24 Kasım 2020 Salı

Öğretmenler Günü

 

Öğretmen deyince nedense aklıma hemen ilkokul öğretmenim düşer. Sanırım bunun nedeni 5 yıl boyunca annemden sonra tek disiplin amirim oluşunun yanında, verdiği yoğun eğitim ve özendirdiği örnek kişiliğiyle kimlik özelliklerimi yapılandırmamda ailem ve mahallemden bile daha etkili olmasıdır. Sevgili öğretmenim Neriman Güç'ün ruhu şad olsun. Allah, benim fukara çocuk ruhumu sevindirmesi hatırına onu cennetine alsın; almazsa bilsin ki aynı çocuk inadımla çok fena küserim…

İlkokul sıralarındayken, belki de çoğumuzun en büyük hayali öğretmen olmaktı. Sevgi dolu sesi, bilgiye aç küçük beyinlerimizi doldururken, öğretmenimize hayran hayran bakar ve onun gibi iyi bir insan olmak isterdik. Yazı yazmayı, okumayı, kitapların en iyi dostumuz olduğunu, araştırmanın, doğayı korumanın insanlıktan olduğunu onlardan öğrendik. Mendil taşıma alışkanlığı, tırnak ve saç bakımı, kitap ve defterleri yıpratmadan kullanmak, el yıkamak, ilk öğretmenlerimizin bize kazandırdığı güzel alışkanlıklardır. Eskiden güzel el yazısı yazma eğitimi de verilirdi. Ancak şimdiki öğretmenlerin çoğu okuması kolay oluyor diye öğrencinin temel harflerle ayrışık yazmasına ses çıkarmıyorlar. Oysa bir öğretmenin güzel el yazısında ısrarcı olması gerekir gibime geliyor. Güzel el yazısı estetik bir bütünlük duygusudur; çocuğun ilk sanatsal kimliği gibidir.

Öğretmenler günü, Mustafa Kemal Atatürk'ün başöğretmen olarak kabul edilişinin yıl dönümünü hatırlatmasının yanında, esas olarak insanlığı yücelterek ilerletmede öğretmenlerin çok büyük katkı payı olduğu için önemlidir. Dünya genelinde, pek çok ülkede 1994’ten beri her yıl 5 Ekim günü UNESCO tavsiyesiyle Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. Eskiden ülkemizde 16 Mart'ta resmi olmayan kutlamalar yapılırdı. 16 Mart, öğretmen okullarının kuruluş günüdür. On İki Eylül Darbe Hükümeti 24 Kasım'ı Öğretmenler Günü olarak resmileştirdi. 24 Kasım bence doğru seçimdir; Baş Öğretmen sanlı Atatürk’e değinmeden bir Öğretmenler Günü kutlaması Cumhuriyet ruhuna yakışmazdı.

Eskiden, 1960-70'lerde, öğretmenler geçim sıkıntısı çekmezlerdi. Ancak bunun nedeni onları kayırıp daha çok maaş verme politikaları değildi. Memurlar zaten genelde iyi durumdaydılar. En büyük işveren devletti; orta okulu bitirmiş olan bile çok kıymetliydi. Ülke genelde çok fakirdi; bu yüzden göreceli olarak öğretmenlerin maddi durumları da iyi görünürdü. O zamanlar bugünkü tüketim alışkanlıklarının çoğu zaten yoktu. Araba derdi yoktu; uydu alıcıları, bilgisayarlar, televizyon, telefon, doğal gaz, hatta çocuk bezi bile yoktu. En büyük gider gıda gideriydi. Memurların elinde gıda harcamasından sonra epey bir para kalabiliyordu. Parayı tüketecek zorunlu yaşam harcaması nicel olarak sınırlı olduğu için, gıdadan artan bu para insanı zengin göstermeye yetiyordu. Bugünse gıda gideri zorunlu tüketim harcamasında daha az ölçekte kalmasına rağmen ve eskisinden daha iyi koşullarda yaşanmasına rağmen, hiçbir memur sırf maaşıyla zengin görünümlü değildir. 

Öğretmenler, ahlâklı tüm memurlar gibi, maddi açıdan bir gerileme yaşamışlardır. Doğrudur; ancak bu gene de öğretmen niteliğindeki düşüşü açıklayabilecek temel bir neden gibi durmuyor. Üstelik eskiden sınıflar çok daha kalabalıktı. Ayrıca öğrenciler de çoklukla yoksuldu; yamalı önlükleri, kara lastik pabuçları ve takım sandığı gibi tahtadan çantaları vardı. Öğretmenler sadece eğitip öğretmekle kalmazlar öğrencilerinin maddi halleriyle de çok yakından ilgilenirlerdi.

Şişli 19 Mayıs İlkokulu'nda bile sınıfların yarıya yakını gecekondu ve kapıcı çocuklarıydı. Öğretmenler bu çocukların beslenmesi için durumu iyi olan çocuklardan çift beslenme getirmelerini isterlerdi. Durumu iyi olan velilerle konuşurlar, fakir öğrencilere önlük, ayakkabı, "okul bavulu" aldırırlardı. Gerekirse kendi olanaklarını kullanarak yardımcı olurlardı. Kontraplaktan yapılma, mini bavul çantaları yaygındı o zamanlar. Nerede şimdiki gibi sırt çantaları!

Her Öğretmenler Gününde, öğretmenin geçinemediği, ek iş yaptığı ve bu yüzden nitelikli öğretmen olamadığını söyler dururlar. Bana göre, sorun daha çok başka yerden kaynaklı. Bence, şimdiki bozulmuşluk öğretmen maaşını artırmak için bir koz olarak kullanılıyor. Öğretmen niteliğindeki bozulmanın nedeni aslında bizim bozulma nedenlerimizden farklı değil. Tüketim budalası bir uygarlık sevdasıyla hepimiz az çok insani ve milli ruhumuzun onurlu duruşunu kaybettik.

Nedenlerden birincisi, toplumda genel bir bencil bireycilik yükselişi sürmektedir. İkincisi ve bence en etkin olanıysa, öğretmen yetiştirme eğitimidir. Öğretmenin öğrenciyi insan etmeye eğitme yetisi önemsenmeyip sadece öğretici olmasıyla yetinilmektedir. Öğretmenin öğretmesini yeterli gören bu sistem, çocuktan “insan” yapabilecek bir ülkü tutkunu öğretmen yetiştiremiyor.

Üçüncüsü, öğretmenlik artık toplumsal saygınlığını yitiren bir meslek olmaya başladı. Eskiden gururla saygı duyulan bir meslekti. Şimdiyse öğretmenlik toplumsal düzeyi düşük sıradan bir meslek gibi algılanıyor; en berbat olanı da toplum ahlâkı bunu kanıksamış durumda. Bu yüzden kimse çocuğunu gururla öğretmen olmaya yönlendirmiyor; daha yüksek maddi getirisi olan mesleklere yönlendiriyor. 

Öğretmenlik mesleğine eski saygınlığını kazandırmak sadece öğretmen maaşını artırmakla olacak iş değil. Hatta maaştan bile öncelikli olarak, öğretmene mesleki ülküsünü kazandıracak eğitim sistemini adam etmeliyiz. Öğretmenin gönlüne öğretmenliği yücelten duyguyu, öğretmen olmanın saygın gururunu yerleştirmeden, öğretmenin cebini altınla doldursak işe yaramaz... Zorunlu eğitimde görev alacak öğretmenler doğrudan öğretmen mesleğini konu eden yüksekokullarda yetiştirilmelidir. Öğretmenlik Yüksekokulları açılmalıdır.

Bir söz vardır, "Ağaçlara da çocuklara da büyümeyi öğretemeyiz." Biz onların sadece sağlıklı büyümelerine yardımcı olabiliriz. Bu yüzden öğretmenin çok bileni ve çok öğreteni değil de öğretmenin doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını öğreteni ve daha da önemlisi, bilgiden düşünce üretmesini öğreteni makbuldür. Düşünmek öğretilebilir bir şeydir. Sokrates, öğretmenlere der ki: “Öğrencilerinize bir şey öğretmeyin, onların düşünmesini sağlayın yeter.” Çünkü düşünmeye başlayan zaten kendi merakını giderme arzusuyla öğrenecektir. Ve bir merak peşine takılarak öğrenilen bilgi en kalıcı olandır; asla silinmez. Ancak, öğrencilere düşünmeyi öğretirken bilgiyi bulabilecekleri yol ve kaynakçaları da öğretmek gerekir.

Elbette eğitim sisteminin devamlılığını göz önüne alarak, zorunlu eğitimde öğrencileri üniversite giriş sınavlarına hazırlayıcı bir yaklaşım kaçınılmaz duruyor. Ancak, bunu başarının ölçüsü bir bilgi ezberi yarışına çevirdik mi her şey berbat oluyor. Ders notlarını bir kamçı gibi kullanıp çocukları yarış atı yapmaktan vazgeçelim. Öğrencinin içinden gelen bir merakla öğrenme arzusu duymasını sağlayacak yol yöntemdir eğitimin ve öğretmenin gerçek başarısı.

Yüce önderimiz Cumhuriyet'imizi gençlerimize, gençlerimizi de değerli öğretmenlerimize emanet etti. Onun bu emanetine sahip çıkarak, öğretmen olmanın onurunu her zaman ışıklı bir taç gibi başının üstünde taşıyan tüm öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum...

Öğretmene gereken değerin maddi ve manevi olarak verileceği daha güzel günler görmek umuduyla, öğretmenin mesleğindeki özveriye saygıyla, ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN!

Ne mutlu onlara ki öğretmenlerini minnet ve şükranla anarlar…

Muharrem Soyek (23 Kasım 2008)

10 Kasım 2020 Salı

10 Kasım Atatürk'ü Anma

  

“Bugün O’na yaraşır ne oldum? ” sorusunu kendimize sormalıyız; Atatürk’ün insanlığı yükselten öğretisini düne, yarına ve tüm günlere yaymalıyız. Anıtkabir bir Atatürk’ü öğrenme merkezi olmalıdır. O’na ait her şeye; onunla ilgili arşiv bilgilerine ve tüm güncel yazılı ve görsel yayınlara erişimi sağlayan halka açık bir müze olmalıdır. Atatürk her şeyiyle Anıtkabir’de milletine başöğretmen olarak hizmet etmeye devam etmelidir.

Irkçı böbürlenmeyle, “Ne mutlu Türk olana!” demeyelim. T. C. yurttaşlık gururuyla, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek Atatürk’ü sonsuz çakımlı bir fener gibi insanlık övüncü tutalım.

Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı Nutuk’un taslak metinlerinde üzeri çizili bir cümle okudum. Bu bana çok dokunaklı geldi. Atatürk yazmıştır ki:

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

İşte, bu bölümün altına geçtiği bir cümlenin üstünü çizmiştir: "Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız..."

Belki de bir veda nutku sanılmasından çekindiği için, belki de bambaşka bir özel duyguyla bu cümleyi karaladı. Belki de hayal ettiği gelecekte hatırlanmayı hüzünlü buldu. Ne olduysa olmuş, ben bunu Atatürk’ün en duygusal vasiyeti olarak hissettim.

Seni hatırlamakla kalmayacağım; senin aydın hedeflerine gittikçe daha sağlamlaşan “Atatürk” bilinçlerimle yürüyeceğim. Seninle gurur duymayı hak etmek için sana yaraşır olmayı öğreneceğim.  Türkiye ve evrensel insanlığın hizmetinde çağdaş medeniyete katkı sunabileceğim düzeyde seni öğrenip anlamayı kendime görev edineceğim. Dinin, inancın ve özel yaşamındaki örneklemeler beni ilgilendirmiyor. Ben senin düşüncelerini ve düşündürmek istediklerini anlamak istiyorum.

Ata'yı konuşmak, anlamak ve hatta eleştirmek aslında Ata'nın bizden beklediği bir davranıştır. Her şey kendi zamanı içinde kavranıp anlaşılabilmeli ve sonra da bizim kendi zamanımız için yorumlanıp eleştirilebilmeli.

Hiçbir Amerikalı, George Washington köle sahibiydi diye, onun ulusal kahramanları oluşundan utanmaz; ancak, George Washington köle sahibiydi diye köleliği savunmaya da kalkışmaz.

Ata'm diyeceğini demiş aslında; bize onu anlamak kalmış: "Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, ilim ve akıldır." * "nass-ı katı": (kesin hüküm, inak, emir, dogma, kutsanmış değişmezlik)

Atatürk haddini bilen bir dehadır. Çünkü, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!" demiş. Sanırım bu yüzden zaman üstü bir önderlik vasfıyla hâlâ etkin olmaktadır. (*mürşit; yol gösterici)

*

27 Kasım 1978 tarihli UNESCO'nun (Birleşmiş Milletler, Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) Genel Kurul kararına uygun olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yılı bütün dünyada "Atatürk Yılı" olarak kutlandı. O güne kadar dünyada başka hiçbir lider için gerçekleştirilmeyen böyle bir program Mustafa Kemal Atatürk için yapıldı. 1981'den beri de bir başka lider için henüz yapılmadı.  

"Atatürk kimdir?" sorusuna UNESCO’nun 152 ülkesinin oybirliği ile verilen yanıt şöyledir: 

"Atatürk is: An outstanding person who devoted himself for the development of international understanding cooperation and peace a revolutionist who realized extraordinary reforms the first Leader who fought against imperialism and colonialism. A unique Statesman respectful to human rights pioneer of worldwide peace who never discriminated people according to their color religion or race through out his life founder of Turkish Republic" 

“Atatürk, uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda üstün çaba göstermiş; ülkesinde olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş; sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder; insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen insanlık örneği devlet adamı; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

Cumhuriyet'in 15. kutlama şenliklerine katılamadı. Dolmabahçe'ye denizden yanaşan gençler İstiklâl ve 10. Yıl Marşlarını söylerken yanındakilerin huzurunda ilk kez gözyaşı döktü. Gençlere el sallarken, güvenli ellere emanet ettiği Cumhuriyet'e sanki veda ediyordu . Derler ki, geri dönülmez komaya girerken "Aleykümselam" olmuş son sözü; belki de cennet O'nu selamlayarak karşılamıştı, kim bilir!

1938 yılı 10 Kasım günü sabah saat dokuzu sadece beş geçebilmiş. Ölümün en muhteşem konuğu Mustafa Kemal Atatürk Tanrı’nın ölümsüzlük rahmetiyle cenneti onurlandırmıştır. Bu, Allah’ın adaletine güvenen benim iman sözümdür. Emperyalizmin sömürgeci politikalarına karşı özgür bir insan uygarlığı hayaliyle ön saflarda savaşarak Türkiye Cumhuriyeti'nin önder kurucusu olmuş bu aziz insana açılmayan bir cennet ne ıssız bir eziyettir... Atatürk’e minnetle saygı duymayan Türkiyeli Müslüman'ın Allah sevgisine asla güvenemem.

10 Kasım milletin ağladığı gündü. Belki de bir kısım Türkiyeli ve epeyce bir Dünyalı hâlâ seviniyor olabilir de hani. Hiç önemli değil; çünkü özgür bir ruhun kanadında bitimsiz maviye yükselen tarihin mührüdür 10 Kasım… Irkdaş değil, yurttaş olarak; Atatürk'ün özgürlük ruhunu şad eden her TC vatandaşını gururlandıran bilinç günüdür 10 Kasım…

Atatürk gerçeği, kişisel hiçbir kimlik özelliğiyle karartılamayacak kadar aydınlık bir değerdir. Yani Atatürk, Safiye Hanım’ın değil de Hamiyet Hanım’ın şarkılarını daha çok beğenseydi; çocukluğunda karga kovalamamış, piyano çalmış olsaydı; yahut fasulye ve pilavı değil de pırasa ve baklavayı daha çok sevseydi; şapka giyip rakı içmeseydi de, gülyağı sürüp hacı olsaydı bile, biz Atatürk’ü gene de minnet ve sevgiyle anmaktan gurur duyardık. O’nu Mustafa Kemal ATATÜRK duyumuyla evrensel uygarlık kıvancına yüceltmeye karşın; gerçekte çoktan toprak olmuş etten ve kemikten bir Mustafa Kemal oluşunun hatırlatılması da bu gururlu minnet duyumunu yok edemez. Aksine, “sadece Mustafa’yı” da tanımış olmak bize öğretir ki, herkes bir Mustafa olabilir. Ancak, kim becerebilir bir Atatürk olmayı? Atatürk öğrenilebilir; fakat Atatürk olunabilir mi? İşte çocuklarımıza bu yüzden Yüce Atatürk ile birlikte insan olmanın sıradan hâlleri Mustafa'yı da göstermeliyiz. Çocuklarımız, Atatürk'ün insanüstü bir mucize olmadığını bilerek büyümeli. Bilmeli ki Atatürk olamasa da her çocuk bir Mustafa Kemal olma adayıdır. Çocuk bu adaylığa talip olmaktan korkmasın ki, Mustafa'yı Atatürk yapan yaşamsal ve düşünsel ilkeleri zamanın bilgisiyle güncelleyip kendine hayat yolu yapmayı mutluluk nedeni sayabilsin.

Bugün Ata’yı anarken asıl yapılması gereken: Mavi gözlü, şimşek bakışlı, altın saçlı gibi biçimlik iltifatlarla O'nun ölümlü bedenini yüceltmekten daha ileri olanı göstermektir. Barışçıl ve özgür yaşamın, toplumsal ilerleme ilkelerinin, insani amaçların başvuru kaynağı olarak Atatürk’ü geleceğe armağan eden eserlerin kolay ulaşılabilir sunumlarla sergilenmesidir. Bizi TC kurucusu, özgürlük savaşçısı, aklın yolunda bilgiyle yürüyen insan olan Atatürk gerçekliğine götürecek anma törenleri yapmalıyız. Atatürk yolu asla dogmatik bir ideoloji değildir. Atatürk'ün devrimsel tasarımlarını insana hizmeti amaçlayan en ileri uygarlık unsurlarıyla güncelleyebilen her zihniyet O'nun ruhunu şad eder.

Biz her On Kasım ve 19 Mayıs’larda Atatürk anıtlarına O’nun yüceliğiyle böbürlenişlerimizi sunan törenler düzenleyerek O’na biraz daha yaklaşmadık; O’nu daha derinden anlamış olmadık. Esas olan bizim görkemli törenlerde Atatürk ile böbürlenmemiz değildir; esas olan Atatürk bizimle böbürlenir miydi, onu bilebilmektir. 10 Kasım’da hepimize düşen görev geriye dönüp bir bakmak ve dürüst ve içten olarak çağdaş medeniyet yolunda nerede bulunduğumuzu görebilmektir. Her yıl 10 Kasım geldiğinde, başı çeken ülkelere en az bir adım daha yaklaşmış isek sorun yoktur. Atatürk’ü gururla anabiliriz. Ne diyor Atatürk? "Türk; güven, çalış, övün!"... Ve elbette çağdaş uygarlığın insanı para gücüne kul eden kusurlarını da def ederek ilerlemişsek anca kendimizle övünmeyi hak ederiz.

Muharrem Soyek (09 Kasım 2008)



29 Ekim 2020 Perşembe

Yıllar Sonra Hiroşima

YAŞASIN CUMHURİYET

 Yıl 1922… Ülkenin yıkılmadık, yanmadık, kana bulanmadık, küle dönmedik yeri kalmamış…

Yıl 1923… Ülkede 10 milyon kadar savaş artığı insan yaşamakta; hastalıklı ve yoksul; yüzde doksan beşi okumasız yazmasız. Kadınlarda okuma yazma oranı sadece binde dört... Fabrikan yok, işçin yok, patronun yok, mühendisin, doktorun, tüccarın, öğretmenin, mimarın, sanatçın yok; yolun yok, barajın yok, evinde suyun yok; üniversiten yok, bankan yok; dış ticaretin yok… Yok oğlu yok! 40 bin köyün 37 bininde ne yol ne okul var... Gel de şaşma!; Cumhuriyet ve demokrasinin bu ortamda yerleşip köklenme arzusundaki inancın gücüne... Şaşmasına şaşıyorum ama bir yandan da yere göğe sığmayan muazzam bir kıvanca bürünüyor ruhum. CUMHURİYET BAYRAMI HEPİMİZE KUTLU OLSUN!

1923 yılında tüm ülkede bin kadar tıp doktoru vardı ve içlerinde bir tane bile diş hekimi yoktu. Fakülte ve yüksekokul sayısı sadece 9; öğretim üyesi 307, öğrenci ise 2.914 ... Elektrik üretimi 1923'te sadece 33 MW kurulu güç iken bugün 100 bin MW kurulu gücü aştı (2023)(megawat = 1000 kilowat) ... 1965 yılındaki ihracatımız bile sadece 500 milyon dolardı...

“Cumhuriyet’in kuruluşu 101 pare top atışıyla duyuruldu ve milletçe kutlandı” dediğimiz günlerde bile bazı gazeteler bu muhteşem olayı küçümseyen yorumlar yayınlamıştır. Bugün de Cumhuriyet karşıtı fikirler demokrasinin düşünce özgürlüğü hoşgörüsüyle karşımıza çıkarılmaktadır. Ancak artık çok geçtir; Cumhuriyet, takmış koluna özgürlükçü laik demokrasiyi geleceği de mutlandırmaya ilerlemektedir. Yavaş olsa da kararlı adımlarla ilerlemektedir...

“Millet meclisinde bir büyü yapıldı, bundan böyle her iş kendiliğinden düzelecek, her derdin çaresi gelecek değildir. Eğer ilan edilen Cumhuriyet'in ileri gelenleri ve Cumhuriyetçiler bunu yapabileceklerse, biz de kendilerine cumhuriyetiniz kutlu olsun deriz...” (Böyle umutsuzlar, Cumhuriyet'in fos çıkacağını sananlar da vardı işte. Aslında kinayenin özünde gerçekçi bir uyarı da yatmaktaydı; gene de Cumhuriyetin ilan gününde edilen böyle bir söze uyarıdan çok küçümseme iması yükledi benim bilincim.)

O günlerin gençleri ve aydınları bu sözlere kulak asıp Cumhuriyeti kollama ve geliştirme çabalarında asla yılgınlığa düşmediler.... Sevgili Atatürk’ün önderliğinde kurduğumuz bu Cumhuriyet, muhteşem bir olaydır. Özellikle gençler, şimdiki modernite telaşına kapılıp da tarihimizin bu en muhteşem olayını bilinçli bir onur ve gururla yaşama mutluluğundan kendinizi mahrum etmeyin. Ve elbette biliriz ki Cumhuriyet alkış ile, dua ile, şenlik ve bayram yapmakla yüceltilemez...

Kısa zamanda az iş başarmadık; bundan sonrasının sorumluluğu herkesten çok siz gençlere aittir; bu yüzden Cumhuriyet Bayramı en çok da gençlerin bir özgüven bayramı yapılmalıdır. Genç dediysek, herkes geleceğin hayaline sarıldığı kadar anca gençtir... 

Gençlerden tez cevap geldi bana: “Biz Gençler, tarihimizin bu en muhteşem olayını bilinçli bir onur ve gururla kutlama kıvancındayız. Siz büyüklerimiz, kısa zamanda çok iş başardınız; şimdi ve bundan sonra sorumluluğun çoğunun biz gençlere ait olacağının bilincindeyiz. Hatta siz büyüklerin kusurlarını da hoşgörüyle düzeltmemiz gerekeceğini biliriz. Bunun için yeterli hayal gücü, sabır ve cesareti damarlarımızda akan tarihsel bilinçten almaktayız. Sürdürülebilir mutlu bir yaşam, Cumhuriyet'i özgürlükçü demokrasi bilinciyle omuzlayıp taşımakla anca olasıdır. "Ah bir genç olsam!" diye hayıflanan sevgili büyükler, siz biraz dinlenin. Laik Demokratik Cumhuriyet emin ellerdedir…"

* Ve Atatürk'ün dediği gibi... “Gençler ! Cesaretimizi artıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Ey yükselen yeni nesil ! .. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltip yaşatacak olan sizsiniz..."

"…………. Bu konuşmamla (NUTUK ile), var olma tarihi sona ermiş sanılan büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı, millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen millî felâketlerden alınabilen derslerin ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu bedelin sonucunu Türk Gençliği’ne emanet ediyorum..."

“Türk Milleti’nin karakter ve törelerine en uygun olan yönetim, CUMHURİYET yönetimidir.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

* CUMHURİYET'İN İLANI

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922'de aldığı tarihi kararında saltanata son vermiştir; ancak, Cumhuriyet resmen ilan edilmemiştir. Bu tarihi kararın da açık bir öncüsü olan 1921 Anayasası ile yeni siyasal rejime ilk adım zaten atılmıştı...

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesine karar vermiş ve yeni kurulan Meclis, Lozan'da elde edilen antlaşmayı onaylamıştır. Lozan Barış Antlaşması'nın kabulü ve 6 Ekim 1923'te Türk Ordusunun İstanbul'a girmesi ile Türk vatanının bütünlüğü gerçekleşmiş ve böylece bir devir kapanmış ve yeni bir devir açılmıştır. Siyasal rejimin 23 Nisan 1920'den itibaren kaydettiği gelişmelere uygun devlet şeklini bulmak da bir zorunluluk haline gelmiştir.

25 Ekim 1923 günü gelişen bir kabine bunalımı Büyük Millet Meclisi'nde çalışma güçlüğünü ortaya çıkardı. 28 Ekim 1923 günü akşamına kadar kabinenin kurulamaması üzerine, Gazi Mustafa Kemal Paşa, Çankaya köşkünde verdiği yemek sırasında arkadaşlarına; "Yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" diyerek görüşünü açıklamıştır. 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubunda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması konusu tartışıldı. Sorun gene çözülemeyince, Gazi Mustafa Kemal Paşa'dan düşüncelerini açıklaması istendi. Mustafa Kemal Paşa, bunalımdan çıkış yolunu Anayasanın değiştirilmesi zorunluluğu ile açıkladı. Cumhuriyet'in ilanını hedefleyen tasarıyı da grubun bilgisine sundu.

Grupta yapılan uzun görüşmeler sonunda, Cumhuriyet'in ilanı kabul edildi. Parti Grubu'ndan sonra Meclis de toplanarak, hazırlanan kanun tasarısını aynen kabul etti. "Yaşasın Cumhuriyet" sesleri arasında gece saat 20.30'da Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanı 1921 tarihli Anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesine dair 364 No.'lu Kanunun kabulü ile olmuştur. Bu önemli değişiklikler, 29 Ekim günü yapılmış ve aynı gün TBMM Cumhurbaşkanlığı seçimini yaparak, Gazi Mustafa Kemal Paşa'yı oybirliğiyle yeni Türk Devletinin ilk Cumhurbaşkanı seçmiştir.

* YAŞASIN CUMHURİYET!!

Gölköy adında bir yer varmış Gelibolu'da. Televizyonda gösterdiler geçen gün. Gelenek edinmiş köy halkı; "Ben kendimi bildim bileli bu böyledir" diyor muhtar. 29 Ekim'de toptan sünnet ederlermiş çocuklarını... Derken ekranda entarili bir çocuk belirdi...

Kirvesi tutmuş kolundan,

Yatırdılar bir kamp yatağına,

Ardından sünnetçi olacak zat boy gösterdi

Elinde bıçağıyla,

Çocuk kaldırdı başını, bağırdı:

"Yaşasın Cumhuriyet!" diye

Bunun üzerine de ekran karardı..

Korkarım bu, sade Gölköylülerin değil, hepimizin,

Sade küçüklerimizin değil, büyüklerimizin de

Düştüğü bir tarihsel yanılgı,

Çünkü sünnet değil, farzdır Cumhuriyet...

Can YÜCEL"

* Şiirdeki, “korkarım… diye başlayıp, …. sünnet değil, farzdır Cumhuriyet...” diye vurgulanan mana özü, sıkı bir uyarı içeriyor olsa da Gölköylüler ve tüm milletin vahim bir yanılgısı sayılınca bana haksız bir kinaye göründü. Oysa, Cumhuriyet Bayramı’nda sünnet olan çocuğun, tam da sünnet sırasında “Yaşasın Cumhuriyet” diye bağırmasında farzı bozan hiçbir sakınca yoktur.

Ben bunu, Cumhuriyet övüncüyle çocuğa kazandırılmak istenen bir özgüven ve cesaret olarak değerlendiriyorum. Ancak buradaki 'sünneti' sünnetten sayılan bir ibadet biçimi sayarak, “Hayır, sünnet değil, farzdır!” dendiğinde, biraz zorlama bir yakıştırma oluyor… Çünkü ben, dinsel gelenekten gelen sünnet töreninin yöre halkı tarafından Cumhuriyet kutlamasını küçümsemek için aynı güne alındığı kanısında değilim. Aksine, Cumhuriyet’e verdikleri yüksek değerin bir ifadesi olarak görüyorum. Erkek çocuğun sünnet gibi unutamayacağı bir anısında “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmasını sağlayarak, sözel ve görsel simgelerle bilincine sezgisel bir tanı kodlaması yerleştirilmektedir.

Ayrıca bu insanlar “Cumhuriyet'i” sünnet sanaydılar, aralarından bazıları Cumhuriyet'in kızlar için neden sünnet olmadığını merak etmezler miydi??!!! Ya da, "Cumhuriyet, erkekler için sünnetken kızlar için farz mı ola?" diye merak eden çıkmaz mıydı? Onlar, Cumhuriyet ile sünnet geleneği arasındaki farkı elbette biliyorlar. Sadece, sünnet ettirdikleri çocuklarını Cumhuriyet'e bağlamak istemişlerdir. Bu da güzel ve takdir edilmesi gereken şiirsel bir davranıştır.

*Ben burada şiire sözde felsefi bir küpe takmak adına düzülen dizelerde Gölköylülere haksızlık edildiğini düşündüğüm için itiraz ettim. Yoksa, şairin “Sünnet değil, farzdır Cumhuriyet!” deyişine gönlümün ve aklımın bütün canlarıyla katılırım. Hatta, “Sadece Cumhuriyet yetmez; anca Laik Demokratik Cumhuriyet farz olur! diyorum...

(Muharrem Soyek)



2 Ekim 2020 Cuma

İÇREK ÇIKRIKLARIM Şiir Kitabı

 


Yeni çıktı. İçrek Çıkrıklarım adlı şiir kitabım.

Arzu edene hediye etmek isterim. İsteyen olursa kargo adresini E-Posta aracılığyla bildirebilir. Ödemesiz göndereceğim.

Benim E-Posta adresim: mamidacka@gmail.com

sevgiler,

20 Mart 2020 Cuma

Bağış Sadaka Zekât Yardım

Bağış, sadaka, zekât ve yardım işlerini öyle derinlemesine tarihsel, toplumsal, dini ve felsefi düzeyde merak edip irdelemiş değilim. Gene de kendi bilincimdeki kavramsal algıları paylaşmak istedim. Aslında bunların hepsi kendi özelindeki koşullarla farklılaşmakta. Bağış yapmak genelde kurumsal yardım örgütlerine maddi yardım işidir. Gene de bazı özel durumlarda kişiden kişiye mülkiyet geçişleri de bağışla yapılmaktadır.

Sadaka, düşkün gördüğün herkese gönlünden ne koparsa odur; hatta hayvan ve bitkilere yaptığın yardım bile sadakadır. Sadakanın özelliği bireysel sunu oluşudur; kurumlara sadaka verilmez. Zekâtsa ibadettir. Kendine yeter olan malından ve parandan kırkta bir kesip senden daha yoksul olana aktarma işidir. Gene de herkesin kendi varsıllığına görece yoksul bildiğine vermesi durumunda, zekât çarçur olabilir diye düşünürüm. Ben devlet onaylı hayır kurumlarına vermeyi yeğlerim. 

Bağış, sadaka ve zekât kesin biçimde maddi paylaşım işidir. Yardımsa hem maddi hem manevi paylaşımla olabiliyor. Hayırlı bir işi açık övgüyle desteklemek bile yardımdır. Akıl vermek de yardımdır amma genelde ‘Akıl bende de var, sen paradan haber ver!’ denilerek geri çevrilir. Bize bir çıkar getirmediği hâlde birinin işini kolaylaştırmak, yaptığı işin bir ucundan tutmak da yardımdır. Maddi bir karşılık beklemeden verilen her şey yardım sayılır. Kâr gözetmeden belli bir süreliğine ödünç verilen maddi şeyler de yardımdır.

Bağış ve yardım yapmanın felsefesi bende basittir. Tek başıma dünya nimetlerinin tadını çıkarıp öylece doğduğum gibi ölebilirim amma tek başıma insanca yaşayıp ölemem… Bağış ve yardım işleri anca benlik dışı bir amaca hizmet aşkıyla, yani insanın kendinden ötesine gönüllü fayda eylemidir. Eğer ölümünden öncesi ve sonrası dünyayı daha bir güzel yaşanır etmeyi ya da ahret hesabını umursamayan birisi, (bağış, sadaka, zekât ve yardım) yapıyorsa; büyük olasılıkla toplumun gözünü perdeleyerek daha büyük bir dünyalık için yatırım yapmaktadır…

Sadaka da zor iştir. Kimin sadakalık olduğunu bilmek zordur. Sırf ‘Allah rızası için!’ diyerek dileniyor diye dilenciye verilen şeyin gerçekten sadaka olduğunu kim bilebilir? Belki de yaramaz bir örgüt elemanıdır da bu yolla para toplanıyordur. Belki de oldukça zengindir bile. Kurumsal bağış ve bilinçli yardım işi bana en uygunu gelir. Yardım işinde, elimdeki fazladan ne çıkarsa muhtaç bildiğimden esirgemem.

Bağış olayı en toplumsal yardımlaşma yöntemidir bence. Hele de bu devirde. Cep telefonu kontöründen bile bağış yapılabilmekte. Anlayacağınız, bu bağış ve yardım işi gelir yüksekliği koşuluna bağlı işler değildir. Gönül yüksekliğine bağlıdır. Dünyayı ve insan uygarlığının geleceğini umutlandırmaktan keyif alma işidir. Bağış da kolay, yardım da kolay; gene de yapmamız gereken çok önemli bir şey var ki, şu soruları yanıtlamış olmalıyız: (Nereye ve kime yardım? Nereye ve kime zekât? Nereye ve kime bağış?) sorularına vicdanımızı ve yaşam felsefemizi aldatmayacak yanıtı vermiş olmalıyız. M. Soyek