29 Kasım 2020 Pazar

Covid-19 Bizden Akıllı mı?

 

Bu Corona Virüsü sanki akıllı. Daha çok insana bulaşmak için, bulaştığı insanın içinde sabırla pusuya yatıp kendini belli etmiyor. Sanılanın aksine, ikinci kez yakalananların daha da ağır geçirdiği tespit edildi. Ağrıları korkunç. Beyin patlayacak, gözler yuvalarından fırlayacak gibi. Kalp derseniz çıldırmış gibi atmakta... Dayan dayanabilirsen. Vazgeçersen doğru tahtalı köye.

Virüs akıllı dedim ya; sanki matematik de biliyor. Bulaştığı her insanı hasta etmiyor; beşte bir oranıyla ilerliyor. Böylece hafif geçiren o 4 kişinin "Yok be! Abartıyorlar; grip bile bundan beter..." diyerek efelenmeleri virüsün acıyla kıvrattığı kişiyi kamufle ediyor. Tabi bir de bilgiç bilgiç virüsü nasıl alt ettiklerini anlatır durur o dörtlü. "Organik beslenin; bol sarımsaklı sirkeli kelle paça yiyin; sabahları sızma zeytinyağı için; akşamları sirkeyle gargara yapın..." Oysa ben bilirim ki o dörtlüyü virüs zaten kendisini masum ve zayıf göstermeye ayarlı azat etmişti. :) Virüs beş kişiden dördünü seyahat aracı olarak kullanmaya ayırıyor; onlarda klinik tedavi gerektirecek hastalık yapmıyor. Filyasyon ekibi bu hafif Covid 19 vakasını tespit etmişse kişiyi evinde kalması için uyarıyor. Olmadı özel karantinaya çekiyor. Virüs seyahat aracının garaja çekilmesinden memnun değil tabi. Hemen beynin sosyalleşme dürtüsünü uyarıcı dürtmelere başlıyor. Yapılan bir araştırmaya göre virüsün kışkırtmasıyla hastalık belirtisi göstermeyen çok kişinin 15 gün insanlardan uzak kalmaya dayanamayıp karantinadan firar ettiği söylenmekte.

Kötüyü tanırsan korkarsın. Ben korkuyorum. Bu salgında korkunun ecele faydası olduğunu da öğrendim. Elbette salgın sonuna kadar tek kişilik bir sığınağa kapanıp kalamadıkça hiçbir önlem yüzde yüz koruyucu olmayabilir. Gene de kaderin ecel takvimine güvenip de yüzde yüz korumasız kalmaktansa, yüzde doksan korumayla yaşamayı yeğlerim. Hani ola ki yüzde onla virüs geldi beni buldu; işte o zaman, "bende kusur yok, insan uygarlığı utansın" diyerek virüsü selamlarım. Belki o da benim bu onurlu duruşuma hürmetle cezamı hafif keser.

Herkes korunmak ve korumak için ne yapılması gerektiğini artık çok iyi biliyor. Sadece çoklukla ciddiye almıyoruz. Demokrasinin aciz kaldığı durum bu olsa gerek. NATO, Rusya ve Çin askeri güçleri gözetiminde özgürlük küresel çapta  bir 20 gün zorla kısıtlansa bu iş anca biter. Hayal tabi! Bize kalan gerçekse en az bir yıl insan içine çıkmaktan kaçınmak...

DİP NOT: Covid-19 bizden akıllı değil. Zaten aklı yeterli olaydı bizi hasta edip öldürmez de paşa paşa bizimle birlikte yaşar giderdi. İşin gerçeği, Covid-19 var olmak için bizden daha istekli savaşıyor...

24 Kasım 2020 Salı

Öğretmenler Günü

 

Öğretmen deyince nedense aklıma hemen ilkokul öğretmenim düşer. Sanırım bunun nedeni 5 yıl boyunca annemden sonra tek disiplin amirim oluşunun yanında, verdiği yoğun eğitim ve özendirdiği örnek kişiliğiyle kimlik özelliklerimi yapılandırmamda ailem ve mahallemden bile daha etkili olmasıdır. Sevgili öğretmenim Neriman Güç'ün ruhu şad olsun. Allah, benim fukara çocuk ruhumu sevindirmesi hatırına onu cennetine alsın; almazsa bilsin ki aynı çocuk inadımla çok fena küserim…

İlkokul sıralarındayken, belki de çoğumuzun en büyük hayali öğretmen olmaktı. Sevgi dolu sesi, bilgiye aç küçük beyinlerimizi doldururken, öğretmenimize hayran hayran bakar ve onun gibi iyi bir insan olmak isterdik. Yazı yazmayı, okumayı, kitapların en iyi dostumuz olduğunu, araştırmanın, doğayı korumanın insanlıktan olduğunu onlardan öğrendik. Mendil taşıma alışkanlığı, tırnak ve saç bakımı, kitap ve defterleri yıpratmadan kullanmak, el yıkamak, ilk öğretmenlerimizin bize kazandırdığı güzel alışkanlıklardır. Eskiden güzel el yazısı yazma eğitimi de verilirdi. Ancak şimdiki öğretmenlerin çoğu okuması kolay oluyor diye öğrencinin temel harflerle ayrışık yazmasına ses çıkarmıyorlar. Oysa bir öğretmenin güzel el yazısında ısrarcı olması gerekir gibime geliyor. Güzel el yazısı estetik bir bütünlük duygusudur; çocuğun ilk sanatsal kimliği gibidir.

Öğretmenler günü, Mustafa Kemal Atatürk'ün başöğretmen olarak kabul edilişinin yıl dönümünü hatırlatmasının yanında, esas olarak insanlığı yücelterek ilerletmede öğretmenlerin çok büyük katkı payı olduğu için önemlidir. Dünya genelinde, pek çok ülkede 1994’ten beri her yıl 5 Ekim günü UNESCO tavsiyesiyle Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. Eskiden ülkemizde 16 Mart'ta resmi olmayan kutlamalar yapılırdı. 16 Mart, öğretmen okullarının kuruluş günüdür. On İki Eylül Darbe Hükümeti 24 Kasım'ı Öğretmenler Günü olarak resmileştirdi. 24 Kasım bence doğru seçimdir; Baş Öğretmen sanlı Atatürk’e değinmeden bir Öğretmenler Günü kutlaması Cumhuriyet ruhuna yakışmazdı.

Eskiden, 1960-70'lerde, öğretmenler geçim sıkıntısı çekmezlerdi. Ancak bunun nedeni onları kayırıp daha çok maaş verme politikaları değildi. Memurlar zaten genelde iyi durumdaydılar. En büyük işveren devletti; orta okulu bitirmiş olan bile çok kıymetliydi. Ülke genelde çok fakirdi; bu yüzden göreceli olarak öğretmenlerin maddi durumları da iyi görünürdü. O zamanlar bugünkü tüketim alışkanlıklarının çoğu zaten yoktu. Araba derdi yoktu; uydu alıcıları, bilgisayarlar, televizyon, telefon, doğal gaz, hatta çocuk bezi bile yoktu. En büyük gider gıda gideriydi. Memurların elinde gıda harcamasından sonra epey bir para kalabiliyordu. Parayı tüketecek zorunlu yaşam harcaması nicel olarak sınırlı olduğu için, gıdadan artan bu para insanı zengin göstermeye yetiyordu. Bugünse gıda gideri zorunlu tüketim harcamasında daha az ölçekte kalmasına rağmen ve eskisinden daha iyi koşullarda yaşanmasına rağmen, hiçbir memur sırf maaşıyla zengin görünümlü değildir. 

Öğretmenler, ahlâklı tüm memurlar gibi, maddi açıdan bir gerileme yaşamışlardır. Doğrudur; ancak bu gene de öğretmen niteliğindeki düşüşü açıklayabilecek temel bir neden gibi durmuyor. Üstelik eskiden sınıflar çok daha kalabalıktı. Ayrıca öğrenciler de çoklukla yoksuldu; yamalı önlükleri, kara lastik pabuçları ve takım sandığı gibi tahtadan çantaları vardı. Öğretmenler sadece eğitip öğretmekle kalmazlar öğrencilerinin maddi halleriyle de çok yakından ilgilenirlerdi.

Şişli 19 Mayıs İlkokulu'nda bile sınıfların yarıya yakını gecekondu ve kapıcı çocuklarıydı. Öğretmenler bu çocukların beslenmesi için durumu iyi olan çocuklardan çift beslenme getirmelerini isterlerdi. Durumu iyi olan velilerle konuşurlar, fakir öğrencilere önlük, ayakkabı, "okul bavulu" aldırırlardı. Gerekirse kendi olanaklarını kullanarak yardımcı olurlardı. Kontraplaktan yapılma, mini bavul çantaları yaygındı o zamanlar. Nerede şimdiki gibi sırt çantaları!

Her Öğretmenler Gününde, öğretmenin geçinemediği, ek iş yaptığı ve bu yüzden nitelikli öğretmen olamadığını söyler dururlar. Bana göre, sorun daha çok başka yerden kaynaklı. Bence, şimdiki bozulmuşluk öğretmen maaşını artırmak için bir koz olarak kullanılıyor. Öğretmen niteliğindeki bozulmanın nedeni aslında bizim bozulma nedenlerimizden farklı değil. Tüketim budalası bir uygarlık sevdasıyla hepimiz az çok insani ve milli ruhumuzun onurlu duruşunu kaybettik.

Nedenlerden birincisi, toplumda genel bir bencil bireycilik yükselişi sürmektedir. İkincisi ve bence en etkin olanıysa, öğretmen yetiştirme eğitimidir. Öğretmenin öğrenciyi insan etmeye eğitme yetisi önemsenmeyip sadece öğretici olmasıyla yetinilmektedir. Öğretmenin öğretmesini yeterli gören bu sistem, çocuktan “insan” yapabilecek bir ülkü tutkunu öğretmen yetiştiremiyor.

Üçüncüsü, öğretmenlik artık toplumsal saygınlığını yitiren bir meslek olmaya başladı. Eskiden gururla saygı duyulan bir meslekti. Şimdiyse öğretmenlik toplumsal düzeyi düşük sıradan bir meslek gibi algılanıyor; en berbat olanı da toplum ahlâkı bunu kanıksamış durumda. Bu yüzden kimse çocuğunu gururla öğretmen olmaya yönlendirmiyor; daha yüksek maddi getirisi olan mesleklere yönlendiriyor. 

Öğretmenlik mesleğine eski saygınlığını kazandırmak sadece öğretmen maaşını artırmakla olacak iş değil. Hatta maaştan bile öncelikli olarak, öğretmene mesleki ülküsünü kazandıracak eğitim sistemini adam etmeliyiz. Öğretmenin gönlüne öğretmenliği yücelten duyguyu, öğretmen olmanın saygın gururunu yerleştirmeden, öğretmenin cebini altınla doldursak işe yaramaz... Zorunlu eğitimde görev alacak öğretmenler doğrudan öğretmen mesleğini konu eden yüksekokullarda yetiştirilmelidir. Öğretmenlik Yüksekokulları açılmalıdır.

Bir söz vardır, "Ağaçlara da çocuklara da büyümeyi öğretemeyiz." Biz onların sadece sağlıklı büyümelerine yardımcı olabiliriz. Bu yüzden öğretmenin çok bileni ve çok öğreteni değil de öğretmenin doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını öğreteni ve daha da önemlisi, bilgiden düşünce üretmesini öğreteni makbuldür. Düşünmek öğretilebilir bir şeydir. Sokrates, öğretmenlere der ki: “Öğrencilerinize bir şey öğretmeyin, onların düşünmesini sağlayın yeter.” Çünkü düşünmeye başlayan zaten kendi merakını giderme arzusuyla öğrenecektir. Ve bir merak peşine takılarak öğrenilen bilgi en kalıcı olandır; asla silinmez. Ancak, öğrencilere düşünmeyi öğretirken bilgiyi bulabilecekleri yol ve kaynakçaları da öğretmek gerekir.

Elbette eğitim sisteminin devamlılığını göz önüne alarak, zorunlu eğitimde öğrencileri üniversite giriş sınavlarına hazırlayıcı bir yaklaşım kaçınılmaz duruyor. Ancak, bunu başarının ölçüsü bir bilgi ezberi yarışına çevirdik mi her şey berbat oluyor. Ders notlarını bir kamçı gibi kullanıp çocukları yarış atı yapmaktan vazgeçelim. Öğrencinin içinden gelen bir merakla öğrenme arzusu duymasını sağlayacak yol yöntemdir eğitimin ve öğretmenin gerçek başarısı.

Yüce önderimiz Cumhuriyet'imizi gençlerimize, gençlerimizi de değerli öğretmenlerimize emanet etti. Onun bu emanetine sahip çıkarak, öğretmen olmanın onurunu her zaman ışıklı bir taç gibi başının üstünde taşıyan tüm öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum...

Öğretmene gereken değerin maddi ve manevi olarak verileceği daha güzel günler görmek umuduyla, öğretmenin mesleğindeki özveriye saygıyla, ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN!

Ne mutlu onlara ki öğretmenlerini minnet ve şükranla anarlar…

Muharrem Soyek (23 Kasım 2008)

10 Kasım 2020 Salı

10 Kasım Atatürk'ü Anma

  

“Bugün O’na yaraşır ne oldum? ” sorusunu kendimize sormalıyız; Atatürk’ün insanlığı yükselten öğretisini düne, yarına ve tüm günlere yaymalıyız. Anıtkabir bir Atatürk’ü öğrenme merkezi olmalıdır. O’na ait her şeye; onunla ilgili arşiv bilgilerine ve tüm güncel yazılı ve görsel yayınlara erişimi sağlayan halka açık bir müze olmalıdır. Atatürk her şeyiyle Anıtkabir’de milletine başöğretmen olarak hizmet etmeye devam etmelidir.

Irkçı böbürlenmeyle, “Ne mutlu Türk olana!” demeyelim. T. C. yurttaşlık gururuyla, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek Atatürk’ü sonsuz çakımlı bir fener gibi insanlık övüncü tutalım.

Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı Nutuk’un taslak metinlerinde üzeri çizili bir cümle okudum. Bu bana çok dokunaklı geldi. Atatürk yazmıştır ki:

“Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

İşte, bu bölümün altına geçtiği bir cümlenin üstünü çizmiştir: "Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız..."

Belki de bir veda nutku sanılmasından çekindiği için, belki de bambaşka bir özel duyguyla bu cümleyi karaladı. Belki de hayal ettiği gelecekte hatırlanmayı hüzünlü buldu. Ne olduysa olmuş, ben bunu Atatürk’ün en duygusal vasiyeti olarak hissettim.

Seni hatırlamakla kalmayacağım; senin aydın hedeflerine gittikçe daha sağlamlaşan “Atatürk” bilinçlerimle yürüyeceğim. Seninle gurur duymayı hak etmek için sana yaraşır olmayı öğreneceğim.  Türkiye ve evrensel insanlığın hizmetinde çağdaş medeniyete katkı sunabileceğim düzeyde seni öğrenip anlamayı kendime görev edineceğim. Dinin, inancın ve özel yaşamındaki örneklemeler beni ilgilendirmiyor. Ben senin düşüncelerini ve düşündürmek istediklerini anlamak istiyorum.

Ata'yı konuşmak, anlamak ve hatta eleştirmek aslında Ata'nın bizden beklediği bir davranıştır. Her şey kendi zamanı içinde kavranıp anlaşılabilmeli ve sonra da bizim kendi zamanımız için yorumlanıp eleştirilebilmeli.

Hiçbir Amerikalı, George Washington köle sahibiydi diye, onun ulusal kahramanları oluşundan utanmaz; ancak, George Washington köle sahibiydi diye köleliği savunmaya da kalkışmaz.

Ata'm diyeceğini demiş aslında; bize onu anlamak kalmış: "Ben manevi miras olarak hiçbir nass-ı katı, hiçbir dogma hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, ilim ve akıldır." * "nass-ı katı": (kesin hüküm, inak, emir, dogma, kutsanmış değişmezlik)

Atatürk haddini bilen bir dehadır. Çünkü, "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!" demiş. Sanırım bu yüzden zaman üstü bir önderlik vasfıyla hâlâ etkin olmaktadır. (*mürşit; yol gösterici)

*

27 Kasım 1978 tarihli UNESCO'nun (Birleşmiş Milletler, Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü) Genel Kurul kararına uygun olarak Mustafa Kemal Atatürk'ün doğumunun 100. yılı bütün dünyada "Atatürk Yılı" olarak kutlandı. O güne kadar dünyada başka hiçbir lider için gerçekleştirilmeyen böyle bir program Mustafa Kemal Atatürk için yapıldı. 1981'den beri de bir başka lider için henüz yapılmadı.  

"Atatürk kimdir?" sorusuna UNESCO’nun 152 ülkesinin oybirliği ile verilen yanıt şöyledir: 

"Atatürk is: An outstanding person who devoted himself for the development of international understanding cooperation and peace a revolutionist who realized extraordinary reforms the first Leader who fought against imperialism and colonialism. A unique Statesman respectful to human rights pioneer of worldwide peace who never discriminated people according to their color religion or race through out his life founder of Turkish Republic" 

“Atatürk, uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda üstün çaba göstermiş; ülkesinde olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş; sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder; insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen insanlık örneği devlet adamı; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu.”

Cumhuriyet'in 15. kutlama şenliklerine katılamadı. Dolmabahçe'ye denizden yanaşan gençler İstiklâl ve 10. Yıl Marşlarını söylerken yanındakilerin huzurunda ilk kez gözyaşı döktü. Gençlere el sallarken, güvenli ellere emanet ettiği Cumhuriyet'e sanki veda ediyordu . Derler ki, geri dönülmez komaya girerken "Aleykümselam" olmuş son sözü; belki de cennet O'nu selamlayarak karşılamıştı, kim bilir!

1938 yılı 10 Kasım günü sabah saat dokuzu sadece beş geçebilmiş. Ölümün en muhteşem konuğu Mustafa Kemal Atatürk Tanrı’nın ölümsüzlük rahmetiyle cenneti onurlandırmıştır. Bu, Allah’ın adaletine güvenen benim iman sözümdür. Emperyalizmin sömürgeci politikalarına karşı özgür bir insan uygarlığı hayaliyle ön saflarda savaşarak Türkiye Cumhuriyeti'nin önder kurucusu olmuş bu aziz insana açılmayan bir cennet ne ıssız bir eziyettir... Atatürk’e minnetle saygı duymayan Türkiyeli Müslüman'ın Allah sevgisine asla güvenemem.

10 Kasım milletin ağladığı gündü. Belki de bir kısım Türkiyeli ve epeyce bir Dünyalı hâlâ seviniyor olabilir de hani. Hiç önemli değil; çünkü özgür bir ruhun kanadında bitimsiz maviye yükselen tarihin mührüdür 10 Kasım… Irkdaş değil, yurttaş olarak; Atatürk'ün özgürlük ruhunu şad eden her TC vatandaşını gururlandıran bilinç günüdür 10 Kasım…

Atatürk gerçeği, kişisel hiçbir kimlik özelliğiyle karartılamayacak kadar aydınlık bir değerdir. Yani Atatürk, Safiye Hanım’ın değil de Hamiyet Hanım’ın şarkılarını daha çok beğenseydi; çocukluğunda karga kovalamamış, piyano çalmış olsaydı; yahut fasulye ve pilavı değil de pırasa ve baklavayı daha çok sevseydi; şapka giyip rakı içmeseydi de, gülyağı sürüp hacı olsaydı bile, biz Atatürk’ü gene de minnet ve sevgiyle anmaktan gurur duyardık. O’nu Mustafa Kemal ATATÜRK duyumuyla evrensel uygarlık kıvancına yüceltmeye karşın; gerçekte çoktan toprak olmuş etten ve kemikten bir Mustafa Kemal oluşunun hatırlatılması da bu gururlu minnet duyumunu yok edemez. Aksine, “sadece Mustafa’yı” da tanımış olmak bize öğretir ki, herkes bir Mustafa olabilir. Ancak, kim becerebilir bir Atatürk olmayı? Atatürk öğrenilebilir; fakat Atatürk olunabilir mi? İşte çocuklarımıza bu yüzden Yüce Atatürk ile birlikte insan olmanın sıradan hâlleri Mustafa'yı da göstermeliyiz. Çocuklarımız, Atatürk'ün insanüstü bir mucize olmadığını bilerek büyümeli. Bilmeli ki Atatürk olamasa da her çocuk bir Mustafa Kemal olma adayıdır. Çocuk bu adaylığa talip olmaktan korkmasın ki, Mustafa'yı Atatürk yapan yaşamsal ve düşünsel ilkeleri zamanın bilgisiyle güncelleyip kendine hayat yolu yapmayı mutluluk nedeni sayabilsin.

Bugün Ata’yı anarken asıl yapılması gereken: Mavi gözlü, şimşek bakışlı, altın saçlı gibi biçimlik iltifatlarla O'nun ölümlü bedenini yüceltmekten daha ileri olanı göstermektir. Barışçıl ve özgür yaşamın, toplumsal ilerleme ilkelerinin, insani amaçların başvuru kaynağı olarak Atatürk’ü geleceğe armağan eden eserlerin kolay ulaşılabilir sunumlarla sergilenmesidir. Bizi TC kurucusu, özgürlük savaşçısı, aklın yolunda bilgiyle yürüyen insan olan Atatürk gerçekliğine götürecek anma törenleri yapmalıyız. Atatürk yolu asla dogmatik bir ideoloji değildir. Atatürk'ün devrimsel tasarımlarını insana hizmeti amaçlayan en ileri uygarlık unsurlarıyla güncelleyebilen her zihniyet O'nun ruhunu şad eder.

Biz her On Kasım ve 19 Mayıs’larda Atatürk anıtlarına O’nun yüceliğiyle böbürlenişlerimizi sunan törenler düzenleyerek O’na biraz daha yaklaşmadık; O’nu daha derinden anlamış olmadık. Esas olan bizim görkemli törenlerde Atatürk ile böbürlenmemiz değildir; esas olan Atatürk bizimle böbürlenir miydi, onu bilebilmektir. 10 Kasım’da hepimize düşen görev geriye dönüp bir bakmak ve dürüst ve içten olarak çağdaş medeniyet yolunda nerede bulunduğumuzu görebilmektir. Her yıl 10 Kasım geldiğinde, başı çeken ülkelere en az bir adım daha yaklaşmış isek sorun yoktur. Atatürk’ü gururla anabiliriz. Ne diyor Atatürk? "Türk; güven, çalış, övün!"... Ve elbette çağdaş uygarlığın insanı para gücüne kul eden kusurlarını da def ederek ilerlemişsek anca kendimizle övünmeyi hak ederiz.

Muharrem Soyek (09 Kasım 2008)