1 Eylül 2019 Pazar

Taştaki Mana

* Yaşadığım hayatın tanrısal bir sınav olduğu kanısında değilim. Çünkü Tanrı bu denli adaletsiz olamaz. Neden sınavın soruları ve giriş çıkış koşulları bir değil? Bilincimi sorgularken vardığım bir hayat olgusu: Tanrı bizi sınamıyor. O, bize yüklediği aklın düşünebilir olmasını sağladıktan sonra, ‘insan olun ve hayata insanlıktan bir hediye bırakıncaya kadar cennet size haramdır’ diyerek veda etmiştir. Bence, tuzu kuru insanlar adaletsiz uygarlıklarını kutsamak için ‘Dünya Tanrı'nın sınav yeridir!’ mavalıyla mağdurlarını sindirme ve avutma hinliği yapmaktadırlar.

Tanrı varlığını kabul ettiğimde Tanrı'nın kıyamete kadar bizi yalnız bıraktığına birçok belirti de görünür oluyor. En azından artık bir peygamber göndermeyeceğini beyan etmiştir. Ayrıca, Tanrı'nın bize çeki düzen verme gayreti bu zamandan sonra kendi yaratım sanatıyla çelişir olmuştur. Çünkü insan artık bilincinin bilincine ermiştir; yani kaderini kendi aklıyla seçebilir ve yapabilir duruma yükselmiştir. Eğer bu durum Tanrı’nın arzusu değilse şimdiye dek bizi çoktan tepelemiş olmalıydı. Ulaştığımız bilinçsel boyutu Tanrı arzusu sayınca, Tanrı’nın artık ölüme kadar bize veda edip geri çekilmesi de insanı yaratma amacına uygun düşmektedir.

Hani derler ya, “Sen yeter ki dua ile iste, tüm evren yanında olacaktır.” Bu da vanası boşalmış iyimserlik gazı gibi gelir bana. En güçlü duayla iyi bir değişim istesem de evrensel ya da bazılarının tanrısal saydığı güçlerin beni desteklemeyi umursayacağı kanısında hiç değilim. Evrensel ya da tanrısal hayat bizi iplemeden kendi yazgısını dokumaya bakar… Asıl olan, duanın içerdiği niyete uygun tasarım emeğidir.

Bir gerçeğim var ki ne yapsam inkâr edemedim: Kendimdeki değişimin ve kendimi değiştirmenin bilincinde olmadan insan olamayacağım. Tabi ki hayat benim kendimi bilmezliğime rağmen değişecektir; ancak, kendimi insanlık hayatına bilinçli bir hediye gibi değiştirinceye kadar, bana rağmen değişen hayata yabancı kalışım ruhumun cehennem azabı olacaktır.

Kendimi değiştirmede zorlandığım sorun, insanlık yolunda taş yanına taş koymak değil elbette; bilmek gerek; hangi taş nereye konacak. Öyle ki, hiçbir taş insanlığı yüceltecek adımlara dolaşmasın. Bunun için de esas olan değişimden önce insanın kendini bilir olmasıdır. Çünkü “taştaki mana” insanın kendi yüküdür… Sadece kendini bilmiş insan, Tanrı’nın (yani değişimsel yaradılışın) insanlık yükünü taşıyabilir.

Değişimsel yaradılışın çeşitlilikte sonu belirsizdir. İnsan bilincinin bu değişimsel yaradılış doğasına karşılık tasarladığı uygarlıksa daha çok mülkiyette üst sınır tanımayan tutucu kalıcılığa iltifat ediyor. Şimdiki insan bilincinin çözmesi gereken uygarlık sorunu da gene kendi mülkiyet tıynetinden kaynaklıdır. İşte bu kendinden değişimli doğal yaradılışa yıpratıcı ve yok edici mülkiyet uygarlığı sorununu anca kendini bilmiş bilinçlerin örgütlü iş birliği giderebilir. Muharrem Soyek
***

8 Ağustos 2019 Perşembe

Denemeli Anılar

TÜM ONLİNE KİTAP SİTELERİNDE...

Daha önce az sayıda Papillon yayınlarından çıkmıştı. Bu güncellenmiş baskıdır. Türkçe kusurları düzeltilmiş, geveze uzatımlar kısaltılmıştır. Daha derli toplu ve anlaşılır olduğu kanısındayım. Gene de derim ki, “Bütün yazarlar kusurludur.”

Yaşanmış olsa da hiçbir gerçek bire bir yansımasıyla anlatılamıyor. Hiçbir gerçeklik anlatımı gerçeğin oluş anlığı kadar gerçek değildir. Gene de herkesin kendi yaşantısını ve hayallerini, başka yaşam biçimleriyle ilişkili gözlem ve deneyimlerini paylaşmasının en gerçekçi ve kalıcı yolu sözün kayıtlı paylaşımdır.

Bir gün birilerinin bizden bir anlatıma, görsele veya dinletiye dalarak kendini bilme ve yenileme olasılığına fırsat vermeyi çok görmeyelim… İnsan ancak insanları tanıdıkça kendini bilebilir…
***


27 Temmuz 2019 Cumartesi

Ölüm Hayatın Ruhudur

Çok düşününce ve yeteri kadar da yaşlanınca insan ölüm korkusunu yenebilir belki; gene de kimse ölümün soğuk ellerinden öpmeye can atmaz. Öldükten sonra dirileceğine ya da cennette dünya nefsiyle yaşamaya devam edeceğine tam imanla inanmışların dışında herkes ölümün soğuk nefesinden irkilir.Sadece ölümden sonra daha mutlu yaşayacağına inanmış metafizik kaçkını insanlar ölümü arzuyla çağırırlar. Onlar ölümü bir başka hayata açılan perde sanırlar; oysa perdenin ardına geçmiş hiç kimse şimdiye kadar perdeyi aralayıp da bu tarafa bir el etmiş bile değildir…

Ben ölüm korkumu epeyce hırpaladım; birkaç işim kaldı onları da tamam edeyim ölüm ne zaman gelirse gelsin demelerdeyim. Var-oluş nedenim benden kaynaklı olmadığı için ölüm nedenime kahretmeyi adil bulmuyorum. Doğmak için emek harcamadım; ölmek içinse asla harcamam... Sadece kabullenirim.

Aslında bilirim; ölüm hayatın ruhudur. O olmazsa hiçbir can dirilemez. Yani, ben ölmezsem ölümlüler beni Tanrı yaparlar ki bu da başıma sarabileceğim en büyük beladır. Herkes ölmezse daha bile beteri olur. O kadar tanrının evreni yönetmeye kalktığını bir düşünsenize...

Muharrem Soyek
***

Gelincik Zamanlı

“Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın!” Nâzım Hikmet,

Şiirsel yapısındaki estetik biçimin görkemi kadar felsefi genişliği de var. Sadece insan dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayarak yaşayabilir; yani, sadece insan yarınki yaşamını bugünden tasarlayabilir... Dünü yaşayıp bugüne gelmiştir; bugünse dünkü yaşamıyla birlikte yarının hayalini kurarak yaşıyordur. Gene de insan ömrü gelincik zamanlıdır; yarına kalamayıp tüm görkemiyle dökülebilir de. Bu yüzden her zaman en saygın ve değerli var-oluş zamanı dünün elinden öpen ve geleceğin özlemini çeken bugündür.

Gelincik
Dünden vardı
Kırmızıdan harlı
Bugün gelindir al duvaklı
Yarının renginden kınalı...

Her şeye rağmen yarının belirsizliği, dünün bilgisiyle bugünü yarına bağlayarak yaşamaya engel oluşturmaz. İnsan için ‘yarın’ sadece bir gün değildir; yarından sonraki bütün günlerdir. O yüzden bugünü yarına bağlayarak yaşamak insanın önemsemesi gereken bir hayat özlüğü olmuştur. Ancak, çoğu insan uygulamada bugünü hiçleyen bir hata yapar: İnsan, dünü özlemeye ve yarının olası kaygılarına kendini öyle kaptırır ki, bugünü yaşamayı ya unutur ya da erteler. Böyle süregiden insan yaşamı gün gelir bugünü bile hatırlamadan hep yarının hayaliyle sona erer. İnsanın gelinciği hatırlaması bu yüzden çok önemlidir; insan, gelincik gibi tüm görkemiyle döktüre döktüre yaşayabilir de...

Her akşam dünün anısal bilgisiyle bugünü yaşamış olmanın da keyfiyle yarının rüyasına yatan insan, gelincik tohumu yutmuştur. Sadece tam zamanlı yaşayanlar gelincik zamanlı ölürler... Tam zamanlı yaşamak, dünü bugüne, bugünü yarına ulayarak bugünde yaşamaktır…

Günleri bağlayarak yaşamanın yolu bence, zamanı bölmeden sonsuza yürüyen bir bütün olarak yaşamakta. Yani, “hepsi bugün” diyerek amma dünün elinden öperek yarını da güzel hatırlayarak bugünde yaşamak...

Muharrem Soyek
***


9 Temmuz 2019 Salı

SENİ SEVİYORUM!


* Seni seviyorum!’ demenin cılız felsefesi: 
Âşık olunan kişiye, “Seni seviyorum!” demek duyguyu tam ifade etmez. Çünkü sevmek insan için zaten olması gereken sıradan bir duygudur. Sıradan olmayansa sevmenin karşıtı olan nefrettir. Gene de “Seni seviyorum!” demek, bir kişiye ve hatta bir şeye duyulan sevginin sözlü ifadesi sayılır. Elbette sevgili olma arzusunun ifadesi de olabilir. Sevginin aşk şiddetinde olması içinse kişinin ‘seni seviyorum’ dediği kişiden başka hiç kimseyi daha çok sevemez olması gerekir. Ancak, hiç kimse de aşkının hatırına sadece âşık olduğu kişiyi sevmekle yetinemez; insan, her şeyi sevebilir. Sevgi çokludur; oysa aşk öyle mi? Sadece bir kişiye duyumlu değilse, aşk yalan olur…

Âşık olduğum kişiye, “Ben sana âşığım!” dersem anca duygumu doğru ve tam ifade etmiş olurum. Çünkü aşk, bir başkasına tekil ve çokça mahrem özellikte tutkulu bir sevgiyle bağlanmaktır. Oysa sadece sevmekteyse kişiye özel mahrem tutkuyla bağlılık yoktur; eğer varsa, aşk düzeyine yükselmiş bir sevgiden söz edilmesi gerekir. Bence, önce sevgili sonra âşık olunur amma bizdeki bu ilişki nedense tersinden işletilip önce âşık sonra sevgili olunuyor… Sevgililer Günü, âşıkların birbirlerine sevgi belirteci hediyeler almaları bana bu yüzden tuhaf gelir. Aşk özeldir; bu nedenle birbirini sevenlere ayrılmış Sevgililer Günü âşıklara yetersiz kalır. Âşıklar, kişisel mahremiyetle sevişecek kadar sevgili ötesi olmayı başarıyla tamamlamış olanlardır…

Moda beyinleri avlayan Sevgililer Gününde tüketim kapanı kavramla bağlanan âşığın bilinci, farkında bile olmadan sevgili olma evresine dönerek geçici de olsa aşkı inkâr etmektedir. Âşıklar bence artık sevgili değillerdir; onlar sevgili iki candan öte geçip, mahrem birer can bağıyla gönüllerini bir ederek aşk düzeyine yükselmişlerdir… Kutlama günleri yoktur, çünkü en fazla hangi gün aşktan mest olduklarını hatırlamayacak kadar zamansız severler; aşk zaten sürekli sevgililiktir, bir anımsatma günü yoktur… Âşık canlar, canları çekende meşk ederler… M. Soyek
***



8 Haziran 2019 Cumartesi

Mühre

MÜHRE/şiir/Cinius Yayınları

Kitap Yurdu ve D&R internet satışlarında.

Şiiri kalp ritmiyle okuyan kişi şairin ruhunu gezdiren muhteşem kanatlar yapar.

Hani diyorum ki, arada sırada yaşımız başımız kaç olursa olsun, karıncanın telaşına büyülenmiş gibi bakan, deniz kabuklarına bakarken gözleri büyüyen çocuklara özensek diyorum. Çocuk gözlerle dünyaya aşk ile baksak ayıp mı olur? Böyle bakıyor olsak inanın içimizdeki çocuk dışarı çıkıp gözlerini şiire bağışlardı. İnsanın kendine özlemle bakması, içinde saklanan çocuğa şiir okuması gibidir. İnsanın kendine dokunması da çocuğun şiirden bir dizeye sobe demesi gibidir… İşte ben Mühre’mde kendimi sobelemek istedim.

Bilirim; şiirde en muhteşem son dize kıyametin arkasında saklıdır. Gene de o son dizeyi az sonra bulacakmışım gibi heyecanla ararım. Şiir, tanrıların ölümüne kadar bitimsizdir... Hayat, sen şiir olaydın eğer, her şair ölümünde Tanrı, Sırat Köprüsü’nü yıkardı.  Gene de senin şiirden olduğunu sandıran şairler var oldukça, doyasıya ve yeniden yaşayasım gelir seni, ey hayat!

Bu kitaptaki şiirler genç bir ruhun varoluş yollarında özgür yürüyüşüdür. Bu şiirler manada gerçekten çok güzeller.

Her nefesini fırsat bilesin
Hayatın nefaseti için
Ot değilsin ki yağmuru bekleyesin…

Muharrem Soyek

17 Mayıs 2019 Cuma

Zorunlu Eğitim tek tip olmalı


Adı bunun zorunlu eğitimse tek tip okul aracılığıyla verilmelidir. Eğitimde tümü kapsayan fırsat eşitliği ancak böyle sağlanır. Okul tek tip amma eğitim tek tip olmak zorunda değil. Sadece temel bilimler ile Türkçe ve artık dünya dili olmuş İngilizce zorunlu ve tek tip ders yapılmalıdır. Bu zorunlu dersler okul başarı notunda yüzde 50 ağırlıkta tutulmalıdır. Gerisi zaten seçmece; çeşit çeşit dersler içinden seç seçebildiğin kadar. Seçim adedinde sadece bir alt sınır belirlenir. Seçmeli dersler yüzde 25 not ağırlığı. Kalan yüzde 25 ise sosyal etkinlik katılımlarıyla tamamlanır. Amaç öğrenciyi düşündürmek ve kendisini tanımasına yardımcı olmaktır. Gerisi öğrencinin seçeceği özel ya da kamusal mesleki yüksek öğretim kurumlarınca tamamlanır. Tekniker düzeyindeki meslekler 3 yıllık, akademik düzeydeki meslekler de 6 yıllık oldu mu insan yeteneğine kalite gelir. Meslek okullarının son yılı mutlaka zorunlu çıraklık çalışmasıyla bitirilmelidir.

Zorunlu eğitime 12 yıl yeter, (2+10)... 4 yaşında başlar 16 yaşında biter. Zorunlu eğitimde sınıf değil ders geçmece olmalıdır. Geçilmeyen dersler dışarıdan tamamlanmalıdır. Böylece sınıfın öğrenci sayısı sabit tutulabilir. Elbette özel yetenekli ve özel engelli çocuklar için özelleştirilmiş eğitim veren okullar olacaktır. Bir tek onlar ayrıcalıklıdır.

Çocuklar büyüklerin hayal mimarları değillerdir. Onlar zorunlu eğitimle edindikleri düşünen bilinçleriyle kendi hayallerini kurgulamaya ehil duruma getirilmiyorsa eğitim misyonu bence çocukların değil büyüklerin çıkar hesabına hizmet ediyordur. Özellikle zorunlu eğitim, düşündürmeyi ve öğrencinin kendini bilmesini sağlayıcı sadelik içeren yol yöntemle insan yetiştirmeye odaklı yapılandırılmalıdır.

Şu anki uygulama insandan çok, çeşitlendirilmiş üretim gücü yetiştirmeye heveslidir. Çocuğa daha lisede 13-14 yaşında kendi seçimi bile olamayan mesleki üretim görevi yüklemek bana vicdanlı gelmiyor. Yani, şimdiki lise öncesi eğitim çocuğa mesleğini hevesle seçebilecek ne yetenek ne düşünen bilinç ne de arzulu bir özgüven vermektedir. Hani bunlar sağlansa çeşit çeşit lise olsun denebilir. Benim sistemde lise düzeyi sadece yüksek eğitim kurumuna kaydırılıyor, hepsi bu. Zorunlu eğitimse çocuğu bilinçli istekle seçim yapabilmeye hazırlayacak nitelikte olacaktır. Bu nitelikten dolayıdır ki, okul tek tip ancak öğrenci asla tek tip olamıyor.

Mesele çok saatli sıkı eğitim ya da az saatli esnek ve özgür eğitim sistematiği de değildir. Mesele doğrudan geleceğe insan yetiştirme amacına uyarlıktır. Amacımız neyse eğitim de ona hizmet edici kurgulanır. Benim eğitimsel amacım, öğrenciye bilgi yüklemek değil; bilgiyi kullanma becerisi yapan düşünmeyi öğretmektir. Sizin amacınız, öğrenciyi en fazla maddi kazanım sağlayıcı bilgiyle donatmaksa bugünkü eğitim sistemi tam da bu amaca uygundur.

Öğrenci vicdanlı bir bilinçle düşünmeyi öğrenmişse gerisini getirir. Aradığı bilgi insanlık tarihi arşivinde mevcuttur. Kalanı da kendi hayal gücüne takılı düşünme eylemiyle tamamlar. Ve kendisi baktı ki yeni bilgiler üretmiştir, onları da arşive ekleme özgürlüğünden endişe etmeyeceği ortamı biz sağlayalım yeter. Son dediğim, sadece demokrasinin laik hukuk devleti güvencesinde sağlanabilir.

Bunlar sadece ilkesel ana hatlar; ayrıntılar ayrıca uzman görüşleriyle ele alınmalıdır. Ancak temeldeki kusuru görmeden yapılacak en gösterişli reform bile işe yaramaz. Eğitimdeki temel kusur, eğitimin birincil hedef amacının öğrenciyi maddi kazanım becerisiyle donatmak olmasıdır. Oysa temel ve öncelikli amaç, öğrenciye özlenen insan karakterini oturtmaktır. O da elbette vicdanlı ve sanatsal estetiği yüksek bir yaşam biçimi sağlamaya yönelik düşündürücü eğitimle olur.

Eğitimde paranın gücüne bağlı fırsat eşitliği çeşitlilik yapılmıştır. Bu büyük bir adalet kusurudur. Zorunlu eğitim tam parasızken, alt ve üst düzey meslek eğitimi veren üniversal eğitimse paralı olmalıdır. Sadece, her madden yetersiz öğrenciye devlet tam burs vermelidir. Burs geri ödemeli olacaktır; ancak, ödeme uzun vadede ve sadece çalışır vaziyette olunduğu zamanlarda yapılır olmalıdır.

Darüşşafaka gibi bağışlarla parasız eğitim sunan liseler de artık kapılarını maddi yetersizliği olan herkese açan yüksek eğitim kurumlarına dönüşürler. Ya da MEB düzeniyle 12 yıl kesintisiz ve parasız eğitim verirler.

“Okumayı ve yazmayı öğrenmenin ne faydası var ki, düşünmeyi başkalarına bıraktıktan sonra!” Ernst R. Hauschkam

* “Eğitimdir ki, bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum halinde yaşatır; ya da bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder.” Atatürk ) (Eğitim, olmazsa olmaz; ancak, bilimsel düşünmeyi öğretemiyorsa felaket olur)

Açık kapılardan açık fikir meydanlarına çıkılsın. Özünde yüksek sermayeye hizmetçi yetiştirmek üzere kurgulanmış bir eğitim sistemi üstünde yapılacak tüm iyi niyetli iyileştirme gayreti boşunadır. Kökten değişim zorunludur. Şu dünya servetinin yüzde 80’den bile fazlası dünya nüfusunun yüzde BİRİ elinde toplanmışsa, eğitim bu gerçekliğin baş mimarıdır. Sadece bizde değil, dünyada böyledir. Eğitim, farkında olsun olmasın gerçekte bu yüksek sermaye azınlığının çıkarlarına hizmet etmektedir. Değil mi ki insan sözde uygarlık adına daha çok maddi sahiplik için eğitimi önemsemek zorunda tutulmaktadır, bu böyledir. Değil mi ki anne babalar çocukları daha yüksek maddi statü kazansın diye özel okulların külfetine bir ömür harcamaktadırlar, bu böyledir. Böyledir çünkü her tüketim ve sahiplik zenginliğine azmeden başarı yolu mutlaka yüksek sermaye azınlığına ondalık bırakılan kapılardan geçer.

Zorunlu eğitim bu nedenle öğrenciyi anamalcı kurumlara eleman yetiştirme görevinden alınıp, sadece vicdanlı bilinçle düşünen insan yetiştirme üzerine kurgulanmalıdır. Meslek işi, kişinin fırsat eşitliğiyle seçeceği ve seçileceği meslek yüksek eğitim kurumlarınca, yani üniversitelerde verilmelidir. Zorunlu eğitimde fırsat eşitliği olmaz; çünkü zorunlu olan hiçbir şey fırsat koşulu belirlemez; kim olursa olsun fırsat kapısına toslamadan zorunlu olarak zorunlu eğitimden geçirilir.

Muharrem Soyek

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Anneler Günü


Bahar zamanı tüm canların coşkulu sevinciyle ilerliyordu. Anneler Günü gelmişti. Anneler, çocuklar ve hatta babalar bile sevinçli bir telaş içindeydiler. Hediyelik satış umuduyla esnaf da canlanmıştı. Âdem sakindi; somurtuk değildi amma neşeli de değildi. Âdem cebinden çakısını çıkarıp açtı; bahçesindeki beyaz güllerden en güzelini seçti ve gülü dalından kesti. Bir tane de kırmızı gülden kesti. Çakısını kapatıp cebine koydu. Güllerin dalındaki yaprakların bir kısmını koparıp attı; gülün altında iki yaprak bıraktı. Sonra çıkıp yandaki mezarlığa yöneldi.

Mezarlık girişinde sağlı sollu çiçek satan çiçek yüzlü Çingeneler sıralanmıştı. Güller ve karanfiller plastik kovalarda sessizce alıcı bekliyordu. Günün anlamına saygın eğik bir sessizlik mezar taşları arasında dolaşıyordu. Âdem, annesinin ruhuna dua olur umuduyla, bebeğini emziren kadının tezgâhından iki beyaz karanfil aldı. Kadın gençti; belki de ilk kez anne olmuştu. Saçları taze kına rengindeydi. Bebeğini emzirirken memesi görünmesin diye göğsünü oyalı yemeniyle örtmüştü.

Mezarlığın içlerine doğru yürürken; üstünde dev bir ıhlamur ağacı büyümüş eski bir mezarın başında durdu. Mezarın çok eski olduğu, Arap harfleriyle yazılı taşın yarıya kadar ıhlamurun gövdesine kaynamışlığından belliydi. “Kim olduğunu bilemesem de bu ıhlamur bunca yıldır seni kucaklamaktan bıkmamışsa iyi birisi olmalısın” diyerek, çingene kadından aldığı karanfillerden birini yosun tutmuş mezar taşının dibine bıraktı. Az ilerideki mezarda Âdem’in annesi yatıyordu; belli ki yeni gömülmüştü; mezarın toprağı tazeydi. Elindeki beyaz gülü ve karanfili mezarın başucuna bıraktı. Mezarın sağ yanına geçti, ellerini açıp dua etti. Mezarın sağ yanına geçince mezarda yatan kişi ziyaretine geleni görürmüş; annesi öyle derdi sağlığında.  Sonra kendi içine doğru konuşmaya başladı: “Umarım acıların dinmiştir benim çilekeş anam. Umarım Allah çektiklerinin hatırına seni cennetinde misafir ediyordur. Son ameliyatından çıkınca yoğun bakıma girmiştin. Bir ara solunum cihazından ayrılmış umut vermiştin. Hatta kendine gelip benimle konuşabilmiştin bile. “Çok üşüyorum, beni burada çıplak yatırıyorlar; hemşireye söyle bir battaniye atsın üstüme.” demiştin. Ben de sözde seni avutur umudumla: “Ağır bir ameliyat geçirdin; yoğun bakımdasın. Burada herkesi çarşaf altında çıplak yatırıyorlar. Ateşin çıkar diye çok örtmüyorlar. Bir iki güne normal odana aldıklarında giydirecekler” demiştim. Sen, “Tamam oğlum!” dedikten sonra yeniden uykuya geçmiştin.

Ertesi gün fenalaştın. Solunum cihazına bağlandın. Ameliyat konusu olan bağırsaklarında kanlanma olmadığı bilgisini aldım. Doktorunu dinlerken daldaki elmaya uzandığında elmanın kendiliğinden kopup dereye yuvarlanışını seyreden bir çocuk mahzunluğu çökmüştü içime. Bir sonraki günün gecesi sabaha karşı bu dünyayı terk etmiştin. Ruhun özgür kalmıştı.

Ne kimseye çektirdin ne kimsenin merhametine minnet ettin. Elin ayağın tutarken çekip gittin. Kimse anlamadı amma gene de itiraf etmeliyim ki böyle sessizce dünyadan çekilmenden sonra içimde ezilen boşluğa rağmen kendimi daha özgür hissediyor olmamdan utanmıştım. Şimdi bunun nedenini anlayabiliyorum. Artık senin için endişe etmeme gerek kalmamıştı. Artık banyoda ayağın kayar da düşersen ya da bir gece ansızın kalp krizi geçirirsen ne yaparım diye tasalanmıyorum. Tansiyonun ayaktayken düşer de bir yerini kırarsın diye endişem da yoktur. Her namaz sonrası, “Allah elden ayaktan düşmeden canımı alsın; çocuğum üzülmesin” diye dua ederdin. Ah, keşke ben gece gündüz endişe içinde kalaydım da sen yaşıyor olaydın…

Ruhun cennet huzuru bulsun. Ölümün son öğüdün oldu. Seni özledikçe daha iyi anlıyorum; dürüst ve merhametli yaşamak bizi hatırlatacak en güçlü duadır...
*

Cennette buluşma hakkına
Dünyam sebil ola senin hayrına
Ben biraz oyalanayım bu dünyada
Ruhuna rahmet iyi evlat olmaya…

Muharrem Soyek

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Kitap




Hayatımı erdemli kılmaya değer yapan gerçeklik umudum, insana kendini bilmiş bilinciyle özgür ve bilimsel yaşama fırsatını sağlayacak uygarlığı hayal edebilir olmamdır. İnanırım ki, yeni bir uygarlık düzeni hayal eden herkesin niyet ve arzusu sürdürülebilir huzurla yaşama emelinden gelir.
BİLİNCİMİN BİLİNCESİ, güncel baskıyla ONLİNE kitapçılarda.