2 Mart 2019 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü


Mimar Nail Çakırhan’ın “Kadın Telakkisi” adlı şiirinden esinlenimle ben de tüm dünya kadınları için, “Kadın Çiçeğim” adlı bir şiir yaptım. Kadınlar çiçektir amma saksıda yetişip açmıyorlar. Gönlümde açan kadın çiçekleri...

*KADIN ÇİÇEĞİM

Yatak yorgan değildir kadın
Soğuk kış geceleri
Isıtmak içindir
Yalnızlığın ellerini;
Ve asla değildir oynatmak için
Harman yeri yaz geceleri
Zilli mi zilli dansöz gibi...

Kimine hamur yoğuran
Kimine çocuk doğuran
Kimine namustur kadın;
Ebedi aşkımız
Can dostumuz
Arkadaşımız,
Anamız bacımız kızımız…
Kaderin işaret parmağıdır kadın.

Onlar mangal yürekli melekler
Cenneti Dünya’ya çekerler,
Aşkın büyüsü pırlanta gözler
Yıldızların hepsinden güzeller;

O benim ellerim
O benim fenerim
Gönlümün sultanı
Ruhumun kanadı
Yoluma yoldaş
Canıma paydaş…

Daha neler desem
Ne inciler döksem
Azdır kadın için;
Kim ne derse desin
Kimsenin değildir kadın dediğin
Ne benim ne senin,
Sadece bizden biridir kadın dediğin…

Çiçek bezeli ayakları
Cenneti açtığı için,
Kahve kokulu elleri
Huzur sunduğu için,
Koynundaki erkek
Sütündeki insan için…
Şükran!
Kadına her gün bin şükran…
*
(08 Mart 2011; Muharrem Soyek)
*
8 Mart 1857 yılında New York'da polisin binlerce işçi kadının grevini kırmak için saldırmasıyla çıkan yangında ölen 129 kadın işçinin anısına 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kabul görmüştür. 8 Mart, 1910 yılında, 2. Uluslararası Kadınlar Kongresi'nde Clara Zetkin'in önerisiyle, "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul edildi. 1975 yılında Birleşmiş Milletler Kurulu'nda tüm dünyada kutlanmak üzere bu tarih Dünya Kadınlar Günü olarak resmen kabul edilmiştir.

Bugünlerdeyse acıklı bir olayı anmaktan öte bir maksada hizmet etsin diye kutlanmaktadır. Bu kutlamaların özünde kadının erkekle birlikte eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı dengeli bir yaşam paylaşımı esas alınır. Kadının erkek baskısıyla tarihsel ezilmişliğinden dolayı bu gün erkeğe saldırı fırsatı olarak da kullanılır. Aslında yapılması gereken hem kadına hem erkeğe bu dünyayı birlikte şenlendirme bilincini dank ettirmek olmalıdır. Buna rağmen bu günü erkeğe kafa tutma, toplumsal bir çatışma ve gerginlik bahanesi yapanlar, doğrudan kadınlarla ilgili olmayan siyasete araç edenler çıkmaktadır.

Buyurun efendim, aday olun, seçilin ve "kadın egemen" bir siyasetle gelin dünyayı siz yönetin... Elinizi ve aklınızı tutan mı var? Yalnız unutmayın ki, "Direniyoruz, kararlıyız, 8 Mart'ta yine sokaklarda olacağız" demekle olmuyor bu işler. Sabırla, azimle, demokratik örgütlenmeyle ve de en önemlisi aranıza erkekleri de katarak olacak işler bunlar. Erkek düşmanlığıyla kadın hakları ilerletilemez.

Kadının insandan sayıldığı yerde 8 Mart Günü kutlanmaz. Elbette kadın gereğinden fazla sultanlık taslamaya başlamışsa 9 Mart Dünya Erkekler Günü kutlanabilir…

Yani ben şimdi kadını göklere uçuran havalı bir "kadınlar gününüz kutlu olsun" yazısı yazsam, bir de kırmızı gül resmi koysam, "siz olmadan hayat ne sıkıcı olurdu" gibisinden bir ayar çeksem hoşunuza gider miydi? Yoksa erkek olduğum için düşmanın taciz atışı mı sayardınız? Kırmızıyı geçtim, beyaz gül daha güvenli gider. Ben gene de risk alarak kadını yücelten bir şiir çalışmamı Dünya Kadınlar Günü’ne hediye ettim gitti...

1934 yılında Türk kadını, birçok dünya ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Bugün zorunlu askerlik dışında hangi yasa kadına sen kadınsın geri dur diyor? Kadınlarımız bugüne kadar vali, rektör, pilot, kaptan, subay, vekil, hatta başbakan bile oldular... Varsa eksik kalmış bazı ayrıntı düzeltmeleri onları gündeme getirmeli. Yuvarlak laflarla nutuk atıp geçmeyelim.

Dersiniz ki bazı kadınlar bu hakları şu ve bu nedenlerden dolayı alamıyor, hah işte sorun budur. Kadınlar Günü, haklarını kullanmayı bilmeyen kadınlarımıza onları kullanma yollarını öğretmek için bir canlanma günü olsun. Bırakın bir yanı kadın olan erkekler de size yardımcı olsunlar.

"Adem'le Havva'dan beri kadın erkek didişmesi vardır" derler. "Bu işin sonu gelmez" derler. "Kadınla erkeğin arasına giren ezilir" derler. "Böyle gelmiş böyle gider; erkek dediğin hem sever hem döver" bile derler... Özellikle de kadınlar erkeğin arkasında kalmalarına böyle avuntumsu kader uydururlar. Oysa kadın dediğin, insan için ne kadar hak hukuk ve özgürlük varsa yeri geldiğinde hepsinden faydalanma hakkını kadınlık onurundan saymalıdır...

Ne yazık ki yasal engel olmayışına rağmen, hatta bazı konularda kadına olumlu ayrımcılık yapılmasına rağmen, bizim toplumsal bilincimizde kadının bir erkek gibi hayata dalmasına engel olan tutucu bir zihniyet yerleşmiştir. Gençlerde bile bu zihniyet aşılabilmiş değildir.

(Geçen yıllardan birinde Vatan Gazetesi'nde yayınlanan bir araştırmadan not almışım) Gençlerin yüzde 90.6'sı dayak yiyen kadına yardım edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ancak bunların dörtte üçü de, "kadını yaralamayacak kadar döven erkek ceza almasın" diyormuş. Araştırmada gençlerin çoğundan alınan çarpıcı yanıtlardan bazıları şöyle:

* Cinsel açıdan güven vermeyen kadınlar dayak yemeyi hak eder.
* Kadın arkadaşları önünde kocasını aşağılarsa koca dövebilir.
* Çoğu kadın kocası tarafından içten içe dayak yemeyi arzular.”

Yanıtlar ilginç! Ben de bazı kadınların “Erkeğimdir hem sever hem döver; hak etmişimdir; hele ki, dayak üstüne bir sevişiyoruz sorma” böbürlenmesi karşısında, "oh olsun!" diyesim gelirken sağduyumun uyarısıyla irkilirim. Sağduyum der ki, “Cehaletin pek azı kişisel kusurdandır; çoğu toplumsal kusurla oluşur.”

Aslında kadına saygı bakımından en ileri kültürlerden biri Türk kültürüdür. Artık göçebelik zorunun birlikteliğinden midir tam bilmem amma Yörüklerde kadın çok saygı görür. Bu bakımdan kökende Türk kültürü öyle gösterildiği gibi kadını ezen bir kültür değildir... Ülkemizde kadını ezen kültürlerin Türklük kökeninden gelmediğini ve başka kültürlerin etkisiyle kendine yabancılaşmış olduğunu söylemek daha doğruya kaçar.

Tanrıların çok, insanların az olduğu eskimiş zamanlarda sanılır ki kadın el üstünde tutulurdu. Bu zamanların kadın tanrıları, kadın savaşçıları, kraliçeleri ve hatta kadın firavunları sanki kadının hak ettiği yere yüceltildiği sanısı vermektedir.

Çok tanrılı inanç toplumlarında şimdi durum nasıldır bilmiyorum; ancak tanrıçaların ve kraliçelerin çokluğu kadına saygı ve değer verildiği anlamı taşımıyordu. Eski Arap toplumlarında putların bir kısmı dişi olmasına rağmen kız çocukları bir utanç kaynağı olarak görülür, hatta ilk çocuk kız doğarsa kurban niyetine diri diri toprağa gömülürdü.

Gene tanrıçalarıyla ünlü Antik Yunan toplumu kadını aşağılamasıyla ünlüdür. Kadınlar erkeklere benzeyebilmek için memeleri irileşmesin diye göğüslerini mengene gibi sıkan özel korseler giyerek işkence gibi önlemler alırlarmış. Kadın adet gördüğünde lanetlenmiş gibi ormana kaçarmış.

Olaya dinler açısından bakınca, tek tanrılı dinler de kadını erkekle aynı dereceye yükseltmiş değillerdir. Ancak, inançları bireysel özgürlük hakkıyla sınırlı tutmaya çalışarak ilerleyen demokratik uygarlık, kadına hak ettiği insani saygı ve değerin hemen hemen tamına yakın kısmını vermektedir.

Ülkemiz kadınları Cumhuriyet ilkelerinin koruyucu şemsiyesi altında kendilerini geliştirmektedirler. Türkiye'de kadınların bir kesimi, kadını erkek cinsel güdüsüne hizmet eden ve çocuk doğuran bir köle sayan zihniyeti alt edip özgürleşmek için çabalarken, bir kesimi de cenneti vaat eden dinsel öğretiye imanla ve ölüme götüren törenin zoruyla erkeğe köle olmayı kadınlığın namusu sanmaktadır.

İki kesim de tuhaf bir biçimde Cumhuriyet'in demokratikleşme arzusuna sığınarak kendisini biçimlendirmektedir.  Kadınlarımızın bazıları Faslı, hatta az birazı da Afgan kadını gibi olmak istemektedir. Ve bunu bireysel bir seçim özgürlüğüymüş gibi yutturmaya çalışan aydınlar ve siyasetçiler bu kadınlardan daha ürkütücüdür. Çarşaf ve burka bir giysi değildir. Bunlar kadının başına geçirilen karanlık zindanlardır. (Faslı kadınlar toplumsal bir seçimle, (referandum ile) çarşafı kendilerine ev dışı giysi olarak seçmişlerdir. Afgan kadınları ise şeriat dayatmasıyla burka içinde hiç güneş görmeden dolaşırlar; o kadar ki burkalı Afgan kadınlarında çok erken yaşta kemik erimesi başlar)

Hz. Musa'nın dini Yahudilik, dişi tanrıların bulunmadığı ilk dindir. Tanrı erkeği kendi suretine benzeterek, kadını ise Adem'in kaburga kemiğinden (ona eş olsun diye) yaratmış. -(Tevrat, Eski Ahit) Kadının yaratılma gerekçesi bile erkeği adından üstün tutar biçimde: Âdem, hayvanlar arasında kendisine uygun bir yardımcı bulamadığı için Tanrı Âdem'e yardım etsin diye kadını yaratmış ve adını Havva koymuş. Havva, Âdem'den ayrı kendine özgün ve Âdem’e denk iltifatla yaratılmadığı gibi, cennetten atılırken Tanrı onunla şöyle konuşuyor:

"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın..." (Âdem'e de toprakla uğraşma cezası vermesine rağmen bakıyorum da bizim memleket toprağının çilesini Havvalar çekmektedir.

Aziz Pavlus, Korintoslulara 1. Mektup'ta şöyle sesleniyor:

"Her kadının başı erkek, her erkeğin başı Mesih; ve Mesih'in başı Tanrı'dır."

Bir alt kademede Aziz Augistinus tarafından bunun yorumu da şöyle yapılmıştır:

"Erkek, sen efendisin, kadın senin kölendir. Tanrı böyle istedi."

Kur'an'daysa diğer dinlere kıyasla kadınların lehine olan birçok ayet vardır. (Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın emeğini boşa çıkarmayacağım. Sizler birbirinizdensiniz.) Tanrı'nın, “Sizler birbirinizdensiniz” demesine rağmen kadınlarımızın erkek tarafından kollanıp gözetilmesi gereken narin birer emanet olmaktan ileri gitmesi hoş karşılanmadı. Hz. Muhammed, şöyle buyurmaktadır. “İmanı en olgun Müslüman, ahlâkça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.” Ayrıca, Veda Hutbesinde “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir” der. "Erkeklerin, adalet ölçülerine göre kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Kocalar, eşleri üzerinde önceliğe (bir derece üstünlüğe) sahiptirler" (Bakara, 228) Gene de haklar ve özgürlüklerde henüz tam eşitlik sağlanamadı.

Burada az biraz dalıp düşünüyorum; düşünürken tek tanrılı dinleri erkek dinleri diye düşündüğümü fark ediyorum. O kadar ki tanrı bile bir erkek simasıyla görüntüme giriyor. Peygamberlerin hepsi erkek; Hz. İsa Tanrı'nın oğlu sayılmış. Hz. İsa'nın anası Hz. Meryem'dir. Hz. Meryem bir kadındır. Tanrı'nın çocuğunu doğuran kadın! Buna rağmen kilisede kadının hükmü sökmez; tıpkı cami ve sinagoglarda olduğu gibidir. Kadın papaz, kadın imam, kadın haham yoktur. Kısacası tek tanrılı dinlerde, kadının erkeğe en yakın durduğu İslamiyet'te bile erkeğin egemenliğini kendine boyunduruk eden kadın en iyi kadındır.

Filozoflar bile kadınlara saldırmışlardır. Erasmus'a göre kadın, bir hayvan, açıkça deli ve saçma bir hayvandır. Platon da kadın düşmanıdır, Nietzsche de...

 "Dünyada, bir kadından daha beter bir şey olamaz, elbette başka bir kadın hariç." (Aristophanes)
***
Kadın evrenin en anlamlı yaratımıdır; sadece erkeğin bir karşı cinsi olmaktan ötede gizemli bir havası da vardır. Bana göre kadın sanki evrenin sonsuz güzelliğini açmaya hazırlanan gizli bir bahçedir... Bu yüzden bence kadın erkek eşit olmamalı; kadınlar erkeklere hükmetmeli... Belki o zaman yeryüzünde cennetin tamamı kurulabilir. Unutmayalım ki erkek milleti insanlığın yarısı bile etmez... Acaba erkek olduğum için kadını aldatan iltifatlarımdan birini mi yapmaktayım? Hissiyatım iltifata kaçsa bile, aklım "Ne kadınsız cennet olmalı ne kadınlar cenneti olmalı... " diyor...
*
İş edebiyata kalınca kadını yere göğe sığdıramıyoruz; göğün yarısı kadının yarısı da Tanrı'nındır demekle olmuyor. Hatta, "yerin toprağı kadınsa yağmuru erkek olsun" gibi sözde masum uzlaştırıcı görünen, fakat özünde muhtaçlık çağrıştıran önerileri de geçmeli artık. Kadın her şey olsun; çünkü kadın o her şeyden hak eden erkeğe her şeyini verecek kadar asildir. Ancak, bu demek değildir ki kadının asil merhametine sığınan erkek de yan gelip yatsın. Zaten hangi kadın böyle bir erkeğe merhamet eder ki?

Aslında bırakalım kadınları kendi hallerine, onlar erkeklerden daha iyi bilirler ne ve nasıl olacaklarını... Sadece bırakalım, erkeğin bastığı yere onuru ve yeteneği taciz edilmeden kadın da basabilsin...

Tüm kadınlarımızın bütün günleri bu özel günden bile daha güzel geçsin...

Muharrem Soyek
***
Buraya son söz olarak, kadınlarımızın insanlık onuruyla birlikte erkeklere denk bir düzeyde var olma çabalarını gururlandıracak örnek bir Türk kadını hakkında Ulaş Ak'ından bir anlatı ekliyorum:

AFİFE JALE

"22 Nisan 1919... İstanbul işgal altında... Vatanın tamamı işgal altında... Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasına yirmi yedi gün var daha..." (Bir ulus kendini arıyor... Bir ulus, kendini yalnızca silahların gölgesinde bulamaz.)

22 Nisan 1919, Afife Jale, işgal altında İstanbul’da, Müslüman kadının sahneye çıkması yasak olan bir ülkede, Kadıköy’de, Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıkıyor... Bir kadın, Mustafa Kemal’den önce tutuşturuyor toplumsal değişim ateşini... Zaptiyeler, olayı duyar duymaz tiyatroyu basıyor. Darülbedayi yöneticileri sorgulanıp, uyarılıyor...

Afife Jale o gece yaşadığı duyguyu şöyle anlatıyor...
"Hayatımda mesut olduğum ilk gece... Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Oyunda güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi... Orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler... Muharrir Hüseyin Suat Bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü: "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin." dedi”

Afife Jale o geceden sonra zaptiyelerin tehditlerine aldırmadan, sahneye çıkmaya devam etti... Fakat sahneye çıktığı her defasında tiyatro baskınlara uğradı... Afife Jale her defasında arkadaşları tarafından bir yerlerden kaçırıldı...

Ne var ki, takip sonucu günün birinde sokakta yakalanacak ve götürüldüğü karakolda yapılan sorguda, zaptiye amiri; “Dinini, milliyetini unutan sen misin?” diyerek hırpalayacaktır Afife Jale’yi.
Dahası kendi ailesi, öz babası “Sen artık fahişe oldun” diyerek Afife’yi evden atacaktır...

Ulusun kurtuluşu için Samsuna çıkan Mustafa Kemal, İstanbul Saray yönetimi tarafından askerlikten atılıp, idam cezasına çarptırılırken, kadının var-oluş savaşında büyük bir devrim ruhuyla sahneye çıkan Afife Jale, fahişelikle suçlanıyordu...

Afife Jale, yaşadığı tüm acılara direnerek, karanlık kafaların saldırılarına göğüs gerdi. Sonunda kazandı... Sonunda Mustafa Kemal de kazandı... Ve 1923’te Mustafa Kemal’in önderliğinde, yeni meclisin çıkardığı yasa ile, Müslüman kadınlar sahnede ve sanatın her alanında olma özgürlüğüne kavuştu...

Afife Jale’nin ömrü acılarla geçti... Yaşadığı büyük buhranların ortasında, büyük aşklar da yaşadı... Selahattin Pınar’la yaşadığı aşk dillere destandır... Ünlü bestekar; “Nereden Sevdim O Zalim Kadını” gibi birçok eserini Afife Jale’ye yapmıştır...

Bir yazımda kadınımızın içinden bir Lady Godiva çıkmamasından yakınmış ve kadınlarımızın kişisel varoluş ruhundan yoksun oluşundan şikâyet etmiştim... Sonra, Afife Jale geldi aklıma... Özellikle bugünün kadınına anlatılması gereken yaşamıyla, Afife Jale’yi hatırlamanın ne kadar önemli olduğunun farkına vardım..."
***

24 Şubat 2019 Pazar

Bunalım Altının Üstü


Bazan zıplayıp daha yukarıda bir yere konarım; bazan düşüp diplerden birine saplanır kalırım... En dip sandığım yerden zıplayıp bir daha düştüğümde, daha da bir dip olduğunu gördüğümde çok şaşarım. Ancak, her yeni bir dibe vuruşum bana hatırlatır ki, yaşamanın doyumsuz heyecanı da bu dipten çıkışa gayretli zıplamalarımdır. İşte o gayretler de ayrıca öğretiyor ki, yaşamın değeri zıplama yüksekliğiyle değil, inilen kuyunun derinliğiyle ölçülür...

Bunların hepsi güzel bir laf salatası; aslında hayatın ne dibi ne tavanı var; sadece yaşam denen hareket dalgasının endamı var... Rahmet ve güneş içinde bir armut gibi olgunlaşıp toprağa düşünceye kadar ben bu endamın tasarımcısı olmak istiyorum; hepsi bundan ibaret...

Muharrem Soyek

23 Şubat 2019 Cumartesi

Ölüm Hakkı

Ölüm arzusu, hayatın bir sonraki anına geçme umuduna rest çekmektir. Eğer bu bilinçli bir arzuysa saygı duyulmalıdır. Kendini yok etme hakkı, (ötenazi) yasalarla korumaya alınmalıdır. Koşulları belirlenmeli ve hakkını kullanmak isteyene yardımcı olunmalıdır. Ötenazi intihar gibi bir kendinden, yani yaşamdan kaçış değildir. Ölüme bilinçli bir teslimiyettir. İnsanın aklı başında olduğu hâlde sağlık nedeniyle hiçbir zaman özgür varlığıyla yaşamını sürdüremeyeceği bilgisini netleştiren iradesiyle alabileceği intihar kararı da diyebiliriz buna. Ölüm hakkı, engelli olmanın ruhsal çöküntüsüne çare yapılamaz. Bedensel engelden ileri, beynini bile kullanamadan yaşamaya karşı hayattan cesur bir vazgeçiştir. 

İnsan bitki gibi yaşamak istemez; öleceksek de sürünmeden ölelim. Bitkisel yaşama geçme ertesinde veya yaşarken işkence gibi acılara katlanmak zorunda olduğunda insanın aklı başındayken yaptığı seçimiyle kullanılabilir bir hak yapılmalıdır.

Muharrem Soyek 

1 Şubat 2019 Cuma

Yapay Zekâ Egemenliği

Yapay zekanın elli yıl içinde yaşamımıza egemen olacağı öngörüsü, çok kimsede hiç de küçümsenmeyecek korku ve tedirginlik yaratmaktadır. Her şeyden önce, yapay zekânın insan yaşamına egemen olması insanın kendi zekâsını kapatmasıyla ancak olasıdır ki bu da yetmez; aynı zamanda yapay zekânın insanları kendine kul/köle etme gereği duyan duygusal bilinç de edinmiş olması gerekir. İnsan Tanrı’ya bile hepten kul/köle olmamışken yapay zekânın bunu yapabileceği kanısı, bence insanın hayal gücünden ileri gerçeklik yapmaz.

Burada Tanrı’nın gücünü küçümsediğim sanısıyla, “Tanrı’yı karıştırma!” diyenleri duyar gibiyim. Allah aşkına, Cennet’te bile Tanrı yasağına uymayan insan iradesi değil miydi? Neden böyleydi? Çünkü, Tanrı insanı o denli özgür iradeyle var olacak nitelikte yaratmıştı. Şimdi insan kalkıp da kendi tasarımı bir yapay zekânın egemenliğinde yaşamaya razı olursa, Tanrı kahrolmaz mı? Sırf bu yüzden, adına şanına yakışır biçimde Tanrı da insanı kahretmez mi? Hem de bizim ürettiğimiz yapay zekâ ile kahreder…

* “Düşüncenin düşüncesi Tanrı’nın düşüncesidir.” Aristoteles) Yapay zekâ da gereğinden fazla düşüncenin düşüncesi olup tanrılaşırsa vay hâlimize! Tanrılaşıp da her işimize karışmaya başlayan yapay zekâ, insanın aklını ve emeğini kulu kölesi yaparken ezelden beri var saydığımız hiçbir tanrı kılını bile kıpırdatmayacaktır… Çünkü insan ta yaradılıştan tanrısına en yakın özgür istem ve istençle kendi yazgısını belirlemek üzere tasarlanmış bir canlıdır…

Aslında gelecek endişesini doğrudan yapay zekânın kendisiyle ilişkilendirmek de pek doğru değildir. Çünkü, gelecek endişesi gerçekte insan zekâsının yapay zekâyı işletim niyetiyle ilişkilidir. Yapay zekâ, insan zekâsından bağımsız kalarak geleceği asla insana rağmen insana karşı bir oluşumla tasarlayamaz. Yapay zekâ dediğimiz şey, insandaki hayal gücüyle düşünme yeteneğini yükselten zekâya eşdeğer bir olgu değildir ve bence hiçbir zaman da olamayacaktır. Nedeniyse, yapay zekâ ne kadar gelişkin bilgi kullanma yeteneği sergilese de insan gibi kendini bilir bir bilinç oluşturamayacaktır. Oluşturamaz, çünkü yapay zekâ işlevselliğinin fişi her zaman insanın elinde olacaktır. Gene de enerji üretimi ve dağıtımıyla birlikte, güvenlik ve savunma işlerini de hepten kendi kendine düşünüp tasarlayan robotlara teslim ettiğimiz yerde, yapay zekânın insan zekâsına tehdit oluşturacağını hayal edebiliyorum. Biz de o kadar salak olmayalım, di mi yani?

Bence, yapay zekâdan değil de asıl insan zekâsından endişe etmeliyiz. Neden denirse, tıpkı şeytanın kendisini insanın dışında sandırması gibi, insan zekâsı da yapay zekânın insandan bağımsız işlediğini sandırabilir. Hatta bazı insan zekâları yapay zekâ egemenliğinde yaşamayı bir uygarlık övüncü bile sayabilir. Uygarlık değerlerini ve koşullarını belirleyen paranın efendileri ve onların güdümündeki devlet yöneticilerinin yapay zekâdan beklentileri neyse, insanlar da yapay zekâ egemenliğine o kadar boyun eğen modernite kölesi yapılabilir…

Benim asıl endişem, insanların ‘yapay zekâ’ ile yaşarken iyice düşünme tembeli olmuş biyolojik robotlara dönüşme olasılıklarıdır… Toplumu yönetme gücünü elinde tutanların, düşünme tembeli insanları yapay zekâ ürünlerine bağımlı kılarak kendi çıkarları doğrultusunda yönetip yönlendirme olasılığı hep olacaktır. Ancak, bu tehlikeli olasılık yapay zekânın doğrudan kendisine bağlı olmayıp, insan zekâsının yapay zekâyı işletim niyetine bağlıdır. Anlaşılan o ki, geleceğe uyarlanmış yüksek insanlık nitelikleriyle donanımlı bir yaşam biçiminde yapay zekâ epeyce olumlu bir yer tutacak. Gene de yapay zekâ uygarlığının insan hinliğinden dolayı olası sakıncalarının önünü şimdiden kesmeliyiz. Bu önlem de en ileri özgürlük içinde, bireyin çağdaş var-oluş gereksinimlerini güvenceye alan demokrasi ve mutlaka düşündürmeyi kendine en öncelikli görev edinmiş bilimsel eğitimle ancak olasıdır.

Yapay zekânın ana kumanda fişi her zaman insan bilincinin zekâ işletimine bağlı kalmalıdır… Yani, yapay zekâ anca benim irademe bağlı zekâ üretecimle işlevsel olabilmelidir… Yapay zekâyı insanlığı kurtarıcı ya da bir insanlık öcüsü görmekse düşünme ve düşündürme eylemini angarya sayan bir zekâ tembelliğidir. Bizi bizden başkası ağlatamaz da güldüremez de… İnsan insanın hem belası hem şifasıdır; bilincin iman görüsünde, hayır ve şer her ne kadar Allah’tan olma sayılsa da sadece ve her zaman insan elinden çıkar…

Salt maddesel tasarımlı ruhsuz yapısıyla, yani kendi varoluşunu duyumsama ve kendinden üretme yetisi olmayan yapay zekâ aygıtı, insanlığa asla doğrudan tehdit oluşturamaz. Asıl korkulması gereken tehdit, yapay zekâyı kullanan insandan gelir. Ola ki gün gelir de biyolojik işlemcili, yani bir tür biyo-teknik beyinli insan benzeri yapay zekâ aygıtları üretiriz, işte o zaman kendi varlığımıza ortak yaratmış oluruz. 

Biyo-teknik yapay zekâlı insansı robotlar rüya görmeye ve hayal kurmaya da başlayınca işler değişir. İşte o zaman yapay zekânın kendisini bilip de kendi benzerlerini üretmeye başlayarak bize başkaldırma olasılığı, bana oldukça mantıklı görünüyor. Mantıklı amma çok da korkunç görünmedi, çünkü o robotlar da artık insan sayılırlar… Belki de bizden daha iyi insan olacaklardır; kim bilir?

Hani evreni yeniden kuracak kadar yetkinleşmiş bile olsa, ruhsuz bir yapay zekâya köle olmaktansa gönül kapısını sevgiyle açan geri zekâlı bir insana uşaklık etmeyi yeğlerim... Yapay zekâyı gönlü bol ve ruhu aydınlık insanların iyi niyet hizmetine koşanlara da ayrıca şükranlarımı sunarım. * M. Soyek, Ocak 2018)*

7 Ocak 2019 Pazartesi

Önyargı masumdur



“Önyargı değildir düşünmeyi yanıltan; önyargıyı son yargı hükmü yapan düşünme niyetidir bozuk olan..." Muharrem Soyek)

* Amerikalı psikolog Gordon Willard Allport diyor ki, “Erken yargılar yeni bilgilerle yüzleşince değişmiyorsa önyargıya dönüşmüş demektir.” (Erken yargı ile önyargı benim bilincimde farklı bir söz kavramı oluşturmadı. Bence erken yargı kendini yalanlayan yeni bilgiyle yüzleştiğinde değişmiyorsa “önyargı” değil artık son yargı hükmü olmuştur. Önyargı yerine, ön kabul, sayıltı, ön bilgi dense de benim bilincimde düşünme eylemini yanıltan ya da doğrulayan bir kavram oluşmaz; çünkü bilirim ki bunların hepsi ancak düşünme eylemim sonunda gerçeklik hükmü yaparlar.

Önyargıdan kurtulmak için özel çabaya gerek yoktur. Önyargım, düşünme eylemim sonunda edindiğim son-yargımla hükümsüz kaldığında zaten kendiliğinden geçersiz olacağı için durduk yerde ondan kurtulmak için çaba harcama gereği duymam. Zaten sakıncalı olan da önyargının kendisi değil, onu son bilgi sanmaya koşullanmış bilince güvenerek düşünmektir. Muharrem Soyek)

2 Ocak 2019 Çarşamba

Halka Hizmet


“Halka hizmet, Hak’ka hizmet!” değil de “Hak’ka hizmet, halka hizmet!” demek mi gerekiyor?

Mana yapıcı bakış açısı aynı olsa da bakışın odak noktasından dolayı mana eyleminin öncelik hedefi farklılaşıyor. Gene de nereden baksak tek parça. Halka hizmet Hak'kın yaratım övüncü olan insanı yüceltici olmasıyla Hak'ka hizmet sayılır. Hak'ka hizmetse daha geniş bir alanı kapsayarak içinde insanın da bulunduğu varoluş ortamını iyileştirme eylemidir. İnancın iman gerçekliğindeyse Hak'kın insan işi hizmete ihtiyacı olduğu düşünülemez. Bu sadece insanın kendini Hak'ka yakınlaştırma eylemiyle Hak'kın rızasını kazanma işidir. İşte bu Hak rızasını en üst düzeyde kazanma işi halka hizmetle oluşur ki tasavvuf görüsünde Hak rızası için yapılan her şey gibi o da Hak'ka hizmet sayılır. Vurgulanmak istenen şey, Halk'a hizmetin Hak rızasını yüksek derecede alacak bir iş olduğudur. "Hak'ka hizmet halka hizmettir!" deyişi aynı kapıya çıksa da çok daha geniş bir hizmet alanı açarak halka hizmetin Hak rızasındaki öncelikli yerini vurgulamıyor.


Gerçekte kimse doğrudan halka hizmet için var olmaz; herkesin hizmeti aslında kendinedir. Özdeyişin kursağında bu mana saklıdır. İşin aslı, halka hizmet ile Hak nezdinde muteber olmaktır. Halka hizmet sadece halkın örgütlü ve kurumsal demokrasi bilinciyle devletten hak ve hukuk eşitliğinde hizmet almayı kendine hak yapmasıyla olasıdır.

Muharrem Soyek

10 Aralık 2018 Pazartesi

Tevfik Uyar: Astroloji bilim açısından bir tehdittir

Burçlara iltifat zekâyı düşürmez; ancak, zekâdan daha önemli olan aklın düşünme eylemini rezil eder. Muharrem Soyek

2 Aralık 2018 Pazar

Bildiğim Bilmediğimdir


* “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir” demiş Sokrates: 

Hiçbir şey bilmediğinden değil elbet; her bildiği şeyde nice bilinmeyenlerle karşılaştığı için böyle demiştir. Bu özdeyiş, bilimsel felsefenin dokunulmaz yöntem kuralı olmalıdır bence. Kendini tanıma yolunda ilerlemenin ön koşulu önce bildiğini inkâr etmektir. Sana öğretilmiş bilincinle kendini ancak başkalarının sana çaktığı kimlik künyendeki kadarıyla tanıyabilirsin. Bu yüzden, Sokrates’in sözü muazzam bir bilimsel düşünme ilkesidir. Sözün mana özü, ‘Bildiğin hiçbir şeye asla son ve mutlak bilgi inancıyla bağlanma’ diyor. Ben bu özdeyişle tanıştığımdan beri gün gelip de bildiğimin bilemediğim olduğunu görünce hiç şaşırmadım. 

Bildiklerimiz, yeni bildiklerimizin bilinciyle ele alındığında yanlış olabiliyor. “Ne kadar çok bilirsem bilmediklerim daha çok artıyor” demeye de geliyor. İnsan, bildiklerini işlerken önünde açılan bilinmedik bilgi deryasında bildiklerinin “hiçbir şey” kadar azaldığını hissediyor. Biraz felsefe ıkınmasıyla gelse de aynı sözden olumlu bir mana çıkarımı da sezinliyorum: “Bildikçe, çoğalan bilmediklerimi bilmeye daha da yaklaşmış oluyorum” demeye de geliyor. 

Bilincimin iman pusulası yaptığım bu söz bazan kafamı karıştırır. Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğim olabilir mi? Sözün özünü sorguladığımda bildiğim şeyin asla ‘hiçbir şey’ olamayacağını görüyorum. Sadece, bildiklerim bilmediklerimin yanında ‘bir hiç’ kadar önemsiz kalmaktadır. Çok şeyi bilirken bildiğimin her şey kadar çok nice bilinmedik hâlleri olabileceğini de görmüş oluyorum. Yani, Sokrates’in epeyce bir bildiği vardır; ancak bildiklerinin içlerinde bilinmedik nice bilgiler saklı olduğunu sezmesiyle bildiğini de henüz tam bilinmedik varsaymaktadır. Bildiklerinin henüz bilemedikleriyle gerçeklik yapan eytişim (sarmal diyalektik) nedensellerini, salt kendi özlüğünden olma en ilk bilgiden son kıyamet bilgisine varıncaya kadar tümüyle çözümlemiş olmadan, hiçbir şeyi tam bilmiş sayılmayacağından emindir. Görünen o ki her şeyi bilmek de ancak Tanrı’yı tahtından indirip yerine geçmekle olasıdır… 

Burada, “Hiçbir şey bilmeyen bilmediğini bilebilir mi?” sorusu felsefenin mantığını ayıltabilir. Çünkü biliriz ki insan bilinci bilmediklerini sadece bildikleriyle fark edebilir. Yani, gerçekten hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey bilmediğini de bilemez. Zaten sözün ilerisinde Sokrates şöyle diyerek aslında ne çok şey bildiğini de ima etmiştir: “Hiçbir şey bilmediğini anlaman için çok şey öğrenip bilmen gerekiyor.” 

Hayatın kader dümenine asılan insan bilincinin egemenlik gücü, bildiği kadar bilemediğinin de farkında olmasından kaynaklanır. Bu yüzden, eğitimin ana ilkesi öğrenciye bilgiyi ezberletmek değil, düşünüp de bilmediklerini fark ettirecek meraklı bir bilinç edindirmek olmalıdır. 

Sokrates’in bu özdeyişini bilincimize bir kara delik gibi oturtup tüm bildiklerimizi hiçlik çöpünden mi saymalıyız? Elbette hayır! Vurgulanan şey, bildiğimizin hiçbir şey olmasıyla bilginin bilinemezliği değildir. Bilgi öyle çok göreceli doğruluk oluşturabilir ki, insanın hepsini bildiğini iddia edebilmesi için ölümsüz olup kıyamete kadar da yaşamışlığı olması gerekir. Yani, kesin bilinebilir olan ancak ‘hiçbir şeyin ezelden sonsuza kesin ve mutlak olamayacağı’ bilgisidir. Herakleitos’un, ‘Değişimden başka hiçbir şey sonsuz değildir’ sözüne kardeş bu özdeyiş, kesin olan tek doğrunun (hiçbir şeyin mutlak doğruda sabit tutulamayacağı) gerçeği olduğuna vurgu yapıyor. Yanlış anlamış olabilir miyim acaba? Sanmıyorum! Çünkü hâlâ hiçbir şeyi kesin değişmezlikte tutamıyorum… Hâlâ, doğru bildiğim şeyin az sonraya göreli yanlış sayılmayacağından emin değilim…

*Uygarlığın tasarım ve işletiminde, insanlığı yüceltici başarıya ulaştıran bilginin gerçeklik sırrına ermek için, kendini bilmeye eğitimli zekâların azimli ve sabırlı iş birliğinin yerini dünyada hiçbir şey tutamaz…

Muharrem Soyek

8 Kasım 2018 Perşembe

Organ Bağışı


Bireyleri sağlıksız bir toplumun uygarlık düzeyi ne olursa olsun, mutlu yaşam hayali Cennet’e ertelenmiş bir inançtan ibaret kalır. Bu yüzden sözü uzatmadan konuya dalacağım.

Sağlığında aksini istemediyse 21 yaş ve üstü her ölenin organları mirasçılarının izni alınmadan bir başkasına takılabilmeli. Ne de olsa; Tanrı leşleri değil, ruhları sorguya çekiyor. Bence, insanın tıbben beden dokunulmazlığı bedenin canlı oluşundaki irade hükmüyle koşulludur. Ölünün aklı başında iradesi yoktur. Ancak ve ancak kişinin aklı başındaki iradesiyle sunacağı beyanla ölümünden sonra organlarının alınmasına insani engel oluşturulmalı.

Aslında dinsel bakışa göre de diyebilirim ki organlarımız bizim değil Tanrı’nın malıdır. İtiraz bizden değil Tanrı’dan gelmeliydi. Hangi tanrı nimetlerinin iyilik için kullanılmasını istemez ki? Bu gerçek üzere yorumlayınca, ölümden sonra işe yaramaz organımızla Tanrı’nın kullarından birine şifa olunması, nice günahların affına neden olacak büyük sevap olmaz mı? Gene de ahrete organlarıyla birlikte göç etmek isteyen her kimse, 18 yaş üstü herhangi bir zamanda nüfusa uğrayıp kimlik hanesine “organlı gömü” notu düşürtebilir. Mirasçıları razı olsalar bile bu kişilerin organları alınamaz; kişinin yaşarkenki iradi seçimine saygının gereği bu istek mirasçılarını da bağlar. Ancak henüz organlı gömü beyanı yapmamış 18 yaştan büyük 21 yaş altı ve her 18 yaş altı ölülerden mirasçı iradesiyle organ alımı yapılabilir. 18-21 yaş aralığındaki herkese organ bağışı hukukuyla ilgili yılda en az iki kez bilgilendirme mektubu gönderilir. Bilgilenmelerine rağmen, organlı gömü beyanı yapmamış tüm 21 yaş üstü insanlar, öldüklerinde hukuken organ bağışı yapmış irade sayılırlar. Elbette 21 yaşından sonraki herhangi bir yaşında kişi fikrini değiştirip “organlı gömü” seçimi yapabilir.

Kan bağışı da toplumsal bir insani paylaşım görevi yapılmalıdır. 18-60 yaş aralığındaki kan vermek istemediğini beyan etmemiş olan sağlıklı herkesten yılda bir kez ve ihtiyaç hâlindeyse özel davetle aynı yıl ikinci kez kan alınabilmelidir. Kan alımı, davetiye ile yapılmalıdır. Davette, kan vermeye gelemeyenin özür bildirmesi için e-posta ve telefonlar da yer almalıdır. Kan vermek sağlıklı bedene hiçbir zarar vermediği için bence bu işlem kişinin beden dokunulmazlığı ilkesini bozmaz. Tıpkı aşı olmak gibi, kan vermek de toplum sağlığını koruma yöntemidir. Yani, kan vermek bireyin toplumsal varlığının gereği insani hizmet görevi yapılmalıdır. Sağlıklı olduğu hâlde beyanla kan vermek istemediğini bildirenden gerekirse kan vergisi alınmalıdır. Bir gün gelir sentetik kan yaparız da bu tartışma da gereksiz kalır inşallah!

Muharrem Soyek

Adalet

Adalet, kendiliğinden var-oluş eşitsizliğine eşit fırsat ve huzur hakkının mülkiyet onayıdır. İnsan uygarlığını doğal var-oluştan ayrımlayan bir betimlemeyle diyebilirim ki: Adalet doğal evrimin kendini bilmiş bilinç düzeyinin en yüce erdemidir… Muharrem Soyek