9 Kasım 2022 Çarşamba

Sol El Konçertosu

Sol El Konçertosu

*

Demek yazamadan

Demek okuyamadan

Demek konuşamadan

Hem de ölmeden yaşanabilirmiş

Ama sevmeden yaşanamıyor Üçgülüm


Bir ölüyle bir canlı

Bir bedeni bölüştük

Sağ yanım ölmüş

Sol yanım capcanlı


Demek yazamadan

Demek okuyamadan

Demek konuşamadan

Ama düşünebildiğim için seni yaşıyorum

Yaşayabildiğim için sevmiyorum

Sevdiğim için yaşıyorum


Bir kolum bir elim bir bacağım ve dilim tutmuyor

Öyle bir sevgi var ki içimde

O beni hâlâ diri tutuyor

Yazamasam da okuyamasam da konuşamasam da

Seviyorum seni Üçgülüm

Sevdikçe yaşıyor yaşadıkça seviyorum

*~Aziz Nesin~

15 Nisan 2022 Cuma

Kendinle Tanış Ol

 

İnsanın olduğu gibi görünüp de göründüğü gibi olması bence bir efsanedir. Çünkü kimse kendini eş zamanlı olarak tam da olduğu gibi görüntüleyemez. Olmak neyse de görünmek hepten de kişinin belirlediği bir durum değildir. Kişi, olduğu gerçekliğin tümünü gösterebilse bile, gösterdiği kendisi başkasının bilinç aynasından tıpkısı kendi olarak yansımaz. Gene de insan kendini bilebilir. Kendini bilmek, göründüğünden çok gösterdiğinin ne olduğunu bilmişliktir.

Kendini bilir olmaya götüren birçok felsefi, dinsel ve ideolojik yol açılabilir. Ancak; hiçbir arayış yolundaki insan, olduğunu ve olacağını tümüyle kapsayan biçimde kendini bilir olamaz. Kendini bilmek, kendinin olan niyetten ve eylemden gene ve sadece kendini sorumlu tutmaktır.

Bir Mevlâna deyişi olan, “Göründüğün gibi ol; olduğun gibi görün” öğüdü bana göründüğünden daha derin mana içeriyor gibi geliyor. Düz algıyla değil de geniş ve derin yorumsal algıyla ele aldığımda öyle geliyor. Özdeyiş, “Görüntünü mutlaka kendinden olan bir gerçeklikle sunasın ve her nasıl görülmüşsen onu da her zaman gönül aynandan dürüstlük yansınla doğrulayasın.” demek istiyor. Şöyle de ifade edebilirim: Dıştan dönen görüntünü sadece kendinden bildiğin gerçekle doğrula ve yanlışla; gösterdiğin kendini de her zaman kendin bildiğin dürüstlük aynandan yansıt.

Olduğu gibi görünmek hepten de kişinin elinde değildir. Aslına kalırsa kimsenin görünürlüğü hepten kendi öz kimliğinden (olduğundan) çıkma değildir; çünkü insan kendini ancak başka insanların algısından görünür yapabilir. Kişinin başkalarının algısına göreli görüntüsünde henüz kendiyle özdeşleşmeyen alıntı ve kalıntılar mutlaka olacaktır. Algılanan görüntüsünün ne kadarıyla kendinden olduğunun onayı da anca kişinin kendini bilir oluşu kadar güvenilirdir.

Hiç kimse, ne ise o olarak bilinmez; başkaları onu ne yaptıysa o öyle bilinir, öyle kabul edilir” diyor Schopenhauer. Yani, nasıl algılanıyorsak öyle görünürüz. Hiç kimse de kendini olduğu gibi algılatmayı beceremez; çünkü olduğumuz sanısıyla gösterdiğimiz her neyse, karşı algının bilinçsel mana kavrayışıyla yeniden biçimlenir. Sanırım Mevlânâ özdeyişindeki derin mana, “oluşta ve görüntüde kendin olanı bilmiş ol” demeye varıyor.

Kendini bilmiş bilinç ile kendin olmak değişkenlik yönetimi ister. Kendini bilmek, kişinin somut ve soyut gerçeklikte varoluşa yürüdüğü yol yordamı bilinçli istençle seçebilir ya da yapabilir olmasıdır. İşte bu “Kendini bil!” öğüdü çok daha yerinde bir anlam yapıyor. İçten gelen saygıyla tanışmaya duran kendini bilmişler, birbirlerini ne oldukları ne gördükleri ne de göründükleri gibi etiketleyip paket ederler… Sadece kendilerindeki varoluş değişkenliklerini anlayıp bilmeye niyetlenirler. Söz konusu kendini bilme’ erdemi bir değişim bilincidir. Olduğu ve göründüğü hâlini kişi mutlak kalıcı kendi saymaz da her olduğu ve göründüğü kendinden yeniden olma ve görünme bilinciyle değişmeye rağbet eder.

Olduğumuz gibi görünmek ve göründüğümüz gibi olmaya yeminli kalmaktansa, kendimizi olmuş kendilerimizden daha iyi olmaya değiştirmeliyiz. Yani, olduğu gibi görünmede ve göründüğü gibi olmada kalmayı dürüstlük onuru yaparak değişime direnen sözde omurgalı kendimizi aradan çıkartıp, daha iyi ve güzel olmaya niyetlenen yiğit yürekli ‘dönekliğimizi’ de kucaklamalıyız. İyiye, doğruya ve güzele dönmek onurlu bir vazgeçiş dönekliğidir... “Kendi kendini yenmek zaferlerin en büyüğüdür” der Eflatun. Sözün bendeki manası, ‘kendini bilerek değişmek zaferlerin en büyüğüdür…’ demeye gelir.

Düşüncemizi ve kalbimizi mühürlemeyelim; ancak, kendimizi vicdan, edep ve mantık süzgecinden geçirmeden de dışarıya servis etmeyelim. Sevgi bile tartılıp biçilip öyle sunulmalı ki, sevdiğimizi sevgi kıskacıyla bunaltmayalım. ‘Olduğumuz gibi görünelim, göründüğümüz gibi olalım’ sözünü, ‘içimizde ne varsa olduğu gibi dürüstçe çıkartalım’ ahmaklığına çevirmeyelim. Önce içimizde olgunlaşalım, ondan sonra olmuş bellediğimiz kendimizden seçkiyle görünelim. Dışımızdaki algıdan yansıyan görüntümüzün ne denli olduğumuzdan olduğunu da mutlaka dürüstçe yanıtlayalım. İnsanı güvenilir yapan şey, dışına çıkardığını olduğu kendinden görünür etme dürüstlüğüdür. Bunun içinse kendimizi bilip de bildiğimizden bilinir olmaya görünmek gerekir… Muharrem Soyek


2 Mart 2022 Çarşamba

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem

 

Yürütme erkinin iktidar kadrosunu meclis içinden gene meclis onayıyla çıkartmak yürütme erkini seçme hakkını halkın elinden almakla anca olasıdır. Anayasal bir değişim ister. Ve bu değişimle parlamento güçlendirilmiş olmaz; sadece siyasi iktidarın başı bir Başbakan ve devleti temsilen de yetkisiz bir Cumhurbaşkanı atama görevi  verilmiş olur. Millet İttifakı siyasi muhalefetin 28 Şubat ortak açıklaması, güçlendirilmiş seçim vaatlerinden ileri daha demokratik bir sistem değişikliği getirmemiş... Hatta demokrasiyi geriletici bir sistem yapısı var. Yürütme erkini doğrudan halkın seçmesi engellenmiş. Aslında demokrasi adına ileri sürdükleri yerinde öneriler var amma onların hepsi de şimdiki Cumhurbaşkanlığı sistemine ulanabilir yasa değişiklikleri.

Şu andaki anayasal kazancımız, yürütme erkinin yasama erkinden ayrılmış, kendi sorumluluğuna çekilmiş olmasıdır. Yürütme erkinin doğrudan seçilmesi yerindedir. Var olan sistem içinde TBMM güçlendirilebilir. Köklü bir sistem değişikliği hem gereksiz hem umutsuz hem de demokrasiyi ileri götürecek bir öneri değil. Diyesim o ki şimdiki meclisin, yani yasama erkinin yürütme erki üzerindeki denetim unsurları güçlendirilse ve yargı erkinin de yargısal süreç bağlamında yürütmenin ve hatta yasama erkinin yönlendirme bağından koparılması, şahane bir demokratik sistem oluşturabilir. Demokrasideki güçler ayrılığını hem özerk hem iş birliği içinde tutabilmeliyiz. Geri dönüş gayreti kanımca umutsuz bir maceradır.

Başkanlık sistemini, hükümet kuracak erki doğrudan halkın seçmesi olarak görüyorum. Şimdi kalkıp da hükümetin yasama erki meclis içinden ve gene meclis tarafından seçilmesini istemek, ileri demokrasinin güçler ayrılığı ilkesini üçten ikiye düşürmek, ya da en azından yürütme erkini zayıflatmak olmaz mı? Ayrıca bu neyi değiştirir ki? Hükümet ya mecliste çoğunluğu olan parti tarafından kurulacak ya da çoğunluk olmadığında partilerin iktidar koalisyonu ile kurulacak; tabi o da pazarlıkta anlaşılabilirse. Her iki durumda hükümet herhangi bir partinin başkanı emrinde olmayacak mı? Peki, partili yürütme başı bağlamında şimdiki durumdan farkı ne ola ki? Meclisin seçeceği bir Cumhurbaşkanı ve gene meclis içinden vekillerle bir başbakan emrinde kurulacak yürütme kurulu... Bunun neresi demokrasiyi ileri götürür ki? Eskiden de böyleydi zaten ve bizim demokrasi pek de ileri değildi. TBMM iktidardan pay kapma arenası yapılırsa, doğrudan seçmene hesap verecek bir yürütme erki bağımsızlığı olmayacağı gibi, yasama erki de kendini gene kendi iktidar hırsına bağlayarak bağımsızlığını kendiliğinden yitirecektir.

Bence, yapılması gereken şey gene Cumhurbaşkanlığı sistemi içinde kalarak yasama erki olan meclisin denetim ve sorgu gücünü artırmak ve hemen yanında yargı erkini de yürütme ve hatta yasama erkine karşı güçlendirmek olmalıdır. Örneğin: Yargı erkinden kurumsal görüş ve öneri almadan Meclis yasa çıkaramaz yapılmalıdır. Örneğin: Yürütme erki, yargı erkinin yargılama kurumlarına atama yapamaz olmalıdır. Ancak böylece demokrasiyi güçlendirmiş oluruz. Sözde Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adına, demokrasinin güç kollarından birini zayıflatmak ya da aradan çıkartıp bir diğerine bağlamakla anca ilkel demokrasiye döneriz. Demokrasi hepten ne güçler birliği ne güçler ayrılığı ilkesine bağlanarak güçlendirilir. Demokrasi anca toplumun yönetici güçlerinin özerk işlerliğinde iş birliği hukukuna bağlı tutulmasıyla güçlenir. 

Muharrem Soyek


8 Şubat 2022 Salı

Yolcu Yolda Yol yolculukta

*

Yol bilinmiyorsa başlangıç nicedir? Yolcu, bulunduğu yerin bilinciyle ve yolla birlikte yürürken nereye varacağını yoldan öğrendiği bilgiyle düşünüp yeniden emel eder. Bu yüzden yolcunun önce bulunduğu yerin, yani yoldaki kendini bilmesi ve yolcular arasındaki konumunun bilincine varması gerekiyor. Sonrası, yolla birlikte varacağı olası erişime doğru yürümektir… Varılacak yer, elbette yolculuk bilinciyle değiştirilebilir.


26 Aralık 2021 Pazar

Yeni Yıl

 

HER YENİ YIL YENİ UMUTLARLA KARŞILANIR; UMUTLARIN ELLERİNDEN TUTUN Kİ, GERÇEK OLABİLSİN UMUDUNUZ...

Zamanı anlamlandıran insandır. Eskitebileceğimiz yeni bir yıl yok aslında; fakat bir yeni başlangıç anı hep vardır. Geçmişini bugünün bilgisine danışman yap; onu saygıyla hatırla; ancak geçmişinle ilintili kinleri, hayal düşüklerini ve gönül acılarını gittikçe çürüyen bir ruh gibi geleceğine taşımaktan da vazgeç.

Bu yıl kendine bir iyilik yap, ve daha çok gülümse; daha çok affet; zorlansan bile daha hoşgörülü olmaya çalış. daha güzel yemek, hoş sohbet, daha çok şarkı, daha çok dans iste; bir ağustos gecesi bülbülleri dinleyerek ay ışığında gezinmek için bir bahane iste...

Dünyaya bir kez doğabileceğini ve evrenin sonsuz büyüklüğünü düşünürsen, hayatın sonu gelmişçesine tasalandığın ve kırıldığın şeylerin ne kadar küçüldüğünü görebilirsin. Bir ışık yak bu yılın ateşinden ve yeni bir yol aç kendine. Hayatın aşk yollarında ruhunun fenerini hiç söndürme bu yıl. Hadi kıpırda biraz, kendin için bir ateş yak...

YENİ YIL ATEŞİ

Ölü yapraklar düşmekte

“Değişen dönektir” diyen üstüne

Bense değişirim döne düşüne

Eski yıldan alaz yeni yıl ateşimle.

 *

Anlam topal kalır sade bilimden

Bir mana daha çekmeli gönülden

Tutuşmalı insan yürek içinden

Umut ışıtan yeni yıl ateşinden.

Gelmişim geçmişin dibinden

Giderim gelecek peşinden

Evrim evrim zaman elinden

Yana yakıla değişirim ben

Her yeni yıl ateşinden.

Döner devran

Evrilir irfan

Akıl gelir başa

Putlar döner taşa

Ben gene yanarım ezelimden

Yılları yakan gelecek özümden…



 * (08 Ocak 2011)*

Yeni bir yıl yoktur kapıdan içeri girecek, tıpkı eskiyen bir yıl olmadığı gibi çöpe atılacak. Sadece yeni hayaller ve eski özlemler vardır toplanacak.
*
"Mayalar, Yahudiler, Araplar, Çinliler ve bu dünyanın diğer birçok sakini için bugün yılın ilk günü değil. Bugünün tarihini Vatikan tarafından kutsanan emperyal Roma belirlemiştir. Yılların bu sınır geçişini bütün insanlığın kutladığını söylemek abartılı bir ifade sayılabilir. Gene de şunu kabul etmek gerekiyor: Zaman herkese, yani gelip geçici yolcularına karşı yeterince sevecendir; yılbaşının güzel günlerin ilki olabileceğine inanmamıza ve onun sonsuz bir düğün neşesiyle karşılanmasına izin veriyor.” Eduardo Galeano, "Ve Günler Yürümeye Başladı"

Noel bayramının kökeni Türkler olamaz mı?

Yüzyıllardır Hıristiyanlarca İsa’nın doğumu olarak kutlanan Noel Bayramı biçimsel özellikleri bakımından eski Türklerin yeniden doğuş bayramı olan Nardugan'a çok benzemektedir. 

Konuyu irdelerken, Türk Devletleri'nden başka yerlerde aynı konuyu bilen var mı diye sorgulamaya başlamıştım. İran’ın Azeri bölgesinden, İsmail Bey’den yanıt geldi; verdiği yanıt birebir aynı olmasa da elimdeki bilgilere çok uyduğunu gördüm. 

Anlatılan şöyle: 

Türklerin, tek tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yerin göbeği sayılan yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunur. Bunun tepesi gökyüzünde oturan Tanrı Ulgen’in sarayına kadar uzanır; buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz. İnsanların koruyucusu Tanrı Ulgen, sakallı ve kaftan giymiş olarak ağacın tepesindeki sarayında oturur; geceyi, gündüzü ve güneşi yönetmek onun marifetidir. 

Türkler için güneşin hareketi çok önemli bir olaydır. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 21-22 Aralık’ta gece gündüzle savaşır. İşte bu gecenin sonunda, uzun bir savaştan sonra güneş geceyi yenmiş ve gün içinde daha uzun süre seyretmeyi hak etmiş olarak doğacaktır. Zafer gününe çıkan önemli bir gecedir. Güneşin yeniden doğuşu olarak algılanan bu özel gün, eski Türk geleneklerinde yaygın biçimde Nardugan Bayramı (beyremi) olarak kutlanırdı: 

nar=güneş, tugan, dugan=doğan. nardugan = Doğan güneş. 

Hâlâ daha bu gelenek Tatarlar, Başkirler, Çuvaşlar ve Karaçay-Malkarlar tarafından etkin biçimde yaşatılır. Türkler, gecelerin kısalmaya, günlerin uzamaya başladığı günü "Nardugan Beyremi" olarak büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşi geri verdiği için Tanrı Ulgen’e dualar ediyorlar. Duaları tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlardı. İnanca göre bu dilekler muhakkak yerine geliyormuş. Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar. Bu gece için yaş ve kuru meyvelerin yanına özel yemek ve şekerleme yapıyorlardı. İnanca göre bu bayram aile ve dostlar bir araya toplanarak kutlanırsa, ömürler çoğalır, uğurlar gelirmiş. Tıpkı Hıristiyanların Noel yemeği gibi... 

İsa'nın memleketi Filistin’de akçam ağacını bilmezlermiş zaten. O yüzden bu geleneğin, Hunların Avrupa’yı talan edişleri sırasında Türkler'den Hıristiyanlar'a geçtiği söylenir. Meydan Larousse’da, Hz. İsa evrenin nuru olarak ifade edilir, ve Noel kutlaması geleneğinin pagan halklardan alınıp Hz. İsa’ya yakıştırıldığı yazılıdır. İmparator Konstantin (324-337) zamanında İznik’te toplanan konsülde, 22 Aralık’ta güneşin doğumu için yapılan bu "pagan bayramı" Hz. İsa’nın doğum günü varsayılarak 24 Aralık’a alınıyor ve adına da Noel Bayramı deniliyor. Batı kilisesi ise, yani Katolikler 25 Aralık’ta kutluyorlar. Çam süsleme geleneğiyse eldeki kayıtlara göre ilk olarak 1605’te Almanya’da görülüyor; oradan Fransa’ya geçiyor. 

Özet derleme kaynağı: Muazzez İlmiye Çığ 18.12.2007 - Vatan Gazetesi /30.12.2007

(Yorum notum: Burada sözü edilen "hayat ağacı" birçok efsane ve tarihi gelenekte görülebilir; ancak gene de, Hıristiyan âlemi en büyük bayramını göçebe ve ilkel olarak tanımladığı Türkler'den alıp kendine uyarlamıştır desem başım ağrımaz. Noel'in İsa’nın doğumu ile ilgili tarihi veya dinsel bir kültürel köken bağı zaten bulunmuş değil. Noel aslında gündüzün geceyi alt edişidir. Güneşin başını kaldırıp yeniden dirildiği zamandır. Türkler'den, ya da başka bir kavim veya kültürden alınmış olmasının bence bir önemi yoktur. Hıristiyanlıktan önce de kutlanagelen bir geleneğin Hz. İsa'nın doğum kutlamalarına uyarlanmasıdır, asıl önemsenmesi gereken bilgi. Noel başkaydı amma Christmas (Hz. İsa'nın kutlu doğumu) ile bir edildi.

*Katoliklerin Babbo Natale dedikleri “Doğum Baba” yı Fransızlar dillerine Noel diye çevirmişlerdir. Fransızca Noel sözcüğü doğum anlamına gelir. Biz de aslında "Yeni Doğum" ve "Doğum Baba" diyeceğimize, Fransızca’dan Noel ve Noel Baba olarak aktarmışız. Hıristiyanlık'tan önceki pagan dinleri döneminde yaşayan Kelt kavimleri, Aralık ayı sonlarına doğru bir günde doğanın bahara gebe kalışını kutlarlarmış; bu güne de “Doğum Baba Bayramı” derlermiş. 

Hıristiyanlığın Roma topraklarına yerleşmesinden sonra, halk arasında yaşatılmakta olan "Doğum Baba Bayramı" Hıristiyan bir kimliğe büründürülüp, aynı isimle yaşatılmış; Doğum Baba imajı da kutlama geleneklerine yerleşmiş. Ama o zamanki Doğum Baba Bayramı’nda şimdiki gibi kırmızı elbiseli, ren geyiklerinin çektiği kızağıyla dolaşan, göbekli bir Doğum Baba (Noel Baba) yokmuş. 

Katolik olmayan Hıristiyan ülkelerde Santa Claus veya Christmas olarak bilinir. Katolikler yılın her gününü bir azize atfettiklerinden bu günü de aziz San Claudio adıyla anarlar. Tabi bir de Antalyalı Aziz Nikola vardır. Hikâye, Antalya Kale doğumlu tarihsel bir figür olan piskopos Nikola'nın fakirlere hediye dağıtmasına dayanır. Bilinen en meşhur hikayesi de, üç kızı olan bir babayla arasında geçenlerdir. Bu olayın 320'li yıllarda gerçekleştiğine inanılır. Fakir babanın kızlarına çeyiz parası karşılayacak durumu yoktur, bu yüzden hiçbir erkek onlarla evlenmek istemez. Böyle bir durumda da kızlar kötü yola düşmek zorunda kalabilirlerdi. Oldukça zengin olan Nikola üç kız için üç külçe altını geceleyin gizlice fakir adamın penceresinden içeri atar. Ancak fakir baba kendisini görmüş ve ertesi gün dualarla teşekkür etmeye gelmiştir. Bir rahip olan Nikola, "Bana değil, Tanrı'ya şükret." der. Bu olayın ortaya çıkmasından sonra, o yörede birçok gizlice yapılan yardımların aslında Nikola tarafından yapıldığı anlaşılır. Nikola'nın ölümünden sonra da yöre halkı birbirlerine gizlice hediye vermeye devam eder ve bir gelenek oluşur. 

Benzeri bir gelenek İskandinav ülkelerinde varmış; hatta bugün de bu gelenek yer yer sürdürülmektedir. Ancak bunun adı Kış Baba'dır. Geleneğe uygun olarak kırmızının hâkim olduğu rengarenk giysiler içinde bir adam, ren geyiklerinin çektiği bir kızakla evleri ziyaret edip çocuklara hediyeler verir, böylece çocukları sevindirmekle uzun ve karanlık kış günlerinin çocuklar üzerindeki depresyon etkisi hafifletilmek istenirmiş. Ancak bu geleneğin dinsel bir yönü yoktur. 

1863 yılında New York’un üst düzeydeki bir din yetkilisi, Noel arifesi New York Times gazetesinde yayınlanan “Noel Makalesi”nde şöyle yazmış: “Doğum Baba deyince aklıma güler yüzlü, tombul, saçları ve sakalları bembeyaz, çocukların sevgilisi biri geliyor” 

Bu tanımı değerlendiren İskandinav asıllı bir sanatçı, Thomas Nast, ABD'de yayınlanan Harper's Weekly dergisine kapak resmi olarak bugün bildiğimiz Noel Baba'yı çizmiş; ren geyiklerinin çektiği kızak, kırmızı çizmeli, kırmızı elbiseli, kırmızı şapkalı, ak sakallı, göbekli ve şirin bir Noel Baba... bir de süslü püslü bir çam ağacı çizmiş. Bu çizimleri çok beğenen Coca Cola Şirketi, Doğum Baba’nın telif hakkını sanatçıdan satın almış. 1865 Noel’inde Coca Cola şirketi Amerika’nın bir çok kentinde, kent meydanına süslü çam ağaçları dikmiş; bu ağaçların dibinde Noel Baba giyimli insanlar çocuklara hediyeler vererek Coca Cola reklamı yapmaya başlamışlar. 

Olay Amerika’da bomba gibi patlamış; o güne kadar soyut bir kavram olmaktan öteye gitmemiş olan Doğum Baba, ete kemiğe bürünmüş somut bir şekilde Noel Baba olarak önlerinde durmaktadır. Ertesi yıl karşı konulmaz bir patlamayla Noel Baba bütün Hıristiyan dünyasına yayılır. Hıristiyan dünyası büyük bir eksikliğini gidermiştir. Bir sanatçı ve Coca Cola'nın ticari reklam dehası sayesinde anlamsız ve renksiz bir Noel (Doğum Baba) Bayramı, İskandinav kökenli Kış Baba ile birleşince, süslü çam ağaçlarıyla, ren geyikleriyle, kırmızı elbiseli, ak sakallı tombul dedeyle cümbüşlenip herkesin, özellikle de çocukların sevinç kaynağı olmuştur. 

Coca Cola şirketi bu gelişmeye hiçbir hukuki itirazda bulunmamış, aksine Hıristiyan dünyasına Noel Baba’yı hediye etmekten memnunluk duyduğunu belirtirmiştir. 

*Her ne kadar geleneksel kökeni Hıristiyanlığa dayanmasa da, Noel, artık bir “Doğum Baba" bayramı olmaktan çıkmıştır. Katoliklerin ve Protestanların 24/25 Aralık akşamı, Ortodoksların da 7 Ocak’ta kutladıkları Noel, artık Hz. İsa’nın doğum kutlaması "Christmas" olmuştur. (Fransızca'da "noel" sözcüğün "eril" halidir; dişil olanı "noelle" şeklinde yazılır. Christmas = Noel, çünkü Hz. İsa erkektir) 

Noel’de kiliselerde, sokaklarda, meydanlarda, ve hatta evlerin bir köşesinde Hz. İsa’nın Beytüllahim’deki (Bethlehem) doğumunu canlandıran bir maket oluşturulur: Bir ahır, yerlerde samanlar, birkaç koyunla birlikte Meryem ve kucağında bebeği... Bugünkü Beytüllahim İsrail’in işgali altındaki Batı Şeria’da bir Filistin şehridir. Acıların anası hâlâ bu şehirde oturur. İsrail’in etrafına duvar örerek dev bir tutukevine çevirdiği bu şehre Hz. İsa bile gökten inmeye cesaret edemedi.... Oysa en görkemli Noel kutlamaları Beytüllahim'de yapılmalıydı... Hıristiyan âleminin bunu neden umursamadığını hiç anlayabilmiş değilim.
*
Gelelim Yeni Yıl kutlamalarına: Bu kutlamaları Noel ile karıştıran birçok Müslüman, Türkiye'deki yeni yıl kutlamaları öncesi ortaya çıkan Noel Baba'yla, çam süslemelerini ve yılbaşı gecesi tüketilen alkolü bahane ederek, yeni yıl kutlamalarından hiç haz duymazlar; bilakis bu kutlamaları imandan çıkma nedeni sayarlar. Çünkü onlar Hıristiyanların Christmas kutlamalarını, yani Noel Bayramı'nı, yılbaşı kutlaması sanırlar. Oysa Hıristiyanlar da Christmas'ın hemen peşinden, 31 Aralık gecesi yeni yılın başlangıcını kutlarlar. Aslında günümüzdeki Noel Baba da bu yeni yıl gecesinin küresel simgesi olmuştur. Bütün dünya kutlar; Hıristiyanlar, Müslümanlar, dinliler ve dinsizler, Bir Ocak gününü yeni yılın ilk günü belleyen herkes, 31 Aralık gecesi yeni yılın gelişini kutlar. Dünyada yeni yıl kadar yaygın olan bir kutlama daha yoktur. Üstelik herkes bu takvim değişimini gönlüne göre kutlama özgürlüğüne sahiptir. Bizim yılbaşı kutlamalarımız geçmişimizden gelen bir "Nardugan Bayramı" geleneğidir. Biz Hz. İsa'nın değil, yeni yılın doğumunu kutlarız.. Kaldı ki, Hz. İsa'nın doğum gününü Müslümanlar kutlayamaz diye bir yasak Kuran bilgisiyle anlamsız kılınabilir; çünkü Hz. İsa Kuran sözüyle Hak katında saygın bir peygamber kutsiyetinde anılır. Gene de yeni yılı karşılama kutlamasında biz dini özelliğinden bağımsız kültürel biçimini esas almalıyız. Bizim için esas olan kutlamanın küresel kültür etkinliğine dönüşmüş olmasıdır.

Bence Müslümanların Noel kutlaması yapması yasaklanamaz elbette; fakat gereksiz ve dini kimliğiyle de ilgisiz bir şey olacaktır. Bizim derdimiz yılbaşı kutlamasını Noel kutlaması sanmamızdan kaynaklanıyor. Yılbaşını Noel Baba simgesiyle karşılamayı Hz. İsa'nın doğumunu kutlama sanırız ve gene aynı cahillikle de öyle sandırmaya devam ederiz. Öyle ya da böyle şu da bir gerçektir ki, Noel ve Christmas Hıristiyan dünyasında artık eşanlamlı olmuşlardır. Gene de yeni yıl kutlamasının dinsel bir olgu olmadığını adım gibi söyleyebilirim. Öyle olaydı dinli dinsiz tüm dünyada kutlanır olmazdı zaten.

Miladi takvime göre başlayacak olan yeni yıl kutlamasında din olgusu yoktur. Tüm dünyada her dinden insan bu günü kutlamaktan hoşlanır. Yeni yıla güzel dua ve dileklerle girmek ister. Yeni yıl kutlaması küresel bir insanlık duasıdır aynı zamanda. Hıristiyanlar Noel (kutlu doğum) ile yeni yılı birlikte kutlarlar. 22-25 Aralık'ta başlarlar yeni yılın ilk gününe kadar giderler. Hıristiyan olmayan âlem de sadece yeni yılın gelişini kutlar.

Artık bilmeliyiz ki Hıristiyan âlemi “Christmas ve Noel” yani Hz. İsa'nın doğumuyla Noel Baba'lı yeni yıl kutlamasını peş peşe zaman aralıksız yapmaktadır. Aslında Hıristiyan âlemi dışında Hz. İsa’nın doğum günü kutlanmıyor. Sadece, yeni yılın gelişi Noel Baba süslemesiyle kutlanıyor. Müslüman toplumun yılbaşı kutlaması, hindi dolması ve çam ağacı hiçbir zaman Hz. İsa’nın kutsal doğumunu kutlamayı amaçlamadı. Bence bu hatalı algıyı değiştirmek için yeni yıl kutlamasına belki de Nasreddin Hoca'yı simge yapmalıydık. Çocuklara anca parası karşılığında düdük getiren bir Nasreddin Hoca, artık doğalgaz bacasına sığmayacak bir Noel Baba’dan daha gerçekçi olurdu. Zaten makbul olan herkesin kendiyle özdeşleştirdiği mana ve dileklerle doğum günlerini kutlamasıdır.

Aslında yılbaşı kutlaması Hz. İsa ile ilgisiz, Müslümanlık ile de ilgisiz; tüm dinlerden bağımsız küresel bir umut festivalidir.
*
Geçmişin bilgisi ve geleceğin hayaliyle birlikte "şimdi" var olmanın bilincidir zamanı güzel eden. Eski yıl işe yaramadıysa, buyurun size yeni bir yıl... Hepinizin yeni yılı kutlu ve mutlu olsun!

Bendeniz takvimci başınız yeni bir yılı hizmetinize sunmaktan onur duyarım. Yedeği olmadığı için lütfen garanti servisimizi meşgul etmeyin. Muharrem Soyek

Sadece kendi yılından sorumlu Genel Müdür Muharrem Soyek

3 Aralık 2021 Cuma

Neden Kitap Yazarım


 Ben kitap yazmaya özel bir nedenle karar vermedim. Bu yüzden bir öyküsü de oluşmadı. Ben ilkokuldan başlayarak yazmayı bir öğrenme ve hatırlama yöntemi olarak kullandım.

Ta evleninceye dek günlük tuttum. Okuduğum kitaplarda hayatı sorgulayan kısımlara rastladığımda onları not eder üstünde düşünür dururdum. Elbette kendi zihinsel algımı da alıntı altına not ederdim. Arada bir ruhsal coşkuya da tutuluyor insan; hem okuduklarımdan hem yaşadıklarımdan ve hem izlediklerimden yansılara kapılıp şiir taslakları da yazardım.

Emekli olana dek bir sürü yıpranmış not defteri ve tomar tomar yazılmış kâğıt birikmişti. Hepsini okumaya karar verdim. Çoğu özde iyi amma ifade dilinde kötüydü. Birkaçını yeniden yazmaya başladım; baktım daha bir güzel oluyorlar şevke geldim devam ettim. Şöyle yüz sayfayı geçince aklıma bir soru düştü: "Ben bunu ne için yapıyordum ki?" Kimseye faydası olmayacaksa ne diye kafa yoruyordum ki eski yazılarımın döküntüleri üstüne? Sonra Çetin Altan'ı duydum, "Ya yazılır ya yaşanır!" diyordu. Doğruydu ikisi bir olmuyordu. Yazdığımı bir biçimde yaşamsal erişime sunmazsam yazarken yaşamamış olacağım gibi boşuna da yazmış olacağımı kavradım. İşte o kavrayışla yazdıklarımdan kitap yapmaya karar verdim. Okuyup yazmak ve yaşamakla oluşturduğum bireysel bilincimden seçmelerimi insanlık bilincine bırakmayı bir varoluş görevi saydım. Olur ya birisi bilincimden bir ifadeyi okur da kendisine bir mana çıkartır ve ruhum şad olur...

Aslında herkes kendisini bir biçimde gelecek zamana armağan bırakabilir. Kimi yazarak, kimi yaparak... Yapmaksa elbette sanatsal bir yapıt üretmeye olduğu kadar öldükten sonra bile insanlara iyilik ve güzellik nedeni olacak eserler bırakmaktır. Okul, öğrenci bursu (dolayısıyla insan yetiştirmek); hayır kurumu, orman, meyve bahçesi gibi... Maddi ve zihinsel durumu elverişli olmayan bile gönül zenginliğinden sevgi ve şefkatle sürdüreceği yaşantısını geleceğe miras iyi bir örnek bırakabilir...

İlk kitabım, 2018 yılında çıktı. 'Denemeli Anılar' Papillon Yayınları'ndan. Orada tutunamadım. Cinius Yayınları'nın doğrudan yayıncılık yöntemini maddi açıdan kendime uygun buldum ve Denemeli Anılar dahil tüm kitaplarımı Cinius Yayınları'nda bastırmaya başladım. 7 kitap oldu. İnternet kitap sitelerinde arka kapak alıntılarıyla bulunabiliyor. Merak edenler tüm kitaplarıma, Cinius Yayınları / Cinius Shop adresinden ulaşabilirler. Arama kısmına Muharrem Soyek yazmak yeterlidir.

Kitap yazmak, bilincin özgürlük fidyesidir. Edepli ifadeye bindirilmiş gerçekler ve umutlar ne denli kutsanmamış eleştirel yaklaşımla düşündürür oluyorsa, kitap o denli değerli özgürlük fidyesi içerir.

Sevgiyle,

Muharrem Soyek

16 Kasım 2021 Salı

Felsefe Fenerim 3

“Bilgilenmek, özgürlüğün egemenliği ve bilincin kıvancıdır. Bilgi güçtür; bilinçse kendini bilinceye dek sadece tanrı vergisidir; yani, sadece ilahi iradenin izni kadardır… İnsanı ta doğuş tıynetinden evrensel yazgıya bağlayan bilinç her tanrının kıvancı olsa da aynı zamanda en kahrolası uygarlık lanetidir; çünkü uygarlık, kendisini Tanrı’nın biricik kutsal çocuğu sanan ve buna yaslanarak tüm evrene efendilik taslayan insanların egolarını parlatan tasarımlar üzerine kuruludur…

Bilincin tanrısal gücünden söz ediyorum. Ancak kendini bilmiş insan bilincidir, irdelediği ve kullandığı bilgiyle hem varlığı bilinene hem henüz bilinmeyene saygıyla, hayatın akışını doğuştan gelen yazgısal bilincin keyfine teslim etmeyecek olan… İşte bu olan da insanlığın kıvancı olur…

Bilincin kendini bilmesiyle, yani insanın kendinden sorumlu iradeyle tasarladığı yaşantıyı özgürleştirdiği oranda, tanrı çıktısı bilinçlerin cennet sözleri de umut olmaktan çıkıp, dünya gerçeğimiz olacaktır. Ve tabi ki tüketim cennetine öykünen modernite kölesi bilinçleri kutsayan uygarlığın da gerçekte taklit tanrıların sömürü düzeneği olduğu anlaşılacaktır...” Muharrem Soyek; Felsefe Fenerim 3, alıntı

 

21 Ekim 2021 Perşembe

Özgürlük Esintim

Özgürlük, kimilerine göre düşsel bir gerçekliktir. Bana göreyse koşulları ve sınırları hem toplumsal uzlaşı gereğince hukuksal ve görgüsel tanım alanlarıyla belirlenen eylemsel bir varoluş durumudur. Sözcüğün en ‘özgür’ kavramsal açımı, insanın bireysel ve toplumsal varoluş konumunda herhangi bir kısıtlamaya bağlı olmaksızın düşünme ve davranma durumudur. Yani, insanın kendi düşünce ve eylemlerini gene ancak kendisinin başlatıp durdurmaya yetkili irade oluşudur. Ancak, bu denli özgürlük ülküseldir; sadece mutlak yalnızlıkta var edilebilir. Böylesi tanrısal bir özgürlük benim merak konum olamıyor elbette; çünkü ben hem doğal hem insani varoluş koşullarımın elverdiği kadar ve onları değiştirebildiğim ölçüde ancak özgür olabildiğimi çoktan fark etmiş durumdayım. Mesele özgürlükse bakılması gereken olgu, zamansal ve yersel görecelikte varoluş kısıtlarına ne denli zorunlu biçimde bağımlı kalmadan yaşanabilir olduğudur.

 Uygarlık öncesi insan, sanırım birlikte var olma bağlamında bugünkünden daha özgürdü. Hani bugünkü kadar maddi ve manevi düğümlerle toplumsal varoluş gereklerine bağlanmış değildi; öyle hayal ediyorum ki doğanın zorundan başka, ilkel insanı kısıtlayıcı yaşam olgusu pek yoktu. İnsanlık içre genelleşen özgürlük kavramı, insan uygarlığının ilerleme ivmesine tutunarak bilinçsel yükselişini sürdürmektedir. Özgürlük, ancak özgün düşünen ve yaşayan bireylerin başkalarını da harekete geçirmesiyle toplumsal ve bireysel yaşam ereği olmaya başlamıştır. Gittikçe artan bir özgürlük talebi oluşmuş ve nihayetinde tüm insanların bireysel özgürlüğü ‘insan hakları’ başlığı altında yazıya dökülüp BM üyelerince tanınmıştır.

 Kâğıt üstünde hepimiz özgürüz… Gerçekteyse hepimiz modern varoluş gereklerine bağlı köleleriz. En sağlam modernite köleliği bağımızsa parasal gücün egemenlik iradesidir. Hemen peşinden nefsimizi sulandıran tüketim istençlerimiz gelir. Ruhumuzu avutmak için bağlandığımız inançsal olgular, eğer kuşkuya kapalı tutulursa onlar da gerçekte birer bilinçsel özgürlük kapanı olurlar. Kapana kısılan bilinç bilimsel gerçekliği bile inkârda kalabilir. Özgürlük, bir başına ele alındığı gibi farklı başlıklar altındaki kavram açımlarıyla da pek sık ele alınır; bunlardan birkaçını irdeleyelim:

 İstenç Özgürlüğü: İnsanın kendisinden başka bir iradenin izni ve zoru olmadan istemde bulunabilmesidir. İnsan istenci (iradesi) özgürdür demek, ‘insanın isteksel nedenleri doğrudan insanın kendisindendir’ demeye gelir. İnsan ancak istemelerinde özerkse istenci de özgürleşir. İstenç özgürlüğü değerli ve önemlidir. Kanımca doğuştan hak edilmiş ancak ham bir özgürlüktür. Eğitimle insanileştirilmezse; yani insan aldığı eğitim gereği bilinçsel farkındalıkla istemlerinin yaşamsal sorumluluğuna varamıyorsa, istenç özgürlüğü toplumsal bir değer oluşturmaz.

 Bireysel özgürlük: İstenç özgürlüğü ile sıkı bağlantılıdır. Bir insan istemekte, düşünmekte ve eylemlerinde özerkse, yani bir başkasının ya da bir şeyin zoruna bağlı kalmıyorsa bireysel özgürlüktedir. Demek ola ki bireysel özgürlük, insanın kendi özünden istemle davranmakta etkin kişilik göstermesidir. Bu bağlamda bireysel özgürlük, kişinin öz varlık gerekçesine uyarlı istenç özgürlüğüyle ancak oluşur. Yani, kişi ancak bilinçsel-ruhsal-bedensel varoluş etkinliğindeki istençli duruşu kadar bireysel varlığını özgür kılmış olur.

 Toplumsal özgürlük: Yasaların koruyuculuğu altında ve yasaların sınırları içinde başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadan hareket edebilme... Toplumsal özgürlük, bireysel özgürlük temeli üstüne gerekçelenir. İnsanların kişisel istenç özgürlüğüyle belirledikleri ya da kabullendikleri birlikte yaşama kurallarına topluca uymada uzlaşı içinde kalmalarıdır. Bir bakıma toplumsal sağduyunun özerkleşmesidir.

 Marksçı görüşte insanın özgürlüğü toplumsallık zoruna bağlı belirlenir. Doğa yasalarında olduğu gibi toplum yasalarını yürüten de zorunluluktur. (Belki de özgürlük diye bir şey yoktur da ancak bu zorunlu uyumu gören ve kendisini zorunluluğa uyarlayandır özgür olanımız. Gene de insanlara duymak istemediklerini söyleme ve görmek istemediklerini görünür kılma hakkına güvence yapılan özgürlük olgusu çoktandır uygarlık değeri yapan bilinçsel gerçeğimiz olmuştur.)

 Ayn Rand: “Özgür toplumu savunmak isteyen bir kimse, özgür toplumun vazgeçilmez temelinin (bireysel özgürlük gereği oluşturulan) birey hakları ilkesi olduğunu bilmelidir. Birey haklarını koruyup kollamak isteyen bir kimse, kapitalizmin bunun için en uygun tek sistem olduğunu da anlamalıdır.”) (Bence, öyle değildir. Asıl olan kapitalizm değil, laiklik ilkesine bağlı ve evrensel insan hakları gereğince özgürlükçü hukuk temelli demokrasidir.)

*Özgürlük, felsefede birçok açıdan konu edilip tanımlanmaya çalışılır:

Bağlı ve bağımlı olmama… Kendi dışından etkilenmemiş olma… Engellenmemiş ve zorlanmamış olma… İnsanın salt kendi istencine ve bilincine dayanan seçkisiyle karar vermesi… İnsanın kendi istenciyle isteyip eyleme geçebilmesi… İnsanın engellenmeden kendine ve kendi dışındaki olgulara etki yapabilmesi… Felsefe yapanlar, özgürlük üstüne böylesi ülküsel tanımlarıyla birlikte, özgürlüğün insan toplumunda hepten sorumsuz ve koşulsuz bırakıldığında kendisini yok edeceğine ilişkin görüşte genellikle birleşirler.

 Düşünme özgürlüğü: İnsanın bilinçsel farkındalıkla bilgiyi sorgulama özerkliği kazanmış olmasıdır. Düşündürücü eğitimle elde edilmesi kolaylaşır. Her türlü bilinçsel ve ruhsal baskıdan, özellikle dinsel inançlardan ve geleneksel davranış gereklerinden bağımsız kuşkuyla hayatı sorgulama eylemidir. Düşünmek beyinsel bir eylemdir; beynin dışına salınmadıkça kişinin bilinçsel önyargı hükmünden başka hiçbir şeyle bağlanıp engellenemez. Bu yüzden derim, düşünmeye istençli bilinç ancak düşündürmemeyi görev edinmiş eğitimle engellenir… Gene de düşünme özgürlüğünün gerçekliği ifade biçimiyle görünür edilemiyorsa insan için öyle bir özgürlük yok hükmündedir. Elbette her beyinsel emeğin ifadesi düşünce içermez. İnsanlar hatırladıklarını, yani öğrendiklerini ya da öğretileni ifade etmeyi düşünmek sanırlar. Oysa düşünmek ne hatırlanandan ne öğrenilenden dem vurmaktır. Düşünmek, bilgiyi ve sorunsalı diğer bilgilerin bilinçsel ışımasında hem sorgulamak hem yorumlamaktır…

 İnanç özgürlüğü: Bir insanın kendi inançsal bilincine göre davranabilmesi. Bu özgürlük, yaygın biçimiyle dinsel inanç ifadeleriyle görünür olur amma herhangi bir dine, hatta inançsal görgü ve töreye bile bağlı olmamayı da kapsar.

 Eylem özgürlüğü: Kendi istençli seçim ve tasarımlarına göre davranabilme hak ve gücüdür. İnsanın yaşam çevresini değiştirme yeteneğini etkinleştirmesidir. Hayvan, yaşam çevresine uyar; insansa uyumla birlikte çevresini değiştirip ona biçim de verir.

 Fiziksel özgürlük: Her türlü dış baskıdan ve engelden bağımsız fiziksel değişim ve hareket olanağı.

 Ruhsal özgürlük: İnsanın kendisini yaratılış tıynetine ve sonradan edindiği manevi hazlara uyarlı eğilim ve davranışlarıyla ifade edebilmesidir.

 Aktöresel özgürlük: İyilikte ve kötülükte kendi kendini bilip denetleme yetkinliği. Yaşam eylemlerindeki iyiden ve kötüden sorumlu tutulabilmesi için insanın aktöresel özgürlüğü bireysel ve toplumsal özgürlük temeline oturtulmuş olmalıdır. Aktöresel özgürlüğü sorumlu tutmaya elzem önkoşul, dışarıdan baskıyı etkisiz kılan; ancak bireysel ve toplumsal özgürlüğü ölçüsünde kişiyi yükümlü tutan vicdan özgürlüğüdür.

*Bazı filozoflara göre özgürlük:

Immanuel Kant: Özgürlük bir ide’dir. Bu aynı zamanda insan aklının ürettiği ve insanın sahip olduğu bir olanağa ilişkin düşüncedir. İnsan, yaşamsal istemlerini belirleyebileceği gibi saf aklın ürünü olan ahlâk yasasını da belirleyebilir. Ve o ahlâk yasası şöyle demelidir: Öyle var olasın ki, isteğini belirlemede bağlı olduğun ilke aynı zamanda genel bir yaşamsal yasa olarak geçerli olabilsin.

 David Hume: İstemli seçimine göre istençli eylemde bulunma ya da bulunmama gücüyle var olan özgürdür. İstençli istek (seçim, tasarım) belirlenmeden, nedensiz biçimde öylesine ve bir bakıma bilinçsizce eylemde bulunmaya özgürlük diyemeyiz. (Özgürlük, bilinçli bir eylem ve eylemsizliktir.)

 Martin Heidegger: Doğruluğu yani hakikati temellendiren özgürlük, varlığa öz gerçekliği olan yokluğuyla var olmasına olanak vermektir. Bu özgürlük gereği insan, dünyaya atılmış olmasını ve ölümü, yani kaçınamadığı yaşamsal varlık durumunu üstlenmeye ve kabullenmeye hazırdır. Bununla birlikte insan geçmişe bakarak gelecekteki olasılıkları seçmekte de özgürdür.

 Jean-Paul Sartre: Özgürlük, nesnel bir varoluş olgusu değildir; sadece, insanın varlıksal bir durumudur. O, insandır ve insanın hem varlık hem yokluk hakkıdır. (Yani, insanın hem olmaya hem olmamaya ve hem oldurmaya hem oldurmamaya aynı anda erkli ve erkin oluşudur.)

 Karl Jaspers: Varoluşun kendisi bir özgürlüktür ve bundan dolayı ayrıca özgür bir varoluş tasarımı yapılamaz. Varoluşsal seçişle kendim olma kararlılığım özgürlük bilincimi oluşturur. (Hiç kuşkusuz ben kendim için özgürlüğü düşüncede değil var olma olgusunda duyumsayıp tanırım. Bundan dolayı benim özgürlüğüm, istemlerimle zorunluluk dayatısının çelişkin bir bireşim tümlüğü olarak ortaya çıkar.)

*Kısacasından vardığım sonuçla gördüm ki, insanın eylemleri hepten özgür değildir. İnsan her zaman kendi doğasının, öğrendikleriyle ve kendisine öğretilenlerle pekiştirdiği bilincinin, içinde var olduğu zamansal uygarlığın ulusal ve küresel modernite gereklerinin, evrensel ve dünyasal konum koşullarının elverdiği kadar ve ayrıca ruhsal duyum ve bedensel arzularına uyarlı ve uyarsız istençli seçimlerini ve hayallerine uyarladığı gerçeklik tasarımlarını olası kılma olanakları ölçüsünde ancak özgür olmaktadır. Özgürlük, bir varoluş biçimi değildir; istençli biçimde nasıl var olunacağını hem seçme hem tasarlama hakkını kullanım olanağında tutmaktır... Muharrem Soyek

Bilgilendiğim kaynak: DMY Felsefe sitesi...