir saniye, şüpheyle sakın, yol nereye?
  Ayılıp neş’enin yükseltici sarhoşluğundan
  Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan!
  Duy, tabiatta biraz sen de ilah olduğunu,
  Ruh erer varlığının zevkine duymakla bunu”

Pascal'in deyişi de şöyle:

İnsan büyüklüğünü bir uca giderek değil,
Her iki uca dokunarak gösterir.
*
Hz. Ali’yse, “Ara sıra gönülleri eğlendirin, çünkü gönül sıkılırsa körleşebilir” der. de.
*
Muharrem Soyek

***

6 Mart 2019 Çarşamba

Atatürk Milliyetçiliği


* Atatürk haddini bilen bir dehadır. Çünkü "hayatta en hakiki mürşit ilimdir" demişti. Sanırım bu yüzden zaman üstü bir önderlik vasfıyla hâlâ var olmaktadır. (mürşit; yol gösterici)

Elbette, ‘Ne mutlu Türk olana!’ demeyiz! “Ne mutlu Türk’üm diyene!” deriz. Aradaki farkı, tarihsel bağımsızlık ateşi ve insanlık ruhuyla göremeyen belki doğrudan bilinçle ırkçı değildir amma ırkçılığa hizmettedir.

Şimdi bunu okuyan bir sözde milliyetçi, “Herkes soyuyla, ırkıyla övünebilir” diyerek posta koydu sözüme. Ben de biraz açayım bilinçsel algımı dedim: İnsan bireysel özelinde ve toplumsal konumunda kendi ailesel soyu sopuyla elbette övünebilir; kişisel özgürlük hakkı sayarım. Irkıyla övünmeye kalkınca övüncüne beni de kattığı için itiraz hakkım doğuyor. Herkes kendi içsel özelinde soyunu sopunu övünçle kutsayabilir amma bu övüncünü ırkçılığın toplumsallık dozuna vardıramaz. Irkçı böbürlenme tekil özneden çıkarılıp çoğul özneye yüklendiğinde bireysel değil toplumsal bir duyum betimlemesi yapar. Toplumsallık da herkesin keyfine bırakılamaz. İyisi mi kimse ırksal kökenini yücelterek övünmesin; çünkü öylesi bir övünme doğal olarak diğer ırklara üstünlük taslar. Irkçılık, insanın kendisini en üstün ırktan görme kibriyle diğer ırkları küçümseyen bir böbürlenmedir. İnsan eğer övünmeye durmuşsa, insanlığıyla övünsün…

Benim anladığım Atatürk Milliyetçiliği: Soyu-sopu ne olursa olsun; alttan üstten bir kültürün neresinden olursa olsun, T.C. Devleti’ne vergi veren ve de veremeyen, vatana sevgili, millete ve dünya doğasına saygılı her yurttaşı mutlu etme niyetine hizmettir. Sanırım böyle bir gayret neticesinde, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü de gerçek anlamıyla anca yaşanır oluyor. İşte o zaman hiçbir T.C. vatandaşı ‘Mutlu Türk Vatandaşı’ olmanın kısa adı olarak kendini ‘Türk’ görmek ve tanıtmaktan gocunmayacaktır. T.C. vatandaşlık hakkını alan insanların aidiyet bağına Türk Milleti denir… Dolayısıyla Türk Milleti’nden olana da bir üst kimlik olarak yeryüzünde resmen Türk denmesi doğaldır. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü, kendini ulusal kimlikte Türk Milleti’nden sayan herkesi yücelten milliyetçi, yani ‘milletçi’ bir söylemdir; asla ırkçı değildir. Öyle milliyetçi olalım ki, yabancının bile “Türk vatandaşı” olup bu ülkede yaşayası gelsin. İşte o zaman, bu kutlu özdeyişi ırkçı kutsamayla “Ne mutlu Türk olana!” dermiş gibi anlayan ırk kökenli Türkçülük de yutkunup susa kalacaktır...

* “Ne mutlu Türk’üm diyene!” demekte hiçbir sorun yoktur; yeter ki bu değerli özdeyiş ‘kraldan kralcı olup da “Ne mutlu Türk olana, ya da Türk doğana!” demeye kılıf yapılmasın. Atatürk Milliyetçiliğindeki Türk kavramı ırk kökenli bir varoluş bağının ifadesi değildir. Sadece, resmiyette Türk tanımıyla adlandırılmış T.C. vatandaşı olmaktan mutluluk duyumunun bir ifadesidir. Zorla değil, anca mutluluk koşuluyla söylendiğinde öz anlamıyla yerine oturur.

(Muharrem Soyek)