Bugünlerdeyse acıklı bir olayı anmaktan öte bir maksada hizmet etsin diye kutlanmaktadır. Bu kutlamaların özünde kadının erkekle birlikte eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı dengeli bir yaşam paylaşımı esas alınır. Kadının erkek baskısıyla tarihsel ezilmişliğinden dolayı bu gün erkeğe saldırı fırsatı olarak da kullanılır. Aslında yapılması gereken hem kadına hem erkeğe bu dünyayı birlikte şenlendirme bilincini dank ettirmek olmalıdır. Buna rağmen bu günü erkeğe kafa tutma, toplumsal bir çatışma ve gerginlik bahanesi yapanlar, doğrudan kadınlarla ilgili olmayan siyasete araç edenler çıkmaktadır.
Buyurun efendim, aday olun, seçilin ve "kadın egemen" bir siyasetle gelin dünyayı siz yönetin... Elinizi ve aklınızı tutan mı var? Yalnız unutmayın ki, "Direniyoruz, kararlıyız, 8 Mart'ta yine sokaklarda olacağız" demekle olmuyor bu işler. Sabırla, azimle, demokratik örgütlenmeyle ve de en önemlisi aranıza erkekleri de katarak olacak işler bunlar. Erkek düşmanlığıyla kadın hakları ilerletilemez.
Kadının insandan sayıldığı yerde 8 Mart Günü kutlanmaz. Elbette kadın gereğinden fazla sultanlık taslamaya başlamışsa 9 Mart Dünya Erkekler Günü kutlanabilir…
Yani ben şimdi kadını göklere uçuran havalı bir "kadınlar gününüz kutlu olsun" yazısı yazsam, bir de kırmızı gül resmi koysam, "siz olmadan hayat ne sıkıcı olurdu" gibisinden bir ayar çeksem hoşunuza gider miydi? Yoksa erkek olduğum için düşmanın taciz atışı mı sayardınız? Kırmızıyı geçtim, beyaz gül daha güvenli gider. Ben gene de risk alarak kadını yücelten bir şiir çalışmamı Dünya Kadınlar Günü’ne hediye ettim gitti...1934 yılında Türk kadını, birçok dünya ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Bugün zorunlu askerlik dışında hangi yasa kadına sen kadınsın geri dur diyor? Kadınlarımız bugüne kadar vali, rektör, pilot, kaptan, subay, vekil, hatta başbakan bile oldular... Varsa eksik kalmış bazı ayrıntı düzeltmeleri onları gündeme getirmeli. Yuvarlak laflarla nutuk atıp geçmeyelim.
Dersiniz ki bazı kadınlar bu hakları şu ve bu nedenlerden dolayı alamıyor, hah işte sorun budur. Kadınlar Günü, haklarını kullanmayı bilmeyen kadınlarımıza onları kullanma yollarını öğretmek için bir canlanma günü olsun. Bırakın bir yanı kadın olan erkekler de size yardımcı olsunlar.
"Adem'le Havva'dan beri kadın erkek didişmesi vardır" derler. "Bu işin sonu gelmez" derler. "Kadınla erkeğin arasına giren ezilir" derler. "Böyle gelmiş böyle gider; erkek dediğin hem sever hem döver" bile derler... Özellikle de kadınlar erkeğin arkasında kalmalarına böyle avuntumsu kader uydururlar. Oysa kadın dediğin, insan için ne kadar hak hukuk ve özgürlük varsa yeri geldiğinde hepsinden faydalanma hakkını kadınlık onurundan saymalıdır...
Ne yazık ki yasal engel olmayışına rağmen, hatta bazı konularda kadına olumlu ayrımcılık yapılmasına rağmen, bizim toplumsal bilincimizde kadının bir erkek gibi hayata dalmasına engel olan tutucu bir zihniyet yerleşmiştir. Gençlerde bile bu zihniyet aşılabilmiş değildir.
(Geçen yıllardan birinde Vatan Gazetesi'nde yayınlanan bir araştırmadan not almışım) Gençlerin yüzde 90.6'sı dayak yiyen kadına yardım edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ancak bunların dörtte üçü de, "kadını yaralamayacak kadar döven erkek ceza almasın" diyormuş. Araştırmada gençlerin çoğundan alınan çarpıcı yanıtlardan bazıları şöyle:
* Cinsel açıdan güven vermeyen kadınlar dayak yemeyi hak eder.
* Kadın arkadaşları önünde kocasını aşağılarsa koca dövebilir.
* Çoğu kadın kocası tarafından içten içe dayak yemeyi arzular.”
Aslında kadına saygı bakımından en ileri kültürlerden biri Türk kültürüdür. Artık göçebelik zorunun birlikteliğinden midir tam bilmem amma Yörüklerde kadın çok saygı görür. Bu bakımdan kökende Türk kültürü öyle gösterildiği gibi kadını ezen bir kültür değildir... Ülkemizde kadını ezen kültürlerin Türklük kökeninden gelmediğini ve başka kültürlerin etkisiyle kendine yabancılaşmış olduğunu söylemek daha doğruya kaçar.
Tanrıların çok, insanların az olduğu eskimiş zamanlarda sanılır ki kadın el üstünde tutulurdu. Bu zamanların kadın tanrıları, kadın savaşçıları, kraliçeleri ve hatta kadın firavunları sanki kadının hak ettiği yere yüceltildiği sanısı vermektedir.
Çok tanrılı inanç toplumlarında şimdi durum nasıldır bilmiyorum; ancak tanrıçaların ve kraliçelerin çokluğu kadına saygı ve değer verildiği anlamı taşımıyordu. Eski Arap toplumlarında putların bir kısmı dişi olmasına rağmen kız çocukları bir utanç kaynağı olarak görülür, hatta ilk çocuk kız doğarsa kurban niyetine diri diri toprağa gömülürdü.
Gene tanrıçalarıyla ünlü Antik Yunan toplumu kadını aşağılamasıyla ünlüdür. Kadınlar erkeklere benzeyebilmek için memeleri irileşmesin diye göğüslerini mengene gibi sıkan özel korseler giyerek işkence gibi önlemler alırlarmış. Kadın adet gördüğünde lanetlenmiş gibi ormana kaçarmış.
Olaya dinler açısından bakınca, tek tanrılı dinler de kadını erkekle aynı dereceye yükseltmiş değillerdir. Ancak, inançları bireysel özgürlük hakkıyla sınırlı tutmaya çalışarak ilerleyen demokratik uygarlık, kadına hak ettiği insani saygı ve değerin hemen hemen tamına yakın kısmını vermektedir.
Ülkemiz kadınları Cumhuriyet ilkelerinin koruyucu şemsiyesi altında kendilerini geliştirmektedirler. Türkiye'de kadınların bir kesimi, kadını erkek cinsel güdüsüne hizmet eden ve çocuk doğuran bir köle sayan zihniyeti alt edip özgürleşmek için çabalarken, bir kesimi de cenneti vaat eden dinsel öğretiye imanla ve ölüme götüren törenin zoruyla erkeğe köle olmayı kadınlığın namusu sanmaktadır.
İki kesim de tuhaf bir biçimde Cumhuriyet'in demokratikleşme arzusuna sığınarak kendisini biçimlendirmektedir. Kadınlarımızın bazıları Faslı, hatta az birazı da Afgan kadını gibi olmak istemektedir. Ve bunu bireysel bir seçim özgürlüğüymüş gibi yutturmaya çalışan aydınlar ve siyasetçiler bu kadınlardan daha ürkütücüdür. Çarşaf ve burka bir giysi değildir. Bunlar kadının başına geçirilen karanlık zindanlardır. (Faslı kadınlar toplumsal bir seçimle, (referandum ile) çarşafı kendilerine ev dışı giysi olarak seçmişlerdir. Afgan kadınları ise şeriat dayatmasıyla burka içinde hiç güneş görmeden dolaşırlar; o kadar ki burkalı Afgan kadınlarında çok erken yaşta kemik erimesi başlar)
Hz. Musa'nın dini Yahudilik, dişi tanrıların bulunmadığı ilk dindir. Tanrı erkeği kendi suretine benzeterek, kadını ise Adem'in kaburga kemiğinden (ona eş olsun diye) yaratmış. -(Tevrat, Eski Ahit) Kadının yaratılma gerekçesi bile erkeği adından üstün tutar biçimde: Âdem, hayvanlar arasında kendisine uygun bir yardımcı bulamadığı için Tanrı Âdem'e yardım etsin diye kadını yaratmış ve adını Havva koymuş. Havva, Âdem'den ayrı kendine özgün ve Âdem’e denk iltifatla yaratılmadığı gibi, cennetten atılırken Tanrı onunla şöyle konuşuyor:
"Zahmetini ve gebeliğini ziyadesiyle çoğaltacağım, ağrı ile evlat doğuracaksın..." (Âdem'e de toprakla uğraşma cezası vermesine rağmen bakıyorum da bizim memleket toprağının çilesini Havvalar çekmektedir.
"Her kadının başı erkek, her erkeğin başı Mesih; ve Mesih'in başı Tanrı'dır."
Bir alt kademede Aziz Augistinus tarafından bunun yorumu da şöyle yapılmıştır:
"Erkek, sen efendisin, kadın senin kölendir. Tanrı böyle istedi."
Kur'an'daysa diğer dinlere kıyasla kadınların lehine olan birçok ayet vardır. (Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın emeğini boşa çıkarmayacağım. Sizler birbirinizdensiniz.) Tanrı'nın, “Sizler birbirinizdensiniz” demesine rağmen kadınlarımızın erkek tarafından kollanıp gözetilmesi gereken narin birer emanet olmaktan ileri gitmesi hoş karşılanmadı. Hz. Muhammed, şöyle buyurmaktadır. “İmanı en olgun Müslüman, ahlâkça en güzel olandır. En hayırlınız da hanımına en güzel davranandır.” Ayrıca, Veda Hutbesinde “Kadınlar size Allah’ın bir emanetidir” der. "Erkeklerin, adalet ölçülerine göre kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Kocalar, eşleri üzerinde önceliğe (bir derece üstünlüğe) sahiptirler" (Bakara, 228) Gene de haklar ve özgürlüklerde henüz tam eşitlik sağlanamadı.
Burada az biraz dalıp düşünüyorum; düşünürken tek tanrılı dinleri erkek dinleri diye düşündüğümü fark ediyorum. O kadar ki tanrı bile bir erkek simasıyla görüntüme giriyor. Peygamberlerin hepsi erkek; Hz. İsa Tanrı'nın oğlu sayılmış. Hz. İsa'nın anası Hz. Meryem'dir. Hz. Meryem bir kadındır. Tanrı'nın çocuğunu doğuran kadın! Buna rağmen kilisede kadının hükmü sökmez; tıpkı cami ve sinagoglarda olduğu gibidir. Kadın papaz, kadın imam, kadın haham yoktur. Kısacası tek tanrılı dinlerde, kadının erkeğe en yakın durduğu İslamiyet'te bile erkeğin egemenliğini kendine boyunduruk eden kadın en iyi kadındır.
Filozoflar bile kadınlara saldırmışlardır. Erasmus'a göre kadın, bir hayvan, açıkça deli ve saçma bir hayvandır. Platon da kadın düşmanıdır, Nietzsche de...
"Dünyada, bir kadından daha beter bir şey olamaz, elbette başka bir kadın hariç." (Aristophanes)
***
Kadın evrenin en anlamlı yaratımıdır; sadece erkeğin bir karşı cinsi olmaktan ötede gizemli bir havası da vardır. Bana göre kadın sanki evrenin sonsuz güzelliğini açmaya hazırlanan gizli bir bahçedir... Bu yüzden bence kadın erkek eşit olmamalı; kadınlar erkeklere hükmetmeli... Belki o zaman yeryüzünde cennetin tamamı kurulabilir. Unutmayalım ki erkek milleti insanlığın yarısı bile etmez... Acaba erkek olduğum için kadını aldatan iltifatlarımdan birini mi yapmaktayım? Hissiyatım iltifata kaçsa bile, aklım "Ne kadınsız cennet olmalı ne kadınlar cenneti olmalı... " diyor...
*
İş edebiyata kalınca kadını yere göğe sığdıramıyoruz; göğün yarısı kadının yarısı da Tanrı'nındır demekle olmuyor. Hatta, "yerin toprağı kadınsa yağmuru erkek olsun" gibi sözde masum uzlaştırıcı görünen, fakat özünde muhtaçlık çağrıştıran önerileri de geçmeli artık. Kadın her şey olsun; çünkü kadın o her şeyden hak eden erkeğe her şeyini verecek kadar asildir. Ancak, bu demek değildir ki kadının asil merhametine sığınan erkek de yan gelip yatsın. Zaten hangi kadın böyle bir erkeğe merhamet eder ki?
Aslında bırakalım kadınları kendi hallerine, onlar erkeklerden daha iyi bilirler ne ve nasıl olacaklarını... Sadece bırakalım, erkeğin bastığı yere onuru ve yeteneği taciz edilmeden kadın da basabilsin...
Tüm kadınlarımızın bütün günleri bu özel günden bile daha güzel geçsin...
Muharrem Soyek
***
Buraya son söz olarak, kadınlarımızın insanlık onuruyla birlikte erkeklere denk bir düzeyde var olma çabalarını gururlandıracak örnek bir Türk kadını hakkında Ulaş Ak'ından bir anlatı ekliyorum:
AFİFE JALE
"22 Nisan 1919... İstanbul işgal altında... Vatanın tamamı işgal altında... Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasına yirmi yedi gün var daha..." (Bir ulus kendini arıyor... Bir ulus, kendini yalnızca silahların gölgesinde bulamaz.)
22 Nisan 1919, Afife Jale, işgal altında İstanbul’da, Müslüman kadının sahneye çıkması yasak olan bir ülkede, Kadıköy’de, Apollon Tiyatrosu’nda sahneye çıkıyor... Bir kadın, Mustafa Kemal’den önce tutuşturuyor toplumsal değişim ateşini... Zaptiyeler, olayı duyar duymaz tiyatroyu basıyor. Darülbedayi yöneticileri sorgulanıp, uyarılıyor...
Afife Jale o gece yaşadığı duyguyu şöyle anlatıyor...
"Hayatımda mesut olduğum ilk gece... Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Oyunda güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi... Orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler... Muharrir Hüseyin Suat Bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü: "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin." dedi”
Afife Jale o geceden sonra zaptiyelerin tehditlerine aldırmadan, sahneye çıkmaya devam etti... Fakat sahneye çıktığı her defasında tiyatro baskınlara uğradı... Afife Jale her defasında arkadaşları tarafından bir yerlerden kaçırıldı...
Ne var ki, takip sonucu günün birinde sokakta yakalanacak ve götürüldüğü karakolda yapılan sorguda, zaptiye amiri; “Dinini, milliyetini unutan sen misin?” diyerek hırpalayacaktır Afife Jale’yi.
Dahası kendi ailesi, öz babası “Sen artık fahişe oldun” diyerek Afife’yi evden atacaktır...
Ulusun kurtuluşu için Samsuna çıkan Mustafa Kemal, İstanbul Saray yönetimi tarafından askerlikten atılıp, idam cezasına çarptırılırken, kadının var-oluş savaşında büyük bir devrim ruhuyla sahneye çıkan Afife Jale, fahişelikle suçlanıyordu...
Afife Jale, yaşadığı tüm acılara direnerek, karanlık kafaların saldırılarına göğüs gerdi. Sonunda kazandı... Sonunda Mustafa Kemal de kazandı... Ve 1923’te Mustafa Kemal’in önderliğinde, yeni meclisin çıkardığı yasa ile, Müslüman kadınlar sahnede ve sanatın her alanında olma özgürlüğüne kavuştu...
Afife Jale’nin ömrü acılarla geçti... Yaşadığı büyük buhranların ortasında, büyük aşklar da yaşadı... Selahattin Pınar’la yaşadığı aşk dillere destandır... Ünlü bestekar; “Nereden Sevdim O Zalim Kadını” gibi birçok eserini Afife Jale’ye yapmıştır...
Bir yazımda kadınımızın içinden bir Lady Godiva çıkmamasından yakınmış ve kadınlarımızın kişisel varoluş ruhundan yoksun oluşundan şikâyet etmiştim... Sonra, Afife Jale geldi aklıma... Özellikle bugünün kadınına anlatılması gereken yaşamıyla, Afife Jale’yi hatırlamanın ne kadar önemli olduğunun farkına vardım..."
***