11 Mayıs 2021 Salı

Bayram Gelir Hoş Gelir


 
Her bayram gelişinde başlar bir muhabbet; “Nerde o eski bayramlar!” Ben bu lafı duyduğumda hep gülümserim, fakat gene de “Tabii efendim, nerde o eski bayramlar” demekten kendimi alamam. “Nesi varmış şimdiki bayramların?” diye sorsam, sanki bir büyü bozulacakmış gibi gelir. Bayram anıları damıtıla damıtıla bugüne o kadar güzel getirilir ki, ben onları dinlemenin hatırına bugünkü bayramdan özür dileyip eskiye iltifat ederim. Çünkü  eski bayramları doyumsuz özlemlerle çekici kılan büyünün, yoksul ve yoksun günlerimize atlas bir kılıf gibi geçirilen insani ilişkiler olduğunu hatırlarım.

Eski bayramlara övgü düzenler sanki paşa babalarından gümüş keseler içinde hediyeler alıyorlardı. Bayramdan bayrama bir çift ayakkabıya kavuşabilenler bile "nerede o eski bayramlar" teranesi çekiyor. Genele bakınca eski bayramlarda öyle fazlaca nesnel bir şey yoktur aslında. El öpme ziyaretlerinde yenilen çeşitli şekerler ve nadiren çikolata... bayrama özel etliler, sütlüler, börek-çörekler ve  zeytinyağlı dolmalar... Arkasından ver elini bayram yeri. Atlı karınca, salıncak ve bayram yerini turlayan faytonlar... Biraz daha zenginimiz içinse adada fayton gezisi bayramın sevinciydi... Bayram tatili uzun olursa en zenginler bugün olduğu gibi yurt dışına çıkmadan edemezlerdi. Bence özlenmekte olan şeyin aslı biçimde değil özde; bayramlarda heyecanla kucaklaşan gönüldaşlık, arkadaşlık, dostluk ve yeni duygusal tanışım fırsatlarıydı.

Eskiden bayrama bir hafta kala heyecan rüzgârı hissedilirdi. Evlerde bir telaştır başlar, mahalleli daha bir dost canlısı olurdu. Mevsimi uygunsa boya badana yapılır, bayramlık hediye alışverişlerine çıkılırdı. Kadınlar imece usulü halı ve kilimleri sokağın en uygun köşesinde arap sabunuyla yıkarlardı. Su, ya çeşmeden taşınır ya da kuyudan çekilirdi. Henüz plastik leğen yoktu. Perdeler indirilir, yatak yorgan çarşafları sökülür, büyük galvaniz leğenlere bastırılırdı. Mahallenin kızları ikişer ikişer leğenlere girip dans eder gibi leğenin içindeki çarşaf ve perdeleri döne döne çiğnedikçe “tınk, tonk” diye ses atardı leğen. Kızlar pijama veya şalvar giyerlerdi; kimi dizlerinin üstüne kadar sıvar, kimi de utanır öylece paçalarının ıslanmasına aldırmadan çiğnerdi.

Bayram boyunca ne yenecekse hepsi önceden hazırlanırdı. Dolma, kurutulmuş yufka, kurutulmuş erişte, şerbetli hamur tatlıları, sütlü tatlılar hepsi hazır edilirdi. Evde muhakkak et, yoğurt ve yumurta bulundurulurdu. Uzaktan gelip de yatıya kalan misafirlere taze yemek yapılırdı. Zaten eskiden Aksaray’da oturan birisi Sarıyer’e akrabasına gittiğinde illa ki gecelerdi; ulaşım uzun çekerdi, hasret gidermeye zaman yetmezdi. Hele Boğaz’ın karşı yakasında, Beykoz sırtlarında bir akrabaya gelinmişse Allah’ın emriydi; o gece misafir kalınırdı. Şimdiki gibi öyle gece yarılarına kadar ne toplu ulaşım ne özel ulaşım vardı.

Eski bayramlarda gençler endamlarını sergileme fırsatı buldukları için, yaşlılar da hürmet fırtınasına tutuldukları için sevinirlerdi. Ancak çocuklar herkesten çok sevinirdi. Onlar sevinmez, sevinçten uçarlardı. Bayram onları mutlu etmek için gelirdi. Bu yüzden oruç bayramının bir adı Şeker Bayramı’ydı. Aslında o zaman da asıl adı Ramazan Bayramı’ydı; ancak ben hep rumuz adı “Şeker Bayramı” olarak hatırlarım. Büyükler bunun Ramazan ibadeti sonunda kutlanan dini bir bayram olduğunun elbette bilincindeydiler; bizim içinse sadece “Şeker Bayramı'ydı. Şekere doyardık. Çocuktuk ve şekeri severdik. Evde misafirlikte yediğimiz yetmezmiş gibi, bayram harçlıklarımızla macun şekeri alır, pamuk helva alır, elma şekeri ve horoz şekeri alır onları da yerdik. Çünkü bizim çocukluğumuz yoksuldu; bayram çıkınca öyle canımız çekende çikolata gofret alıp yiyemezdik. Ara sıra naneli şeker ve zambo sakızı almaya ancak yeterdi harçlığımız.

Çocuklar babalarıyla camiye gitmeyi eğlenceden sayarlardı. Evin babası ve 7 yaş üstü erkek çocuğu bayram namazından döndüğünde aile içi bayramlaşma yapılırdı. Kahvaltıdan sonra dışarı fırlar komşularımızı bayramlamaya koşardık. Şekerin yanında, para ve mendil verenler olurdu. Esma adında bir komşumuz vardı ki bu işi çok ciddiye alırdı. Bayram mendillerinin köşesine mahalle çocuklarının adlarını işlerdi; mendillerin içinden birkaç lira çıkacağını bildiğimiz için bayramın ilk sabahı Esma Abla’nın kapısı çocuk bahçesine dönerdi. Kendi çocuğu yoktu. Hepimiz onun çocukları gibiydik. Terzilik yapardı. Bizim donlarımızı, pijamalarımızı, kadınların entarilerini hep o dikerdi. Dikişten sonra asla belli bir ücret istemezdi. Kimi cebinden kimi gönlünden ne verirse mutlu olurdu. Gene de kafasında her komşuya özel bir tavan fiyatı vardı; fazla veren oldu mu derhal üstünü verirdi. Bunu biliyorum çünkü annemin benden gönderdiği parayı fazla bulmuş, yarıya yakınını iade etmişti. Bana da kendi payından harçlık vermişti. 

Babalar, dayılar, amcalar, hala ve teyzeler en fazla bayram harçlığı verenlerdi. Onların ellerini daha bir istekli ve özenle öperdik. Bütün bunlara gıcır gıcır bayramlık ayakkabıları da katınca, bu evrenin kralı olurdu çocuk; masalımsı bir dünyanın en kahramanı hissederdi kendisini. Meydanlara ve parklara küçük luna parklar kurulurdu. Salıncaklı, atlı karıncalı, gondollu, halka geçirme oyunlu falan… Bazılarında Karagöz oynatılırdı. Uzaydan yeni bir dünya inmiş gibi olurdu bayramlar; çünkü başka zaman yoktu; bayramda olanın ve oldurulanın başka zamanı yoktu… 

Benim hatırlayıp da bugünümde bulamadığım iki bayram güzelliği var ki, ah keşke ikisi de hortlayıp gelse derim. Birincisi köydeki çocukluğumdan bildiğim bir güzellik: Yakın köyler dört bayram günü sırayla birbirlerini ağırlamak için yazın harman ve köy meydanlarında, kışın köy camisi ve mektebinde sofralar açarlardı. Bu geleneğin kendi köyümde sürdürülmekte oluşunu bilsem ve bayrama katılsam da artık beni pek heyecanlandırmıyor; çocuk olamıyorum anlaşılan… Belki de imece emeğiyle değil de toplanan parayla yabancılara yaptırılması bozmuştur bayramın tadını. Eskiden her evden kalaylı bakır sahanlarla süt-aşları (bol pirinçli sıkılaşmış sütlaç) giderdi bayram yerine. Sıkma top yapılıp soğuduktan sonra elma gibi dilimlenmiş un helvaları, gözlemeler, zerde ve bulgur pilavı konurdu meydan sofralarına. Herkes tahta kaşığını koynunda taşırdı. Gözleme ve sacta pişmiş patates börekleri de dilim dilim yığılırdı sofralara. Her sofrada illa ki bir bardak ve bir bakraç ayran bulunurdu. 

Çayır güreşleri yapardık; kazanana bir bakraç bal, bir tavuk gibi ödüller verilirdi. Ödülden çok pehlivanlığın namına tav olunduğu için, çocuklar, gençler, hatta henüz kemikleri eğrilmemiş büyükler bile güreşe tutuşurlardı. Çiğ yumurtalar ustalıkla delinip ayrı iplere geçirilir, sonra usta atıcılara nişangâh diye bir ağaca asılırdı. Yumurtayı vuramayan elenirdi. Sona kalan, yani en fazla yumurta vurmuş olana bir horoz verilirdi. 

İkinci bir güzellik vardı ki, artık onun gölgesi bile kalmadı. Maddi olarak kaldı aslında; ancak ruhu kayboldu. Eskiden zenginler bayramlarda yoksulları bizzat kendi elleriyle sevindirirlerdi. Mahallenin bekçisine ve postacısına zarf içinde bayram bahşişi verirlerdi. Zaten şehirlerde zengin ve yoksul yan yana, hatta iç içe yaşarlardı. Apartmanların diplerinde tenekeden evler kuruluydu. Önce eskinin zenginleri azalmaya başladı, sonrasındaysa zengin siteleri özel güvenlikli yüksek duvarlarla kendilerini ayırmaya başladılar…

Aslında o günün zengini bugünün orta hallicesiydi. Kıdemli bir öğretmen, avukat, doktor, müdür yardımcısı olmuş bir memur, bakkal çakkal zengin sınıftandı. Böyle dedim diye bugün daha fakir olduğumuzu sanmayın. Bu insanlar pek azdılar ve kıymetliydiler. Ayrıca, günlük tüketim harcaması çok daha düşüktü. Lise mezunlarının yedek subay yapıldığı zamandı. Hatta 1960 öncesi yıllarda ortaokul mezunlarının bile yedek subay yapıldığı söylenir.  

Bugün de yardımlar yapılıyor şüphesiz, ancak bu insandan insana aktarılan o yüz yüze sıcak duygularla yapılmıyor. Artık kurumlar aracılığıyla yardım yapılıyor. Aslında şimdiki kurumsal yardım, yüz yüze insani sıcaklıktan mahrum kalsa bile bence daha adil; ve hatta minnet duygusunu yok ettiği için bana daha bir insani görünüyor. 

Günümüzün bayramlarında bir tuhaflık yok. Onlar ancak bizler kadar güzel olabiliyorlar. Bugün de sevinecek çocuklar var; bugün de eli öpülünce sevinecek büyükler var. Bugün de karşı dairede bir komşu var. Bugün de bayramı insani kaynaşmaya dönüştürecek eğlence ve yardım imkanları var. Sadece, değişen yaşam koşullarıyla göreceli bazı ölçüler değişti; hepsi bu. Artık çocuklar mendile, şekere, bozuk paraya kanmıyor, üst baş alımıyla mutlu olmuyorlar; çünkü bunlar sıradan tüketim alışkanlığı oldu. Gene de çocuğun pek sevdiği bir şey her zaman vardır. Bunu da ailesi elbette benden iyi bilecektir. Belki de parayla alınacak bir şey bile değildir. 

Eskiden olduğu gibi gene aynı hazzı verebilen, üstelik maddiyattan bağımsız yapılabilen bir şey var ki, onu da her bayram bencillik anıtı önünde kurban ederiz. Büyüklerimizin ellerini artık cep telefonlarından, bilgisayar ekranlarından öpüyoruz. Beş yüz metre öteden, “öptüm, mcuk!” yapıyor ve kaçıyoruz. Çünkü bayram artık tatil oldu. Bir de bayramın adı “şeker” mi olsun, “ramazan” mı olsun geyiği mutlaka yapılır. Bazılarına göre bayramın adını “şeker” koymak kültür erozyonuymuş. Bunu diyenler de bayramın adını “ramazan” sanıyorlar. Oysa bayramın özgün adı “Fıtır Bayramı”’dır. (İdü’l-Fitr) Özgün adı kullanılmış olsaydı, eminim Türk Halkı bunu “kıtır bayramı” yapardı. Bence, Ramazan Bayramı’na “şeker” takma adı vermek kültür erozyonu değil, aksine kültürün ta kendisidir; çünkü bu tamamen halkın gönül sesidir. Gerçi şekerin aforoz edildiği günümüz diyet kültürüne uymadığı da bir gerçektir. Zamane çocuğu ceplerini şekerle doldurmaya can atmıyor. Şeker gibi bayramlaşmaların nesli de tükendi. Yeni nesil artık ya Antalya’dan, ya İtalya’dan telefonla bayramlaşıp, kargo ile hediye gönderiyor.

Bayramların ne suçu var; ha bire, vur ha vur beline beline; “sen eskiden daha güzeldin” diye diye. Sanki vaktiyle güzellik kraliçesi oydu da şimdi yaşlanıp çirkinleşti. Yalanınızı seveyim ben sizin…. Neymiş efendim, “nerde o eski bayramlar” mış…. Bayramı bayram yapan insandır, insan!

Bayramı bayram yapan herkesin bayramı kutlu olsun.

Şeker gibi Ramazan Bayramı dileğimle,

(Muharrem Soyek)